14 Mayıs, 2020

GAYRİ NAKDİ KREDİLER HAKKINDA İHTİYATİ HACİZ KARARI VERİLEMEYECEĞİNE İLİŞKİN YARGITAY İÇTİHATLARIBİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU KARARININ İNCELENMESİ

GAYRİ NAKDİ KREDİLER HAKKINDA 
İHTİYATİ HACİZ KARARI VERİLEMEYECEĞİNE İLİŞKİN YARGITAY İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU KARARININ İNCELENMESİ

I. GİRİŞ: 

Bu makalemizde bankaların kullandırdıkları krediler içerisinde önemli bir yer tutan gayri nakdi kredilerin geri ödenmemesi durumunda ihtiyati haciz kararı verilebileceği ve verilemeyeceği konusunda meydana gelen içtihat farklılığını gideren Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 2016 / 10144 Esas; 2016 / 7925 Karar ve 10.10.2016 Tarih sayılı kararının incelemesini yapacağız.  

II. GAYRİ NAKDİ KREDİ: 

Gayri nakdi kredi, bir işin yapılmasını, bir malın teslimini veya bir borcun ödenmesini taahhüt eden kimselerin bu taahhütlerini kararlaştırılan koşullara uygun olarak yerine getireceklerini veya borçlandıkları paraları vadelerinde ödeyeceklerini temin etmek üzere, bankaca karşı tarafa hitaben taahhütte bulunulması, garanti verilmesi tarzında kullandırılan kredidir.

Gayri nakdi kredi türlerinin başında banka teminat mektupları, çek yapraklarının kanuni karşılıkları yani çek tazminatları ve akreditif hesapları gelmektedir. Teminat mektupları ile akreditif hesaplarının gayri nakdi kredi olduğuna ilişkin bir yasal düzenleme bulunmamakla birlikte 5941 sayılı Çek Kanununun "İbraz, Ödeme, Çekin Karşılıksız Olduğunun Tespiti Ve Gecikme Cezası" başlıklı 3'üncü maddesinde "Bu husus, hesap sahibi ile muhatap banka arasında çek defterinin teslimi sırasında yapılmış olan dönülemeyecek bir gayri nakdî kredi sözleşmesi hükmündedir." düzenlemesi getirilmiştir. Dolayısıyla çek tazminatları hukukumuzda gayri nakdi kredi olarak kabul edilmektedir. Aşağıya tam metnini aldığımız Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararı da banka teminat mektupları ile çek tazminatlarının gayri nakdi kredi olarak kabulü ve bunlar hakkında ihtiyati haciz kararı verilip verilemeyeceği konusunda tespit içermektedir. 

III. YARGITAY DAİRELERİNİN GÖRÜŞLERİ:

İçtihat farklılığının ortaya çıkmasına nedeni olan Yargıtay 11. HD ve 19. HD'nin görüşlerinin özeti aşağıdaki gibidir. 

A. İhtiyati Haciz Kararı Verilebileceğine Dair 11. Hukuk Dairesi Görüşü:

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi görüş yazısında; teminat mektubu bedeli bakımından banka ile lehtar arasındaki ilişki ve henüz ibraz edilmemiş çek yapraklarına ait kanuni sorumluluk tutarı bakımından banka ile çek hesabı sahibi arasındaki ilişkinin öncelikle sözleşme hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği, gerek bankacılık uygulaması ve gerek çekler bakımından Çek Kanunu’nun 3/III-2 maddesi uyarınca bu iki talebin dayanağının gayri nakdi kredi niteliğinde olduğu, gayri nakdi kredi alacakları ile ilgili olarak da İcra ve İflas Kanunu'nun 257’nci maddesindeki koşulların varlığı hâlinde ihtiyati haciz istenebileceği, bankalar ile teminat mektubu lehtarı ve çek hesabı sahipleri arasındaki sözleşmelerdeki alacakların muacceliyeti konusundaki düzenlemeler esas alınarak, bu alacakların muaccel olup olmadığı değerlendirilerek sonuca varılması gerektiği, sonuç olarak teminat mektubu ve açık çek yaprakları sorumluluk tutarlarının muacceliyeti yönünden sözleşme koşulları değerlendirilerek sonuca varılması gerektiği görüşündedir. 

B. İhtiyati Haciz Kararı Verilemeyeceğine Dair 19. Hukuk Dairesi Görüşü:

Yargıtay 19. Hukuk Dairesi görüş yazısında; İcra ve İflas Kanunu'nun 42’nci maddesinde, “Bir paranın ödenmesine veya bir teminatın verilmesine dair olan cebri icraların icra takibiyle başladığı ve haciz yoluyla veya rehnin paraya çevrilmesi yahut iflas suretiyle cereyan edeceğinin” belirtildiği; bu hüküm esas alındığında, ilamsız icra takibinin konusunun para alacakları ve teminat verilmesi olduğu, teminat mektubunun depo edilmesi için açılan davaya depo davası denildiği, bu nedenlerle riski gerçekleşmeyen teminat mektupları bedeli ile bankanın ödemek zorunda olduğu ancak henüz ödemediği asgari çek bedelleri yönünden İcra ve İflas Kanunu'nun 257'nci maddesine göre ihtiyati haciz istenemeyeceği, çünkü anılan maddede sadece para borcundan bahsedildiği, teminat alacağı için de ihtiyati hacze imkân tanıyan ibarenin 4949 sayılı Kanunla madde metninden çıkarıldığı, dolayısıyla teminat mektubu veya çek bedeli yönünden muaccel alacak bulunmadığı, teminat mektubu bedelinin paraya çevrilmediği ve asgari çek tutarının ödenmediği gözetilerek, ihtiyati haciz talebinin kabul edilmemesi gerektiği görüşündedir. 

C. Her İki Kararında Ortak Yönleri: 

Her iki Yargıtay Dairesi de İİK 257’nci maddesine göre ihtiyati haciz kararı verilebilmesi için alacağın muaccel olması gerektiği konusunda fikir birliği içindedirler. 

D. Her İki Karardaki Farklılıklar: 

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, henüz risk gerçekleşmediği için ödenmemiş teminat mektubu veya karşılıksız çek için kanunen ödenmesi zorunlu meblağ ile ilgili olarak, banka ile lehtar arasındaki sözleşmelerde, “risk gerçekleşmeden bankanın teminat mektubu veya karşılıksız çekle ilgili ödenecek risk bedelini depo ettirebileceği" yönünde hükmü varsa bu hükmün muacceliyet için yeterli olduğu ve depo ettirme yetkisinin ihtiyati haciz isteme yetkisini de içerdiğini kabul ederek ihtiyati haciz kararı verilebileceğini; buna karşılık 19. Hukuk Dairesi, bankanın teminat mektubu veya karşılıksız çekle ilgili ödeme yapmadığı sürece alacağın muacceliyet koşulunun gerçekleşmiş olmayacağını dolayısıyla ihtiyati haciz kararı verilemeyeceğini belirtmektedir.

IV. İHTİYATİ HACİZ KARARI VERİLMESİNDE "PARA ALACAĞI" KAVRAMI: 

İcra ve İflas Kanunu "Para Borcu Ve Teminat İçin Takip" başlıklı 42’nci maddesinde "Bir paranın ödenmesine veya bir teminatın verilmesine dair olan cebri icralar takip talebiyle başlar ve haciz yoliyle veya rehnin paraya çevrilmesi yahut iflas suretiyle cereyan  eder." hükmü düzenlenmiştir. Bu madde İİK m. 257'ye göre genel bir düzenleme olmakla birlikte bu madde de geçen "paranın ödenmesine veya bir teminatın verilmesine dair" ibaresiyle takiplerin hem para alacakları için hem de teminat alacakları için yapılabileceği, bunun doğal hukuki sonucu olarak da teminat için yapılacak takip öncesinde ihtiyati haciz kararı verilebileceği sonucu çıkmaktadır. Ancak ihtiyati haczi düzenleyen İİK m. 257'de 4949 sayılı yasa ile yapılan değişiklik ile ihtiyati haciz istenebilecek durumların içinden teminat verilmesine ilişkin icra takiplerinin çıkartıldığı görüşü yaygınlık kazanmış ve Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu da bu görüş doğrultusunda teminat verilmesine ilişkin icra takiplerinde dolayısıyla da gayri nakdi kredilerde ihtiyati haciz verilemeyeceğine ilişkin hüküm kurmuştur. 

4949 sayılı yasa ile değişiklik yapılmadan önce İİK m. 257/I aşağıdaki düzenlemeyi içermekteydi. "Rehinle temin edilmemiş ve vadesi gelmiş bir borcun alacaklısı, borçlunun yedinde veya üçüncü şahısta olan taşınır ve taşınmaz mallarını ve alacaklarıyla diğer haklarını ihtiyaten haczettirebilir." 4949 sayılı yasa ile madde de geçen "borcun" ifadesi "para borcunun" şeklinde değiştirilmiştir. Değiştirilme gerekçesi olarak "borcun" ifadesi nedeniyle konusu para alacağı olmayan talepler için de ihtiyati haciz istenmesi neticesinde ihtiyati haczin amacı dışında kullanılmasına neden olan durumların ortaya çıkması gösterilmiştir. 

Yasa metnine "para borcunun" ifadesinin getirilmesi konusu para alacağı olan teminatların da para borcu kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışmasını başlatmış olup incelemesini yaptığımız kararda Yargıtay yasa metninde açıkça "teminat" ifadesine yer verilmemesini gayri nakdi kredi niteliğindeki teminat mektupları yönünden ihtiyati haciz kararı verilemeyeceği şeklinde yorumlamıştır. Yargıtay maddenin sözel yorumundan yola çıkarak bu sonuca varmış olup içerik yorumuna girmemiş olması nedeniyle bizce hukuki bir hata yapmıştır. 

V. TEMİNATIN PARA BORCU SAYILIP SAYILMAYACAĞI: 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi banka teminat mektuplarının hukuki niteliğini belirleyen bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Yargıtay 1966 / 16 Esas; 1967 / 7 Karar ve 13.12.1967 Tarih sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında banka teminat mektuplarının hukuki niteliğinin kefalet niteliğinde olmadığını, garanti sözleşmesi sayılması gerektiğini kabul etmiştir. Bu kararda Yargıtay “(...) bankanın sıfatı teminatı veren olduğundan, taahhüdün, esas sözleşmeyi yapan taraflardan ve esas akitten ayrı ve tamamen müstakil olduğunu, banka taahhüdünün lehtarın borcunun geçerliliğine ve varlığına bağlı olmaksızın garanti taahhüdü olarak tecessüm edeceğini; asıl borçlunun ileri sürebileceği itirazlara bakılmaksızın borcun yerine getirilmemesinden doğan zararın tazmininin kabul edilmesi hâlinde, garanti verme durumunun söz konusu olduğu, üçüncü şahsın fiilini garanti edenin müstakil bir taahhüt altına girdiği (...)” tespitinde bulunmuştur. Yargıtay 1969 / 4 Esas, 1969 / 6 Karar ve 11.06.1969 Tarih sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında da  “(...) Teminat mektuplarının mahiyet itibariyle Borçlar Kanunu'nun 110. [TBK m. 128] maddesinde sözü edilen üçüncü şahsın fiilini taahhüt niteliğinde bir garanti akdi olduğu (...)” yönünde aynı tespiti tekrar etmiştir. 

Yargıtay her iki içtihatları birleştirme kararından yola çıkarak banka teminat mektuplarının Türk Borçlar Kanunu'nun 128'inci maddesi kapsamında taahhüt niteliğinde bir garanti sözleşmesi olduğunu ve banka borcunun da ancak riskin doğması ile ortaya çıkacağını bu nedenle de teminat mektuplarında banka ile muhatap arasındaki garanti sözleşmesinin soyut borç ikrarı niteliğinde olmadığı ve bankanın ödeme mükellefiyetinin doğumu için, garanti sözleşmesi kapsamında kalan riskin gerçekleştiğinin muhatap tarafından ispat edilmesi gerektiği sonucuna varmıştır. Yargıtay bu görüşü için doktrindeki bazı yazarlara da yollama yapmıştır. 

Banka teminat mektuplarının 6098 sayılı TBK m. 128'e göre garanti sözleşmesi niteliğinde olduğu tartışmasızdır. Ancak garanti sözleşmesinin soyut borç ikrarı niteliğinde olmadığı görüşüne katılmak hukuken mümkün değildir. Çünkü garanti sözleşmesindeki koşullar gerçekleştiği takdirde banka verdiği teminat mektubunda yazılı olan miktar kadar borçlanmakta ve talep eden tarafa bu borcu ödeme yükümlülüğü altına girmektedir. Dolayısıyla garanti sözleşmeleri soyut borç ikrarı niteliğinde olup aşağıda inceleyeceğimiz muacceliyet gibi diğer koşulların gerçekleşmesi durumunda bankanın ödemeden kaçınmasının hukuken mümkün olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Soyut borç ikrarını içeren teminat mektubunun da bu gerekçelerle bir tür para borcu olarak kabul edilmesi gerekirdi. 

İİK m. 257'de yapılan değişikliğin esas nedeninin para borcu içermeyen talepler hakkında da ihtiyati haciz istenilmesinin önlenmesi olduğuna göre yasaya "para borcu" ifadesinin eklenmesinin konusu para alacağı olan teminatlar için ihtiyati haciz kararı verilmesini engellemeyeceği ortaya çıkmaktadır. 

VI. MUACCELİYET KOŞULU: 

Çelişkili kararların sahibi olan Yargıtay dairelerinin her ikisi de İİK 257’nci maddesine göre ihtiyati haciz kararı verilebilmesi için alacağın muaccel olması gerektiği konusunda fikir birliği içindedirler. 

Yargıtay incelemesini yaptığımız kararında "Muacceliyet alacaklı tarafından edimin talep edilebilir ve borçlunun da bu talebe uyarak edimi yerine getirmekle yükümlü olmasını ifade eder. Muacceliyet ile vade aynı şey değildir; ihtiyati haciz uygulaması bakımından vâde ve muacceliyet anının belirlenmesi gerekir." tespitinde bulunmuş ancak 6098 sayılı TBK m. 117'deki muacceliyet ve temerrüt hükümlerini dikkate almamıştır. TBK m. 117'ye göre; "Muaccel bir borcun borçlusu, alacaklının ihtarıyla temerrüde düşer. Borcun ifa edileceği gün, birlikte belirlenmiş veya sözleşmede saklı tutulan bir hakka dayanarak taraflardan biri usulüne uygun bir bildirimde bulunmak suretiyle belirlemişse, bu günün geçmesiyle; haksız fiilde fiilin işlendiği, sebepsiz zenginleşmede ise zenginleşmenin gerçekleştiği tarihte borçlu temerrüde düşmüş olur. Ancak sebepsiz zenginleşenin iyiniyetli olduğu hâllerde temerrüt için bildirim şarttır." Teminat mektubu ve çek karnesi veren bankanın teminat mektuplarının bedelinin depo edilmesi için ya da çek karnesindeki çek yapraklarının tazminatının depo edilmesi için karşı tarafın ne şekilde temerrüte düşürüleceğine ilişkin sözleşmeye hüküm konulmuşsa ve bu hüküm çerçevesinde hesap kat ihtarının gönderilmiş olması durumunda muacceliyet koşulu da temerrüt de TBK m. 117'ye göre gerçekleşmiştir. Burada belirleyici olan taraflar arasında yapılan kredi sözleşmesinde gayri nakdi kredilerin talep edilebilir hale gelmesi için nasıl bir muacceliyet ve temerrüt koşulunun getirildiği ve bu koşula uyulup uyulmadığıdır.  

Yargıtay incelemesini yaptığımız kararında muacceliyetin gerçekleşmesi konusunda risk etkenini de esas almıştır. Yargıtay Risk kavramının tanımı olarak Türk Hukuk Lügatindeki “Bir şeyin kaybına, sair herhangi bir zararın ortaya çıkmasına sebebiyet veren gelecek ve belirsiz ya da zamanı belli olmayan bir olayın, tarafların iradesi dışında gerçekleşmesi” tanımını kabul etmiştir. Kararda teminat mektuplarında risk kavramının bu kadar belirsiz olmadığı dolayısıyla da teminat mektuplarında lehdar ile muhatap arasında sözleşmesel bir alt ilişki bulunduğu ve lehdarın, bu sözleşmeden doğan asli ve/veya yan edim yükümlerini zamanında, tam ve gereği gibi ifa etmemesi hâlinde muhatap bakımından riskin oluştuğunun söylenebileceği tespit edilmiştir. Yargıtay'ın incelemesini yaptığımız kararındaki bu tespiti ile muacceliyet konusunda ki tespiti hukuken çelişki oluşturmaktadır. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi sözleşmede muacceliyete ilişkin hüküm varsa bu hüküm de yer alan koşulların oluşması ile riskin gerçekleştiğinin de kabulü gerekir. Ancak yargıtay riskin bankaca muhataba ödemenin yapılması ile gerçekleşeceğini kabul etmektedir. Burada dikkate edilmesi gereken durum iki tür riskin ortaya çıkmış olmasıdır. Bunlar bankanın teminat mektubu ile garanti ettiği miktarı ödeme riskinin doğması ve bankanın teminat bedelini ödemesi durumunda bu teminat bedelini kredi sözleşmesinin tarafından geri tahsil edememe riskidir. Yargıtay risk olarak sadece bankanın teminat mektubu ile garanti ettiği miktarı ödeme riskini esas almış ancak ikinci risk etkenini dikkate almamıştır. İkinci risk etkeninde tarafların yaptıkları sözleşmeye göre teminat mektubunu alan tarafın ekonomik durumunun bozulması ve teminat mektubunu iade edememesi durumunda bankanın ödemek zorunda kalacağı teminat mektubunun karşılığı olan miktarı depo etmesini karşı taraftan istemek zorunda kalması risk olarak değerlendirilmemiştir. Garanti sözleşmelerinde garantör sıfatı taşıyan finans kuruluşu bu riski de üstlenerek bu sözleşmeleri yapmakta olmasına karşın sözleşmede yazılı olan hükümlere uyulmaması durumunda teminat mektubu bedellerinin depo edilmesinin istenilmesi hakkının sözleşmeye yazılması durumunda banka yönünden riskin gerçekleştiğinin kabulü gerekir. Uygulamada da borçluya gönderilen hesap kat ihtarnamelerinde çoğunlukla banka teminat mektuplarının iadesi ya da bedelinin depo edilmesi talep edilmektedir ki teminat mektubunun bankaya iade edilmesi durumunda her iki riskinde gerçekleşmeyeceği açıktır. Ancak teminat mektubunun bankaya iade edilmemesi durumunda bankanın teminat bedelini ödemesi durumunda bu teminat bedelini kredi sözleşmesinin tarafından geri tahsil edememe riskinin doğduğu kabul edilmeliydi. Nitekim Yargıtay bankanın teminat mektubu verilmesini sağlamak amacıyla yapılan gayri nakdi kredi sözleşmesinden doğan borcunun doğrudan nakit çıkışı yapılması değil, bir riskin üstlenilmesi niteliğinde olduğunu kabul etmiş ancak bu tespiti ile çelişecek şekilde  risk gerçekleşip bankaca muhataba ödeme yapılmadıkça, diğer deyişle mektup bedeli tazmin edilmedikçe bankanın müşterisine rücu etmesinin de söz konusu olamayacağı sonucuna varmıştır. 

VII. KARARDAKİ ÇELİŞKİLİ TESPİT VE GENEL HACİZ YOLU:

Karardaki bir başka çelişkili ve hukuken affedilemeyecek tespit ise genel haciz yoluna ilişkin açıklamalarda yapılmıştır. Bankanın, teminat mektubunu düzenlerken nakit, menkul rehni, ipotek, teminat mektubu almak suretiyle verdiği teminat mektubu riski için kendisini güvenceye alabileceği, sözleşmede, istenecek her türlü ek teminatın verilebileceği veya lehtarın kredi riskinin artması, isteğe rağmen teminat mektuplarının iade edilmemesi, lehtarın durumu hakkında şüpheye düşülmesi, lehtarın mali durumunun sarsılmış olması gibi hâllerde veya hiçbir neden göstermeksizin; sözleşmedeki hükme dayanarak henüz nakde çevrilmeyen teminat mektup tutarının lehtar, müteselsil borçlu ve kefilden depo edilmesini bankanın isteyebileceği, teminatın depo edilmesi için de ilamsız takip yapılabileceği belirtildikten sonra henüz nakde çevrilmeyen teminat mektupları ile ilgili olarak teminat mektubundaki meblağın tahsili için genel haciz yolu ile takip yapılamayacağı belirtilmiştir. 

Yargıtay bir taraftan  henüz nakde çevrilmeyen teminat mektup tutarının lehtar, müteselsil borçlu ve kefilden depo edilmesini bankanın isteyebileceği, teminatın depo edilmesi için de ilamsız takip yapılabileceğini tespit ederken diğer taraftan henüz nakde çevrilmeyen teminat mektupları ile ilgili olarak teminat mektubundaki meblağın tahsili için genel haciz yolu ile takip yapılamayacağı tespitinde bulunmuştur. Genel haciz yollarından birinin de ilamsız takip olduğu tartışmasız olduğuna göre karardaki bu tespitler affedilemez bir çelişki oluşturmakta olup aksi bir durum var ise bu çelişkinin ancak kararın kaleme alınması aşamasında özensizlikten kaynaklandığı söylenebilir. 

VIII. DEPO ETME KAVRAMININ TARTIŞILMASI: 

Yargıtay incelemesini yaptığımız kararında "depo etme" kavramı çerçevesinde henüz tazmin edilmemiş teminat mektubu veya karşılıksız kalıp kalmayacağı henüz belli olmayan çeklerin kanuni karşılıkları olan bedellerin banka tarafından istenip istenemeyeceği konusunu tartışmış ve  kanunen ödenmesi zorunlu meblağ ile ilgili olarak, banka ile lehtar veya müşteri arasındaki sözleşmede, risk gerçekleşmeden bankanın teminat mektubu veya karşılıksız çekle ilgili ileride ödenecek risk bedelini "depo ettirebileceği" hükmü varsa, banka ile müşterisi arasında yapılan teminat mektubu veya çek hesabı açma sözleşmelerinde banka lehine "risk gerçekleşmeden teminat mektubu bedeli veya karşılıksız çek bedelinden bankanın ödemek zorunda kalacağı meblağın depo edilmesini isteme yetkisi, söz konusu alacağın mevcut olduğunu göstermeyeceği ve istenebilir olduğunu da göstermeyeceği çünkü "depo etmek" ediminin ifa etmek olmadığı, sözleşmede anılan şekilde hüküm olsa bile, bankanın sadece "depo edilmesini" isteyebileceği ve kendisine ödeme yapılmasını yani ifayı talep edemeyeceği" tespitinde bulunmuştur. Bu tespit edimin ifası açısından tamamen yanlış bir hukuki tespittir. Taraflar sözleşme ile risk bedelinin depo edilmesi konusunda anlaşmışlarsa ve bu anlaşma 6098 sayılı TBK m. 27'ye göre kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına aykırılık taşımıyor veya konusu imkânsız değilse hukuken geçerli bir ifa edimini içeriyordur. Dolayısıyla depo etmek depo edilmesini talep hakkını da verir. 

Yargıtay bu tespitinin devamında bankanın sözleşmeye bu şekilde bir hüküm koymakla riskten kaynaklanacak alacağını garanti altına almış olacağından, özel hukuki koruma müessesesi olan ihtiyati hacze ihtiyacının da kalmadığını savunmaktadır. Burada yargıtay yukarıda belirttiğimiz iki risk olasılığından ikincisinin de yani bankanın teminat bedelini ödemesi durumunda bu teminat bedelini kredi sözleşmesinin tarafından geri tahsil edememe riskinin de varlığını kabul ettiği sonucu çıkmaktadır. Öyleyse risk gerçekleşmiş ise teminat alacağının muacceliyetinin de gerçekleştiğinin kabulü gerekirdi. Yargıtay'ın bu tespitteki ikinci hatası ise sözleşmeye konulan bu hükümle bankanın kendisini garanti altına aldığı bu nedenle de ihtiyati haciz kararına ihtiyacının olmadığı görüşüdür. Eğer sözleşmede bankaya depo etme hakkı tanınmışsa bu hakkın banka yönünden kendisini garantiye alması depo etme ediminin ifasını istemesi ile mümkün olacaktır. Yani icra yeteneği olmayan bir sözleşme hükmünün garanti niteliği de olamaz. 

Bu konu ile ilgili olarak Yargıtay'ın bir başka tespiti ise İİK m. 257 de mevcut ve vadesi gelmiş bir borçtan söz edildiği, oysa geciktirici şarta bağlı alacakta hukuki işlemin hükümlerini doğurmasının, şartın gerçekleşmesine bağlandığı, geciktirici şartta işlemin hükümlerinin, hukuki işlemin yapıldığı tarihte değil, kural olarak şartın gerçekleştiği anda başladığı, her ne kadar hukuki işlem, şart gerçekleşmeden önce meydana gelmiş ise de, bu işlemin alacaklı lehine bir hak doğurup doğurmayacağının henüz belli olmadığı, sadece şarta bağlı alacak bakımından bir beklenti bulunduğu, şartın tahakkuk ettiğinin tespitinin, üzerinde taraflarca uzlaşma bulunmadıkça ancak bir mahkeme kararını gerektireceğinden; bu alacağın genel haciz yolu ile takip suretiyle tahsili yoluna gidilmesinin de mümkün olmadığı yönündedir. Hal bu ki yukarıda da belirttiğimiz gibi öncelikle taraflar arasında yapılan sözleşmede gayri nakdi kredilerle ilgili olarak özel düzenlemeler varsa ve bu özel düzenlemelerde bankanın gayri nakdi kredilerin bedellerini hangi koşullarda krediyi kullanan taraftar talep edebileceği ve buna bağlı olarak da depo etme talebinde bulunabileceği yazılı ise bu durum gerek riskin gerçekleştiği anın kabulü gerekse muacceliyet ve temerrüt yönünden taraflar arasında bir uzlaşmanın bulunduğunu göstermektedir. Aksi durumda taraflarca bu maddeleri içeren sözleşme imza edilmezdi. Taraflar arasındaki sözleşmede bu konulara ilişkin hükümler bulunması tarafların bu konularda uzlaştıklarını göstermektedir ki Yargıtay'ın bu tespiti de hatalıdır. 

IX. SONUÇ: 

Aşağıya tam metnini koyduğumuz Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının bütün gerekçelerinin hukuken hatalı tespitler içerdiğini özellikle de İİK m. 257 hükmündeki "para borcu" ifadesinin sözel yorumuyla yetinerek içerik yorumuna girilmediği anlaşılmaktadır. Bu gerekçelerle kararın hatalı olduğu düşüncesindeyim. 

X. YARGITAY İÇTİHADI BİRLEŞTİRME KARARI: 

T.C.
YARGITAY
11. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2016/10144 
KARAR NO : 2016/7925 Y A R G I T A Y   İ L A M I

Ankara 8. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen 18/03/2016 tarih ve 2016/102-2016/102 D. İş sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi ihtiyati haciz talep eden (alacaklı) vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, Tetkik Hakimi Sefa Er tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki  tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

İhtiyati haciz talep eden vekili; müvekkili ile borçlu Eren İnşaat Tic.San.Ltd.Şti. arasında genel kredi ve teminat sözleşmeleri imzalandığını, diğer borçluların söz konusu kredilere müteselsil kefil olduklarını, asıl borçlu şirkete kullandırılan kredilerin geri ödenmemesi üzerine hesabın kat edildiğini, müvekkilinin nakdi ve gayri nakdi alacakları olduğunu ileri sürerek müvekkilinin alacaklarına karşılık borçluların menkul ve gayrimenkul malları ile üçüncü kişilerdeki hak ve alacaklarının ihtiyaten haczine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, tüm dosya kapsamına göre; ihtiyati haciz talep dilekçesinin sonuç kısmında borçlu Yaşar Eren'e yönelik talep bulunmadığı, borçlu Deniz Eren’in müteselsil kefil olduğu sözleşmede çek garanti tutarı ile ilgili müteselsil kefile yönelik hüküm bulunmadığı, diğer borçlular yönünden ihtiyati haciz şartlarının oluştuğu gerekçesiyle borçlu Yaşar Eren yönünden talebin reddine, borçlu Deniz Eren yönünden talebin kısmen kabulüne ve diğer borçlular yönünden ihtiyati haciz talebinin kabulüne karar verilmiştir.

Kararı,  ihtiyati haciz talep eden (alacaklı) vekili temyiz etmiştir.

Talep, genel kredi ve teminat sözleşmelerinden kaynaklı alacak nedeniyle ihtiyati haciz kararı verilmesi istemine ilişkin olup, mahkemece, yazılı şekilde, ihtiyati haciz talebi borçlu Yaşar Eren yönünden tamamen ve borçlu Deniz Eren yönünden ise kısmen reddedilmiştir. 

İİK'nın 257. maddesi uyarınca rehinle temin edilmemiş ve vadesi gelmiş bir para borcunun alacaklısı, borçlunun yedinde veya üçüncü şahısta olan taşınır ve taşınmaz mallarını ve alacakları ile diğer haklarını ihtiyaten haczettirebilir. 5941 sayılı Kanun’un 3. maddesinde bankalarca verilen çek defterlerinden kullanılıp karşılıksız kalan her bir çek yaprağı için bankanın ödemek zorunda olduğu zorunlu karşılık tutarları düzenlenmiş olup aynı madde uyarınca bu hususun, hesap sahibi ile muhatap banka arasında çek defterinin teslimi sırasında yapılmış dönülemeyecek nitelikte bir gayri nakdî kredi sözleşmesi hükmünde olduğuna değinilmiştir. İhtiyati haczin dayanağını teşkil eden ve borçlu Deniz Eren tarafından müteselsil kefil sıfatıyla imzalanan 05.06.2007 tarihli, 08.10.2007 tarihli ve 29.04.2009 tarihli genel kredi ve teminat sözleşmelerinde kredinin bir bölümünün ödenmemesi veya sözleşmede belirlenen yükümlülüklerin birinin ihlali durumunda ya da diğer kredilerden herhangi birinin kat edilmesi halinde başkaca hiçbir ihtar veya merasime gerek olmaksızın kredi borcunun tamamının muaccel olacağı belirtilmiş ve söz konusu kredi sözleşmelerine dayalı olarak verilen teminat mektubu, garanti, kontrgaranti veya çek karnesine bağlı gayri nakdi krediler için bankanın ilgili mevzuat kapsamında ödemekle sorumlu olduğu tutarların depo edilmesini talep etmeye her zaman ve herhangi bir sebep göstermeksizin yetkili olduğu düzenlenmiştir. İİK'nın 257. maddesi uyarınca rehinle temin edilmemiş ve vadesi gelmiş bir para borcunun alacaklısı, borçlunun yedinde veya üçüncü şahısta olan taşınır ve taşınmaz mallarını ve alacakları ile diğer haklarını ihtiyaten haczettirebilir. 5941 sayılı Kanun’un 3. maddesinde bankalarca verilen çek defterlerinden kullanılıp karşılıksız kalan her bir çek yaprağı için bankanın ödemek zorunda olduğu zorunlu karşılık tutarları düzenlenmiş olup aynı madde uyarınca bu hususun, hesap sahibi ile muhatap banka arasında çek defterinin teslimi sırasında yapılmış dönülemeyecek nitelikte bir gayri nakdî kredi sözleşmesi hükmünde olduğuna değinilmiştir. İhtiyati haczin dayanağını teşkil eden ve borçlu Deniz Eren tarafından müteselsil kefil sıfatıyla imzalanan 05.06.2007 tarihli, 08.10.2007 tarihli ve 29.04.2009 tarihli genel kredi ve teminat sözleşmelerinde kredinin bir bölümünün ödenmemesi veya sözleşmede belirlenen yükümlülüklerin birinin ihlali durumunda ya da diğer kredilerden herhangi birinin kat edilmesi halinde başkaca hiçbir ihtar veya merasime gerek olmaksızın kredi borcunun tamamının muaccel olacağı belirtilmiş ve söz konusu kredi sözleşmelerine dayalı olarak verilen teminat mektubu, garanti, kontrgaranti veya çek karnesine bağlı gayri nakdi krediler için bankanın ilgili mevzuat kapsamında ödemekle sorumlu olduğu tutarların depo edilmesini talep etmeye her zaman ve herhangi bir sebep göstermeksizin yetkili olduğu düzenlenmiştir.

 Bu açıklamalar uyarınca somut olaya gelindiğinde, ihtiyati haciz talep eden banka tarafından genel kredi ve teminat sözleşmeleri uyarınca borçlu Eren İnşaat Tic. San. Ltd. Şti.  lehine nakdi ve meri teminat mektubu gereğince gayri nakdi ve ayrıca çek karnesi verilmek suretiyle gayri nakdi kredi kullandırıldığı, diğer borçluların da sözleşmeyi müteselsil kefil sıfatıyla imzaladığı, nakdi kredilerden kaynaklı borcun ödenmesinde temerrüde düşülmesi nedeniyle hesabın kat edildiği, bu nedenle tüm nakdi ve gayri nakdi kredi alacaklarının sözleşme uyarınca muaccel hale geldiği ve çek yaprakları nedeniyle alacaklı bankanın 5941 sayılı Kanun gereğince ödemek durumunda kalacağı zorunlu karşılık miktarına tekabül eden gayri nakdi kredi alacağının bulunduğu gözetilerek çek yapraklarından kaynaklı gayri nakdi risk alacağı için de borçlu Deniz Eren yönünden ihtiyati haciz koşullarının gerçekleştiği gözetilmeksizin talebin reddi doğru görülmemiş ve bununla birlikte  ihtiyati haciz talep eden bankanın talep dilekçesinin sonuç kısmında diğer borçlu Yaşar Eren yönünden de ihtiyati haciz talep ettiği dikkate alınmadan bu borçlu yönünden de talebin reddi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle ihtiyati haciz talep eden (alacaklı) vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün ihtiyati haciz talep eden (alacaklı) yararına BOZULMASINA, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 10/10/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

11 Mayıs, 2020

ULUSLARARASI TEK SATICILIK SÖZLEŞMESİNDE TÜRK MAHKEMELERİNİN YETKİSİ

ULUSLARARASI TEK SATICILIK SÖZLEŞMESİNDE 
TÜRK MAHKEMELERİNİN YETKİSİ

I. GİRİŞ: 

Uluslararası ticaretin büyük kısmı büyük şirketlerin ihracat yapmak istedikleri ülkede kendi ürünlerini satın alarak iş piyasada perakende ya da toptan olarak satışını yapacak ithalatçı şirketlerle yaptıkları tek satıcılık sözleşmeleri ile gerçekleşmektedir. İki farklı ülkenin kanunlarına göre kurulmuş ve iki farklı ülkenin ticaret hukuku kurallarına bağlı olan iki şirketin kendi aralarında yaptıkları tek satıcılık sözleşmesinden kaynaklanan uyuşmazlıkların çözümünde hangi ülkenin mahkemelerinin yetkili olacağı sorunu karşımıza çıkmaktadır. Bu makalemizde uluslararası tek satıcılık sözleşmesinde Türk mahkemelerinin yetkili olup olmadığı konusunu inceleyeceğiz.

II. HUKUKUMUZDA TEK SATICILIK SÖZLEŞMESİ: 

Tek satıcılık sözleşmesi, yapımcının, mamullerinin tamamını veya bir kısmını belirli bir coğrafi bölgede tek el / inhisar sahibi olarak satmak üzere sadece tek satıcıya göndermeyi, buna karşılık tek satıcının da, sözleşme konusu malları kendi adına ve kendi hesabına satarak malların sürümünü arttırmak için faaliyette bulunma yükümlülüğünü üstlendiği, yapımcı ile tek satıcı arasında ki hukuki ilişkileri çerçeve niteliğinde düzenleyen, sürekli ve isimsiz sözleşmedir.  

Hukukumuzda tek satıcılık sözleşmesine ilişkin bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Sadece "Denkleştirme İstemi" başlıklı 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu m. 122'de düzenlenmiş olan "Bu hüküm, hakkaniyete aykırı düşmedikçe, tek satıcılık ile benzeri diğer tekel hakkı veren sürekli sözleşme ilişkilerinin sona ermesi hâlinde de uygulanır." hükmü ile acentelik sözleşmeleri için getirilmiş olan denkleştirme tazminatı hakkının tek satıcılık  ile benzeri diğer tekel hakkı veren sürekli sözleşme ilişkilerinin sona ermesi hâlinde de uygulanacağı düzenlenmiştir. Hukukumuzda "Tek Satıcılık" kavramının geçtiği tek yasal düzenleme TTK m. 122/V'dir. Bu nedenle tek satıcılık sözleşmeleri isimsiz sözleşme olarak anılmaktadırlar. 

III. ULUSLARARASI TEK SATICILIK SÖZLEŞMESİNDE TÜRK MAHKEMELERİNİN YETKİSİNİN BELİRLENMESİ: 

Taraflardan birinin ya da her ikisinin de yabancılık unsuru taşıması durumunda tek satıcılık sözleşmesinden kaynaklanan davalarda Türk mahkemelerinin yetkili olup olmadığı 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun hükümlerine göre belirlenecektir. 

5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun m. 40'a göre; "Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisini, iç hukukun yer itibariyle yetki kuralları tayin eder." Yani 6100 sayılı HMK m. 5 ve devamına göre yetkili mahkeme belirlenecektir. 

5718 sayılı MÖHUK m. 47'ye göre; "Yer itibariyle yetkinin münhasır yetki esasına göre tayin edilmediği hâllerde, taraflar, aralarındaki yabancılık unsuru taşıyan ve borç ilişkilerinden doğan uyuşmazlığın yabancı bir devletin mahkemesinde görülmesi konusunda anlaşabilirler. Anlaşma, yazılı delille ispat edilmesi hâlinde geçerli olur. Dava, ancak yabancı mahkemenin kendisini yetkisiz sayması veya Türk mahkemelerinde yetki itirazında bulunulmaması hâlinde yetkili Türk mahkemesinde görülür." Dolayısıyla çıkan uyuşmazlıkta öncelikle tarafların aralarında belirledikleri yetkili mahkeme bulunup bulunmadığına bakılmalıdır. Aynı madde de "44, 45 ve 46 ncı maddelerde belirlenen mahkemelerin yetkisi tarafların anlaşmasıyla bertaraf edilemez." düzenlemesi getirilmiş olup bu maddeler ticaret hukuku alanına giren tik satıcılık sözleşmesi ile ilgili değildir. Dolayısıyla tek satıcılık sözleşmelerinde yetki antlaşmasının bulunmasının hukuken bir sakıncası bulunmamaktadır. Yetki konusundaki uyuşmazlıklar taraflar arasında yapılan sözleşmede yetki koşulunun bulunmaması durumunda ortaya çıkmaktadır. Bu sorunu Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017 / 11-143 Esas; 2019/1055 Karar ve 10.10.2019 Tarih sayılı kararında aşağıdaki ilkeleri koyarak çözmüştür. 

"Tarafların tek satıcılık sözleşmesinde yetkili hukuk belirlememiş olmaları hâlinde, yetkili hukuk objektif bağlama kurallarına göre hâkim tarafından belirlenecektir. MÖHUK 24/4’e göre tarafların hukuk seçimi yapmamış olmaları hâlinde sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşmeyle en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanır ve bu hukuk, karakteristik edim borçlusunun, sözleşmenin kuruluşu sırasındaki mutat meskeni hukuku, ticarî veya meslekî faaliyetler gereği kurulan sözleşmelerde karakteristik edim borçlusunun iş yeri, bulunmadığı takdirde yerleşim yeri hukuku, karakteristik edim borçlusunun birden çok iş yeri varsa söz konusu sözleşmeyle en sıkı ilişki içinde bulunan iş yeri hukuku olarak kabul edilir. Ancak hâlin bütün şartlarına göre sözleşmeyle daha sıkı ilişkili bir hukukun bulunması hâlinde sözleşme, bu hukuka tâbi olur. Tek satıcılık sözleşmeleri tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmeler olması sebebiyle, burada uygulanacak hukukun tespiti açısından ağırlıklı edim yani karakteristik edimin tespiti gerekir.  Bir sözleşmedeki karakteristik edim, o sözleşmeyi diğer sözleşmelerden ayıran, o sözleşmeye kendine has bir özellik veren yani sözleşmeye ayırt edicilik katan edimdir. Tek satıcılık sözleşmesinde karakteristik edim ise tek satıcının edimi olduğu doktrinde ve içtihatlarda neredeyse birlik hâlinde kabul edilmektedir. (Demir Gökyayla, C.: Milletlerarası Özel Hukukta Tek Satıcılık Sözleşmeleri, Ankara 2005, s.368 vd.)" (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017 / 11-143 Esas; 2019/1055 Karar ve 10.10.2019 Tarih)

Yargıtay HGK aşağıya tam metnini alıntıladığımız bu kararında 5718 sayılı MÖHUK m. 24/IV'e göre tarafların uygulanacak hukuk seçimini yapmış olup olmadıklarına göre çözüm yolu geliştirmiştir. Buna göre tarafların uygulanacak hukuk konusunda bir seçimleri varsa öncelikle bu hukuk uygulanacaktır. Uygulanacak hukukun seçilmiş olması durumunda sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşmeyle en sıkı ilişkili olan hukuk taraflar arasında seçilmiş olan hukuk olacağından seçilen hukukun ülkesi mahkemelerinin yetkili olduğu kabul edilir. 

5718 sayılı MÖHUK m. 24/IV'e göre; "Tarafların hukuk seçimi yapmamış olmaları hâlinde sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşmeyle en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanır. Bu hukuk, karakteristik edim borçlusunun, sözleşmenin kuruluşu sırasındaki mutad meskeni hukuku, ticarî veya meslekî faaliyetler gereği kurulan sözleşmelerde karakteristik edim borçlusunun işyeri, bulunmadığı takdirde yerleşim yeri hukuku, karakteristik edim borçlusunun birden çok işyeri varsa söz konusu sözleşmeyle en sıkı ilişki içinde bulunan işyeri hukuku olarak kabul edilir. Ancak hâlin bütün şartlarına göre sözleşmeyle daha sıkı ilişkili bir hukukun bulunması hâlinde sözleşme, bu hukuka tâbi olur." Bu madde hükmünde iki tane önemli ölçüt belirlenmiştir. Bunlar sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşmeyle en sıkı ilişkili olan hukukun uygulanması ve bu hukuka göre karakteristik edim borçlusunun birden çok işyeri varsa söz konusu sözleşmeyle en sıkı ilişki içinde bulunan işyeri hukukunun uygulanmasıdır. Yargıtay, tek satıcılık sözleşmelerinin tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmeler olması sebebiyle, uygulanacak hukukun tespiti açısından ağırlıklı edim yani karakteristik edimin tespitini öncelikli usul hukuku sorunu olarak ele almaktadır. Yargıtay karakteristik edimi "Bir sözleşmedeki karakteristik edim, o sözleşmeyi diğer sözleşmelerden ayıran, o sözleşmeye kendine has bir özellik veren yani sözleşmeye ayırt edicilik katan edimdir." şeklinde tanımlamıştır. Bu durumda tak satıcılık sözleşmelerinde karakteristik edimin ne olduğunun tespiti gerekmektedir. Tek satıcılık sözleşmelerinde yukarıda yaptığımız tanım doğrultusunda iki temel edim bulunmaktadır. 

Bunlardan birincisi  yapımcının, mamullerinin tamamını veya bir kısmını belirli bir coğrafi bölgede tekel / inhisar sahibi olarak satmak üzere sadece tek satıcıya gönderme edimi, ikincisi ise tek satıcının sözleşme konusu malları kendi adına ve kendi hesabına satarak malların sürümünü arttırmak için faaliyette bulunma edimidir. Bu edimlerden yapımcının ürünlerini tek satıcıya göndermemesi durumunda tek satıcının edimini yerine getirmesi hukuken mümkün değildir. Çünkü yapımcı yukarıda Yargıtay'ın yaptığı karakteristik edim tanımına göre sıradan alım satım sözleşmelerinden farklı olarak belli bir kişi ya da şirkete mamullerinin tamamını veya bir kısmını belirli bir coğrafi bölgede tekel / inhisar sahibi olarak satmak üzere sadece tek satıcıya gönderme edimini üstlenmektedir. Tek satıcının edimi ise aldığı ürünleri  kendi adına ve kendi hesabına satarak malların sürümünü arttırmak için faaliyette bulunma edimidir ki bu edim alım satım sözleşmelerinin en tipik örneğidir. Dolayısıyla tek satıcılık sözleşmesini diğer alım satım sözleşmelerinden ve hatta acentelik sözleşmelerinden ayıran, o sözleşmeye kendine has bir özellik veren yani sözleşmeye ayırt edicilik katan edim yapımcının  mamullerinin tamamını veya bir kısmını belirli bir coğrafi bölgede tekel / inhisar sahibi olarak satmak üzere sadece tek satıcıya gönderme edimidir. Çünkü yapımcı kendi isteği ile kendi ürünlerinin satışının tek bir satıcı tarafından gerçekleştirilmesini kabul etmekte, bir bakıma kendi satış faaliyetini kendi eliyle kısıtlamaktadır. Tek satıcılık sözleşmesini diğer alım satım sözleşmelerinden ayıran en önemli özellik de yapımcının satış faaliyetini kendi kendine sınırlamasıdır. Tek satıcının yapımcıdan aldığı malları perakende ya da toptan olarak satışında alım satım sözleşmelerinin temel özelliğinden bir farkı olmadığı gibi satış rakamlarını arttırmak yükümlülüğü alım satım sözleşmelerinin tamamında ve ticari hayatın özünde olan bir durumdur. Bu nedenlerle tek satıcılık sözleşmesinde karakteristik edimin yapımcının edimi olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Ancak yargıtay karakteristik edimin tek satıcının edimi olduğu sonucuna varmış ve kararında alıntı yaptığı eserlere dayanarak da doktrinde ve içtihatlarda karakteristik edimin tek satıcının edimi olduğunun kabul edildiğini belirtmiştir. Yargıtay'ın bu görüşüne katılmıyoruz.

Yargıtay HGK'nun kararında yaptığı ve bizim katılmadığımız tespit üzerinden devam edecek olursak, karakteristik edimin tek satıcının edimi olarak kabul edilmesi durumunda karakteristik edimin ifa yeri neresiyse o yer hukuku uygulanacaktır. 6100 sayılı HMK m. 5 ve devamına göre yetkili mahkeme de orası olacaktır. Bu durum tek satıcının Türkiye'de olması durumu için geçerlidir. Yapımcının Türkiye'de, tek satıcının ise yabancı bir ülkede olması durumunda ise aynı gerekçelerle Türk mahkemelerinin yargı yetkisi bulunmayacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken konu şirketlerin Türk ya da yabancı olması değil tek satıcılık ediminin Türkiye'de gerçekleştirilmesidir. Yani iki yabancı ya da iki Türk şirketi arasında da benzer bir yetki uyuşmazlığı çıkması durumunda bu ölçütlere göre yetkili mahkeme belirlenecektir. 

IV. YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI: 

       T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

ESAS NO : 2017/11-143 
KARAR NO : 2019/1055           

                               T Ü R K   M İ L L E T İ   A D I N A 
                                             Y A R G I T A Y   İ L A M I

Taraflar arasındaki “haksız rekabet ve tazminat” davalarından dolayı yapılan yargılama sonunda; Antalya 1. Asliye Ticaret Mahkemesince davalı Gautier Tohum Üretim Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.  aleyhine açılan davanın sıfat yokluğundan reddine, davalı Gautier Semences S.A.S yönünden davanın yetkisizlik nedeniyle reddine dair verilen 19.09.2013 tarihli ve  2010/642 E., 2013/287 K. sayılı kararın davacı vekilince temyizi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin, 20.01.2015 tarihli ve 2014/2059 E., 2015/712 K. sayılı kararı ile: “…Davacı vekili, müvekkilinin tohumculuk alanında araştırma ve üretim yapma haklarına sahip bir Türk tohum şirketi olduğunu,  davalılardan  Gautier Semences S.A.S. ise sektörde tedarikçi, üreticilik yapan bir şirket  olduğunu, müvekkili ile bu davalı arasında 2005 yılında aralarında ticari ilişki oluştuğunu ve sonuçta aralarında tek satıcılık sözleşmesi imzalandığını, söz konusu sözleşme uyarınca davalı Gautier Semences S.A.S'nin sözleşme konusu ürünleri inhisari olarak yalnızca davacıya göndereceğini, davacının da ürünleri kendi adına ve hesabına satacağını, bu malların sürümünü arttırmak için faaliyetlerde bulunacağını, bu nedenle davacı firmanın sürümü arttırmak ve ürünleri piyasaya tanıtmak için 2005 yılından itibaren büyük yatırımlarda ve promosyonlarda bulunduğunu, ürünleri piyasaya tanıttığını, ürünlerin piyasada kabul görmesinin 1-2 yıl arasında bir zaman aldığını, ürünün piyasada kabul görmesinin gerçekleştirildiğini, firmalarının işin niteliği gereği yasal koşulları yerine getirdiğini, Tohumculuk Tescil Sertifikasyon Müdürlüğüne tescili tamamladığını, davalı Gautier Semences S.A.S.'nın kendilerini bu tescili yapabilecek tek firma olarak yetkilendirdiğini, aralarındaki ticari ilişkinin 2005 yılından bu yana devam ettiğini, ancak 2010 yılı itibariyle davalı firmanın sözleşmeye ve taraflar arasındaki güven ilişkisine aykırı eylemlere başladığını, sektörün niteliği gereği dikim sezonunda teslim edilmesi gereken tohumları zamanında vermemeye, ürünün ücreti ödenmesine rağmen taleplerin zamanında yerine getirilmemeye başlandığını, bu nedenle firmalarının zarar ettiğini, sözleşme devam ederken davalı Gautier Semences S.A.S.'nin diğer davalı Gautier Tohum Üretim Dağıtım San. Ve Tic. Ltd. Şti. şirketini kurup piyasaya girdiğini, taraflarınca piyasada kabul görmesi sağlanan ürünleri piyasaya sürdüklerini, taraflar arasındaki sözleşmenin ihtarname keşide edilerek davalı Gautier Semences S.A.S. tarafından 6 ay sonrasına kadar geçerli olacak şekilde tek taraflı feshedildiğini, taraflarınca söz konusu ihtarın dikim sezonunun başlangıcında olduğundan firmalarını zarara uğratacağı için kabulünün mümkün olmadığı ve sözleşme gereği edimlerini yerine getirmelerinin ihtar edildiğini, davalı tarafın eylemlerinin sözleşmeye aykırı olduğunu, fesih bildiriminin hakkın kötüye kullanılmasını oluşturduğunu, davalı tarafın firmalarını ekonomik açıdan kötü bir duruma sokması nedeniyle denkleştirme tazminatı ödemesi gerektiğini ileri sürerek, davalının fesih bildiriminin geçersizliğine ve hakkaniyete uygun bir süre verilmesine, haksız rekabet tespiti ve men'ine, 100.000 Euro maddi tazminat, 50.000 TL manevi tazminatın davalılardan tahsiline ve hükmün ilanına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Gautier Tohum Üretim Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. vekili, davanın husumet  ve esas yönünden reddini savunmuştur.

Davalı  Gautıer Semensas S.A.S. vekili, davanın yetki ve esas yönünden reddini istemiştir.

Mahkemece, dosya kapsamına göre, davacının davalı Gautier Tohum Üretim Dağıtım San.ve Tic. Ltd. Şti. ile bir sözleşme  ilişkisinin bulunmadığı, davacının asıl davalıya yönelik davanın Türk mahkemelerinde görülmesini sağlamak için bu şirketi de davalı gösterdiği, bu şirket aleyhine açılan davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verildiği, diğer davalı şirketin ise Fransız Kanunlarına göre kurulmuş ve merkezi Fransa 'da olan bir şirket olduğu, taraflar arasındaki ilişkide yabancılık unsuru bulunduğu, yabancılık unsuru içeren davalarda Türk mahkemelerinin yetkisinin 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun hükümlerine göre belirlenmesi gerektiği,davalı yabancı uyruklu şirketin ikametgahının Trascon/Fransa olduğu, HMK'nun 10.maddesindeki şartların Türk Mahkemelerinin yetkisi yönünden mevcut olmadığı gerekçesiyle 1 nolu davalı hakkında açılan davanın husumet nedeniyle reddine, 2 nolu davalı hakkında açılan davanın ise dava dilekçesinin 5718 sayılı  MÖHUK'un 40. maddesi  uyarınca yetkisizlik nedeniyle reddine karar verilmiştir.

Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir. 

1-Dava, hukuksal nitelikçe tek satıcılık sözleşmesine dayalı davalı yabancı uyruklu şirketin fesih bildiriminin geçersizliği, hakkaniyete uygun bir süre verilmesi, haksız rekabet tespiti ve men'i, maddi ve manevi tazminatın tahsili istemlerine ilişkin olup, Devletler Hususi Hukuku Kaideleri, yabancılık unsuru taşıyan (Milletlerarası unsur) belirli bir olaya ve ilişkilere hangi devletin maddi hukuk hükümlerinin uygulanacağını gösterir. Bu kaideler bir uyuşmazlığı bizzat çözümlemezler. Sadece, onu çözümleyecek olan yetkili maddi hukuk kurallarını belirtmekle yetinirler. Buradaki hukuk, mahalli hukuk veya yabancı bir hukuk olabilir. Devletler Hususi Hukuku Kaideleri iç hukuk kaideleri olduğundan her devletin kendine özgü bir Devletler Hususi Hukuku vardır. Devletler Hususi Hukuku, Maddi Özel Hukuk gibi, bireyler arasındaki adaleti kurmayı amaçlar.

Milletlerarası Medeni Usul Hukuku ise; yabancı unsurlu olay ve ilişkilerden kaynaklanan uyuşmazlıklarda, diğer konular yanında, özellikle Türk mahkemelerinin  davaya bakmaya yetkisi olup olmadığını belirleyen kaidelerin bütünüdür.

12.12.2007 tarihinde yürürlüğe giren, 27.11.2007 günlü 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkındaki Kanun; Devletler Hususi Hukukumuzun ana kaynağını oluşturur. Bu kanun "Milletlerarası Özel Hukuk" ile "Milletlerarası Usul Hukuku" olarak iki bölümde düzenlenmiştir.

Milletlerarası bağlantıları bulunan (Yabancı Unsurlu) olay ve ilişkilerden kaynaklanan hukuki uyuşmazlıklarda, mahkemelerin milletlerarası yetkilerini düzenleyen kaideler Usul Hukukunu meydana getirir. 5718 sayılı Yasa, milletlerarası yetkiye ilişkin hükümleri ile (Md.40-49) Türk mahkemelerinin Devletler hukuku anlamında haiz oldukları yargı yetkisini hangi ölçüler içinde kullanacaklarını belirler. 

    5718 sayılı yasanın milletlerarası yetki başlıklı 40 ncı maddesi "Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisini, iç hukukun yer itibariyle yetki kuralları tayin eder." hükmünü haiz olup, 6100 sayılı HMK.nun genel yetkili mahkeme başlıklı 6.madddesi, "Genel yetkili mahkeme, davalı gerçek veya tüzel kişinin davanın açıldığı tarihteki yerleşim yeri mahkemesidir." şeklindeki düzenlemeyi içermektedir. Yine aynı yasanın sözleşmeden doğan davalarda yetki başlıklı 10'ncu maddesine göre sözleşmeden doğan davalar, sözleşmenin ifa edileceği yer mahkemesinde de açılabilir." anılan yasanın haksız fiilden doğan davalarda yetki başlıklı 16'ncı maddesine göre ise “Haksız fiilden doğan davalarda, haksız fiilin işlendiği veya zararın meydana geldiği yahut gelme ihtimalinin bulunduğu yer ya da zarar görenin yerleşim yeri mahkemesi de yetkilidir."

Yukarıda yapılan açıklamalar doğrultusunda somut olayda gelince, davalılardan Gautier Semences S.A.S adlı yabancı uyruklu şirketin merkezi Fransa’da olan Fransız şirketi olduğu taraflar arasında çekişmesiz ve dosya kapsamı ile sabittir.Bu bağlamda uyuşmazlığın yabancı unsur içermesi karşısında bu davalının yetki itirazının yukarıda anılan yasal düzenlemeler çerçevesinde ele alınması gerektiği kuşkusuzdur.Bu nedenle davacı istemleri de gözetilerek  fesh edilmiş sözleşmeye dayalı olarak dahi HMK.nın 10.maddesi uyarınca  dava açılabileceği gibi, esasen sözleşmedeki karakteristik edimin ifa yerinin de Antalya İli olduğunun kabulü gerekir.Kaldı ki davacının dava dilekçesindeki istemleri de gözetilerek esasen haksız fiilin bir türü olan haksız rekabet olgusunun gerçekleştiği ve zararın meydana geldiği yer de Antalya İli olduğu açıktır.

 Bu durumda, mahkemece, yukarıda açıklanan yasal düzenlemeler ve açıklamalar çerçevesinde yabancı uyruklu anılan davalının yetki itirazının reddi ile işin esasına girilmek gerekirken yanlış ilkeden hareketle yanılgılı değerlendirmeye ve isabetli görülmeyen gerekçeye dayalı yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün davacı yararına bozulması gerekmiştir.

2-Öte yandan, mahkemece, diğer davalı şirketin davaya dayanak yapılan sözleşmeye taraf olmadığı gerekçesiyle bu davalı yönünden davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verilmiş ise de yabancı uyruklu davalı şirketle ilgili tüm deliler ibraz ettirilip denetlemeye elverişli bir şekilde değerlendirilmeden davacı tarafın bu davalı ile ilgili iddiaları nazara alınmadan salt sözleşmenin tarafı olmaması nedeniyle davanın reddine karar verilmesi eksik incelemeye dayalı olup, doğru görülmemiştir...” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI 

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, tek satıcılık sözleşmesinden kaynaklanan haksız rekabetin önlenmesi ile maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir. 

  Davacı vekili, müvekkilinin tohumculuk alanında araştırma ve üretim yapma haklarına sahip bir Türk tohum şirketi olduğunu,  davalılardan Gautier Semences S.A.S.’nin ise sektörde tedarikçi ve üreticilik yapan bir şirket olduğunu, müvekkili ile bu davalı arasında 2005 yılında tek satıcılık sözleşmesi imzalandığını, bu sözleşme uyarınca davalı Gautier Semences S.A.S’nin sözleşme konusu ürünleri inhisari olarak yalnızca davacıya göndereceğinin ve davacının da ürünleri kendi adına ve hesabına satacağının kararlaştırıldığını, müvekkili şirketin sürümü arttırmak ve ürünleri piyasada tanıtmak için 2005 yılından itibaren büyük yatırım ve promosyonlarda bulunduğunu ve ürünlerin piyasada kabul görmesini sağladığını, ancak 2010 yılı itibariyle davalı şirketin sözleşme ve taraflar arasındaki güven ilişkisine aykırı eylemlere başladığını, böyle olunca müvekkili şirketin zarar ettiğini, sözleşme devam ederken davalı Gautier Semences S.A.S.’nin diğer davalı Gautier Tohum Üretim Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şirketini kurup piyasaya girdiğini, taraflar arasındaki sözleşmenin davalı Gautier Semences S.A.S. tarafından 6 ay sonrasına kadar geçerli olacak şekilde tek taraflı feshedildiğini, fesih bildiriminin hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğunu ileri sürerek, davalının fesih bildiriminin geçersizliğine ve hakkaniyete uygun bir süre belirlenmesine, sözleşmeden kaynaklanan haklarının ihlali nedeniyle haksız rekabetin tespiti ve durdurulmasına, 100.000 Euro maddi tazminat, 50.000 Euro manevi tazminatın davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Gautier Tohum Üretim Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. vekili, davacının talepleri bakımından müvekkili şirketin sözleşme tarihinden sonra kurulmuş bir şirket olarak ve sözleşmeye taraf olmaması nedeniyle taraf gösterilemeyeceğini savunarak davanın husumet (sıfat yokluğu) yönünden reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Gautier Semensas S.A.S. vekili, huzurdaki davanın temelindeki ticari ilişkinin, Fransız kanunlarına göre kurulmuş bir şirket olan müvekkili şirket ile Türk Kanunlarına göre kurulmuş bir şirket olan davacı şirket arasında ve yetki sözleşmesi aktedilmeksizin tesis edilmiş olduğunu, dolayısıyla tarafların herhangi bir anlaşmazlık durumu için yargılamada yetkili mahkeme ve uygulanacak kanunu öngörmediklerini, tarafların yetkiye dair özel bir anlaşmaları olmadığından dilekçelerindeki açıklamaları ve genel hükümler doğrultusunda yetkili mahkemenin Fransız Mahkemeleri olduğunu, Fransız Kanunlarının uygulanması gerektiğini, merkezi Fransa’da bulunan müvekkili şirketin, davaya konu sözleşme konusu ürünleri üretici yapımcı sıfatıyla Fransa’da üretip gönderdiğini, bu ürünlerin de menkul mal niteliğinde olup, 6098 sayılı TBK.’nın 89. maddesi anlamında parça borcu olarak ifa edildiğini, 6098 sayılı TBK’nın 209. ve devamı maddelerinde yer alan taşınır satışına dair hükümler gereğince bu ürünlerin Fransa'dan gönderildiği an sözleşmenin ifa edildiği kabul edildiğinden, yetkili mahkemenin Fransa'daki Asliye Ticaret Mahkemeleri olması gerektiğini, müvekkili şirketin Ocak 2007'den Haziran 2007’ye kadar yalnızca altı aylık kısa süreli tek yetkili dağıtıcılık konusunda davacı şirket ile anlaştığını, bunun dışında taraflar arasında tek satıcılık sözleşmesinin bulunmadığını, 2006 tarihli yazının da bu nitelikte olmadığını, 2009 yılından itibaren ve davacı şirketin talebi üzerine, taraflar distribütörlük ilişkisi konusunda anlaşmak üzere uzun bir müzakere  sürecine girdiklerini ve davacı şirketten cevap alınamaması nedeniyle müvekkili şirketin ticari ilişkilerini sonlandırmaya karar verdiğini, noter kanalıyla tebliğ edilen 01.06.2010 tarihli fesihname ile, uluslararası şirketler ticari uygulamaları ve aynı zamanda Fransız Ticaret Kanunu’nun ticari ilişkilerinin feshine ilişkin maddesine uygun olarak müvekkili şirketin davacı şirkete 6 aylık bir süre tanıdığını ileri sürerek, öncelikle 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun (MÖHUK)  1. ve 40. madde atfıyla gidilen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 6. ve 10. maddeleri gereğince mahkemece yetkisizlik kararı verilerek  dosyanın yetkili Fransa Tarascon Mahkemesine gönderilmesine, yetki kapsamında MÖHUK 7. ve 24. madde doğrultusunda uygulanması gereken hukuk açısından, Fransız hukukunun  uygulanması gerektiğinin tespitine karar verilmesini, davanın esası açısından ise gerek uygulanması gereken Fransız hukuku, gerekse Türk hukuku açısından  haksız fesih söz konusu olmadığını savunarak davanın reddini talep etmiştir.

   Yerel Mahkemece, davacının davalı Gautier Tohum Üretim Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. ile bir sözleşme ilişkisinin bulunmadığı, diğer davalı Gautier Semences S.A.S şirketine gelince, bu şirketin Fransız kanunlarına göre kurulmuş ve merkezi Fransa 'da olan bir şirket olduğu, dolayısıyla taraflar arasındaki ilişkide yabancılık unsuru bulunduğu, taraflar arasındaki sözleşmede ihtilafların çözümü konusunda bir hüküm bulunmadığı, yabancılık unsuru içeren davalarda Türk mahkemelerinin yetkisi 5718 sayılı MÖHUK’ya göre belirlenmesi gerektiği, bu Kanun’un 40. maddesinin "Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisini, iç hukukun yer itibariyle yetki kuralları tayin eder."; 47. maddesinde de "Yer itibariyle yetkinin münhasır yetki esasına göre tayin edilmediği hâllerde, taraflar, aralarındaki yabancılık unsuru taşıyan ve borç ilişkilerinden doğan uyuşmazlığın yabancı bir devletin mahkemesinde görülmesi konusunda anlaşabilirler. Anlaşma, yazılı delille ispat edilmesi hâlinde geçerli olur. Dava, ancak yabancı mahkemenin kendisini yetkisiz sayması veya Türk mahkemelerinde yetki itirazında bulunulmaması hâlinde yetkili Türk mahkemesinde görülür." hükümlerini içerdiği, Kanun’un 47. maddesinde belirtilen şekilde taraflar arasında yetki anlaşması olmadığından yetkili mahkemenin HMK'nın yetkiye ilişkin hükümleri çerçevesinde belirlenmesi gerektiği, HMK 'nın 6./1. maddesinin "Genel yetkili mahkeme, davalı gerçek veya tüzel kişinin davanın açıldığı tarihteki yerleşim yeri mahkemesidir" şeklinde olduğu, davalı yabancı uyruklu şirketin ikametgâhının Tarascon/Fransa olduğu, HMK’nın 10. maddesindeki şartların Türk Mahkemelerinin yetkisi yönünden mevcut olmadığı gerekçesiyle davalı Gautier Tohum Üretim Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. aleyhine açılan davanın husumet nedeniyle reddine, davalı Gautier Semences S.A.S aleyhine açılan davanın dava dilekçesinin 5718 sayılı  MÖHUK'nın 40. maddesi  uyarınca yetkisizlik nedeniyle reddine karar verilmiştir.

Davacı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda karar başlığında yazılı gerekçelerle bozulmuştur. 

Yerel Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiş, direnme kararı davacı vekilince temyiz edilmiştir. 

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davalı Gautier Semences S.A.S’a karşı açılan davada Türk Mahkemelerinin mi, Fransız Mahkemelerinin mi yetkili olduğu; diğer davalı Gautier Tohum Üretim Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin davada sıfatının bulunup bulunmadığının tespitinde mahkemece yeterli araştırmanın yapılıp yapılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle, dava konusu uyuşmazlık yabancılık unsuru taşıdığından 5718 sayılı MÖHUK’nın yetkiye ilişkin düzenlemelerine değinmekte yarar vardır.

Türk mahkemelerinin yabancı unsurlu davalarda ne zaman yetkili, ne zaman yetkisiz olacağı meselesi 5718 sayılı MÖHUK’da düzenlenmiştir. Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisini düzenleyen temel kanun MÖHUK’da, konuya ilişkin bir genel kural ve birden çok özel kural öngörülmüştür.

Milletlerarası yetki konusuna ilişkin genel kural, MÖHUK’nın 40. maddesinde yer almaktadır. Bu hüküm uyarınca, yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklarda Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisini, iç hukukun yer itibariyle yetki kuralları tayin eder. Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisine ilişkin özel kurallar ise, MÖHUK’nın 41 ilâ 46. maddelerinde yer almaktadır. Bu maddelerde, yabancılık unsuru taşıyan bazı hukukî işlem ve ilişkiler bakımından Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisi doğrudan düzenlenmiştir (Şanlı, C./Esen, E./Ataman-Figanmeşe, İ.: Milletlerarası Özel Hukuk, İstanbul 2014, s.353 v.d.).

MÖHUK’nın “Sözleşmeden doğan borç ilişkilerinde uygulanacak hukuk” başlığını taşıyan 24. maddesi ise;

 “(1) Sözleşmeden doğan borç ilişkileri tarafların açık olarak seçtikleri hukuka tâbidir. Sözleşme hükümlerinden veya hâlin şartlarından tereddüde yer vermeyecek biçimde anlaşılabilen hukuk seçimi de geçerlidir. 

(2) Taraflar, seçilen hukukun sözleşmenin tamamına veya bir kısmına uygulanacağını kararlaştırabilirler. 

(3) Hukuk seçimi taraflarca her zaman yapılabilir veya değiştirilebilir. Sözleşmenin kurulmasından sonraki hukuk seçimi, üçüncü kişilerin hakları saklı kalmak kaydıyla, geriye etkili olarak geçerlidir. 

(4) Tarafların hukuk seçimi yapmamış olmaları hâlinde sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşmeyle en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanır. Bu hukuk, karakteristik edim borçlusunun, sözleşmenin kuruluşu sırasındaki mutad meskeni hukuku, ticarî veya meslekî faaliyetler gereği kurulan sözleşmelerde karakteristik edim borçlusunun işyeri, bulunmadığı takdirde yerleşim yeri hukuku, karakteristik edim borçlusunun birden çok işyeri varsa söz konusu sözleşmeyle en sıkı ilişki içinde bulunan işyeri hukuku olarak kabul edilir. Ancak hâlin bütün şartlarına göre sözleşmeyle daha sıkı ilişkili bir hukukun bulunması hâlinde sözleşme, bu hukuka tâbi olur.”

şeklinde düzenleme içermektedir.

Bu noktada belirtmek gerekirse, 6100 sayılı HMK’nın genel yetkili mahkeme başlıklı 6. maddesi; “Genel yetkili mahkeme, davalı gerçek veya tüzel kişinin davanın açıldığı tarihteki yerleşim yeri mahkemesidir.” şeklindeki düzenlemeyi içermektedir. 

Yine aynı Kanun’un sözleşmeden doğan davalarda yetki başlıklı 10. maddesi “Sözleşmeden doğan davalar, sözleşmenin ifa edileceği yer mahkemesinde de açılabilir.”; haksız fiilden doğan davalarda "yetki" başlıklı 16. maddesi ise “Haksız fiilden doğan davalarda, haksız fiilin işlendiği veya zararın meydana geldiği yahut gelme ihtimalinin bulunduğu yer ya da zarar görenin yerleşim yeri mahkemesi de yetkilidir.” hükümlerine haizdir.

Yetkiye ilişkin somut uyuşmazlığın çözümü bakımından mülga 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun (TTK) 57 vd. maddelerinde düzenlenen “haksız rekabet” ile tek satıcılık sözleşmesinin tanım ve unsurları ile bu tür sözleşmelerde uygulanacak yetki kurallarına da kısaca değinmekte yarar vardır.

Haksız fiilin bir türü olan ve zamanla ayrı bir müessese hâline gelen haksız rekabet, sadece işletmelerin ve rakiplerin değil, müşteriler başta olmak üzere tüm piyasa katılımcılarının ve kamunun da menfaatini gözeten, rekabet hakkının dürüstlük kuralları çerçevesinde kullanılmasını sağlamayı ve rekabet hakkının kötüye kullanılmasını engellemeyi amaçlayan bağımsız bir hukuki müessesedir. (Ertan Nomer, F.; Haksız Rekabet Hukuku, İstanbul 2016, s.4.)

Tek satıcılık sözleşmesi ise, borçlar hukukunda düzenlenen, isimsiz sözleşme türleri arasında yer alan, özellikle ticari hayatta ve bu nedenle de rekabet hukukunda sıkça karşılaşılan sözleşme türlerindendir. Bu sözleşme ile yapımcı, ürünlerinin tamamını veya bir kısmını belirli bir coğrafi bölgede inhisari olarak satmak üzere sadece tek satıcıya gönderme yükümlülüğünü, buna karşılık tek satıcı da sözleşme konusu malları kendi adına ve kendi hesabına satarak bu malların sürümünü arttırmak için faaliyette bulunmak yükümlülüğünü üstlenir (Arslan, A.S.: Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XII, Y. 2008, sayı 1-2, s. 3).

Tek satıcının yükümlülüklerini başka bir şekilde açıklamak gerekirse, tek satıcılık sözleşmelerinde tek satıcının asgari alım, sürümü arttırmak için faaliyette bulunma, bilgi verme, müşteri hizmetlerini yerine getirme, yapımcının menfaatlerini koruma, sır saklama, rekabet yasağı gibi yükümlülükleri bulunmaktadır (Tandoğan, H.: Borçlar Hukuku, Özel Borç İlişkileri, C.1, Ankara 1985, s.27-28, 42vd., İşgüzar, H.:Tek Satıcılık Sözleşmesi, Ankara1989, s.14, 61-69 vd.).

Tarafların tek satıcılık sözleşmesinde yetkili hukuk belirlememiş olmaları hâlinde, yetkili hukuk objektif bağlama kurallarına göre hâkim tarafından belirlenecektir. MÖHUK 24/4’e göre tarafların hukuk seçimi yapmamış olmaları hâlinde sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşmeyle en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanır ve bu hukuk, karakteristik edim borçlusunun, sözleşmenin kuruluşu sırasındaki mutat meskeni hukuku, ticarî veya meslekî faaliyetler gereği kurulan sözleşmelerde karakteristik edim borçlusunun iş yeri, bulunmadığı takdirde yerleşim yeri hukuku, karakteristik edim borçlusunun birden çok iş yeri varsa söz konusu sözleşmeyle en sıkı ilişki içinde bulunan iş yeri hukuku olarak kabul edilir. Ancak hâlin bütün şartlarına göre sözleşmeyle daha sıkı ilişkili bir hukukun bulunması hâlinde sözleşme, bu hukuka tâbi olur. Tek satıcılık sözleşmeleri tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmeler olması sebebiyle, burada uygulanacak hukukun tespiti açısından ağırlıklı edim yani karakteristik edimin tespiti gerekir.  Bir sözleşmedeki karakteristik edim, o sözleşmeyi diğer sözleşmelerden ayıran, o sözleşmeye kendine has bir özellik veren yani sözleşmeye ayırt edicilik katan edimdir. Tek satıcılık sözleşmesinde karakteristik edim ise tek satıcının edimi olduğu doktrinde ve içtihatlarda neredeyse birlik hâlinde kabul edilmektedir. (Demir Gökyayla, C.: Milletlerarası Özel Hukukta Tek Satıcılık Sözleşmeleri, Ankara 2005, s.368 vd.)

Sıfata ilişkin uyuşmazlığın çözümü bakımından davada sıfat kavramından kısaca bahsedilmesi gerekir.

Sıfat, dava konusu sübjektif hak ile taraflar arasındaki ilişkidir. Dava dilekçesinde davacı ve davalı olarak gösterilen kişiler şekli taraf kuramına göre o davanın tarafları iseler de, bu her zaman o kişilerin taraf sıfatına sahip oldukları anlamına gelmez. Taraf sıfatı dava şartı değildir. Ancak sıfat bir itiraz olduğundan, hâkim diğer itirazlar gibi taraf sıfatını da dava dosyasından anlayabildiği sürece kendiliğinden nazara alır. (Pekcanıtez, H./Atalay, O./Özekes M.: Medeni Usul Hukuku, Ankara 2012, s. 248-249)

Yapılan bu açıklamalar ışığında somut olaya gelindiğinde; davalılardan Gautier Semences S.A.S adlı yabancı uyruklu şirketin merkezi Fransa’da olan Fransız şirketi olduğu hususu uyuşmazlık dışı olup, uyuşmazlığın yabancı unsur içermesi karşısında bu davalının yetki itirazının yukarıda anılan yasal düzenlemeler çerçevesinde ele alınması gerektiği kuşkusuzdur. Davacı şirket ile davalı yabancı şirket arasındaki sözleşme hukuki niteliği bakımından tek satıcılık sözleşmesi olup, her ne kadar davalı yabancı şirket sözleşmeyi feshetmiş olsa da, dava dilekçesi bu fesih bildiriminin geçersizliği istemini içerdiği gibi, tek satıcılık sözleşmesi devam ederken rekabet etmeme yasağına ve sözleşme hükümlerine aykırı şekilde diğer davalı şirketi kurarak haksız rekabette bulunduğu iddiasını da içerdiğinden, MÖHUK 40. maddesinin atıfta bulunduğu HMK’nın 10. maddesinde düzenlenen sözleşmeye ilişkin özel yetki kuralı uygulanacaktır. Bu madde hükmüne göre sözleşmeden doğan davalar, sözleşmenin ifa edileceği yer mahkemesinde de açılabilir. MÖHUK’nın 24. maddesinin 4. fıkrasında ise tarafların hukuk seçimi yapmamış olmaları hâlinde sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşmeyle en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanacağından ve bu hukuk, karakteristik edim borçlusunun, sözleşmenin kuruluşu sırasındaki mutat meskeni hukuku, ticarî veya meslekî faaliyetler gereği kurulan sözleşmelerde karakteristik edim borçlusunun iş yeri, bulunmadığı takdirde yerleşim yeri hukuku, karakteristik edim borçlusunun birden çok iş yeri varsa söz konusu sözleşmeyle en sıkı ilişki içinde bulunan iş yeri hukuku olarak kabul edilir.  Eldeki davada, taraflar arasındaki sözleşme tek satıcılık sözleşmesi niteliğinde olup, bu tür sözleşmelerde tek satıcının edimi karakteristik edim olarak kabul edildiğinden, karakteristik edimin ifa yeri de Antalya ili olduğundan Türk Mahkemeleri yargı yetkisine haizdir.

Diğer yandan, davacı şirket vekilince haksız fiilin bir türü olan haksız rekabete dayalı olarak davalılardan tazminat talebinde bulunulmuş olması esas alındığında da, yine MÖHUK’un  40. maddesinin atıfta bulunduğu HMK’nın 16. maddesi gereğince haksız rekabet olgusunun gerçekleştiğinin ve zararın doğduğunun iddia olunduğu yer de Antalya ili olduğundan eldeki uyuşmazlıkta Türk Mahkemeleri yargı yetkisine sahiptir.

Sıfata ilişkin uyuşmazlık bakımından ise, davacı vekilince davalı Gautier Tohum Zir. San. Tic. Ltd. Şti. aleyhine açılan dava haksız rekabet ve uğranılan zarar iddiasına dayalı olarak açılmış olup, bu şirketin diğer davalı yabancı şirket ile aralarında organik bağ bulunduğu ve diğer davalı tek satıcılık sözleşmesinin tarafından bağımsız bir 3. kişi olmadığı iddialarıyla bu şirkete karşı açılmış davanın, mahkemece bu iddialar nazara alınıp deliller toplanıp değerlendirilmeden sırf davacı şirket ile aralarında sözleşme bulunmadığı gerekçesiyle sıfat yokluğundan reddi doğru değildir. 

Mahkemece açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirme yapılarak, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Nitekim Özel Daire de bozma kararında aynı hususa işaret etmiştir.

Bu durumda direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıdaki belirtilen bu ilâve gerekçe ve nedenlerle bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir.

S O N U Ç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda açıklanan ilâve nedenlerden dolayı  6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440.  maddesine göre kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 10.10.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

05 Mayıs, 2020

6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU MADDE 1472'YE GÖRE HALEFİYET ESASINA GÖRE AÇILACAK SİGORTA DAVALARINDA GÖREVLİ MAHKEMENİN BELİRLENMESİNDE UYGULANACAK ÖLÇÜTLER

6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU MADDE 1472'YE GÖRE HALEFİYET ESASINA GÖRE AÇILACAK SİGORTA DAVALARINDA GÖREVLİ MAHKEMENİN BELİRLENMESİNDE UYGULANACAK ÖLÇÜTLER

I. GİRİŞ:

Bu makalemizde 6102 sayılı TTK m. 1472'ye göre kendi sigortalısına halef olan sigorta şirketinin kendi sigortalısına ödediği sigorta tazminatını sorumlulardan geri alabilmek için açacağı tazminat davasında görevli mahkemenin hangi ölçütlere göre belirleneceğini Yargıtay kararları çerçevesinde tartışacağız. 

II. TÜRK TİCARET KANUNU MADDE 1472'DE GETİRİLEN DÜZENLEME:

6102 Sayılı TTK m. 1472 aşağıdaki düzenlemeyi getirmiştir.

"Sigortacı, sigorta tazminatını ödediğinde, hukuken sigortalının yerine geçer. Sigortalının, gerçekleşen zarardan dolayı sorumlulara karşı dava hakkı varsa bu hak, tazmin ettiği bedel kadar, sigortacıya intikal eder. Sorumlulara karşı bir dava veya takip başlatılmışsa, sigortacı, mahkemenin veya diğer tarafın onayı gerekmeksizin, halefiyet kuralı uyarınca, sigortalısına yaptığı ödemeyi ispat ederek, dava veya takibi kaldığı yerden devam ettirebilir.

Sigortalı, birinci fıkraya göre sigortacıya geçen haklarını ihlal edici şekilde davranırsa, sigortacıya karşı sorumlu olur. Sigortacı zararı kısmen tazmin etmişse, sigortalı kalan kısımdan dolayı sorumlulara karşı sahip olduğu başvurma hakkını korur."

Bu maddeye göre sigortacı sigorta tazminatını ödemiş olmalı, sigortalının gerçekleşen zarardan dolayı sorumlulara karşı dava hakkı bulunmalı ve sigortacı sigortalısına yaptığı ödemeyi ispat etmelidir. Sigortacının bu koşulları sağlaması durumunda sigortalı yerine geçerek dava açmak ya da açılmış olan davayı sigortalısı yerine geçerek takip etmek hakkı doğacaktır. Bu makalemizin konusunu da sigortacının açacağı davanın hangi mahkemenin görevine gireceği oluşturmaktadır. 

III. YARGITAY 17. HUKUK DAİRESİNİN GETİRDİĞİ ÖLÇÜTLER: 

Yargıtay 17. HD aşağıya tam metnini aldığımız kararlarında sigortacının açacağı davada görevli mahkemenin nasıl belirleneceği konusunda aşağıdaki ölçütleri belirlemiştir. 

Buna göre ilk önce sigortacının sigortaladığı müşterisi ile dava açacağı kişi arasındaki ilişkinin hukuki mahiyeti nazara alınır. Yani sigortalanan kişi ile zarara neden olan kişi arasındaki hukuki ilişki davanın görüleceği mahkemenin belirlenmesinde öncelikle dikkate alınacaktır. Çünkü sigortacı davayı kendi zararına karşılık olarak değil ödediği sigorta tazminatına karşılık olarak kendi sigortalısına halef olarak açmaktadır. 

Bu durum Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun 22.03.1944 tarihli 37 Esas ve 9 Karar sayılı kararında “Ticaret Kanununun 965 (yeni TTK 1472) maddesiyle konulmuş bulunan esasa göre sigortacı poliçede yazılı olup da sigortalısına ödediği sigorta bedeli nispetinde sigortalının yerine geçer. Bu bir kanunu halefiyettir. Bu nedenle sigortacının haksız fiil failinin karşısına çıkması zarar gören şahsa ödemiş olduğu miktar nispetinde dava külfetinden kurtarmış olduğu içindir.” şeklinde tespit edilmiştir. Bu nedenle sigortacının sorumlu kişi aleyhine açacağı dava, sigorta poliçesinden doğan bir dava olmayıp TTK m. 1472'ye göre açılacak davalarda bir ticari dava sayılamaz. Bu dava, aynen sigortalı kimsenin sorumlu kişiye karşı açmış olduğu bir dava gibidir. Sigortalının muhtelif mahkemelerde dava açma hakkı varsa aynı hak, sigortacının halefiyet hakkına dayanan rücu davası için de söz konusudur. Dolayısıyla eğer zarar gören sigortalananın zarar veren kişiye karşı açacağı maddi tazminat davası asliye hukuk mahkemesinde ya da tüketici mahkemesinde görülecekse zarar gören sigortalanana tazminat ödeyerek halef olan sigortacının açacağı dava da bu mahkemelerde görülür. Eğer zarar gören sigortalanın açacağı dava kendisinin tacir davalı tarafın da tacir olması nedeniyle tacirler arasındaki haksız fiillerden kaynaklı davalarda ticaret mahkemelerinin görevli olması nedeniyle ticaret mahkemeleri görevli olduğundan TTK m. 1472'ye göre sigortacının açacağı halefiyet davası da ticaret mahkemesinde görülecektir. Bu son durumda davanın ticaret mahkemesinde görülmesi zarar görenle zarar veren arasındaki hukuki ilişkinin ticari ilişki olmasındandır. 

Aşağıya tam metnini alıntıladığımız her iki Yargıtay 17. HD kararında Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun 22.03.1944 tarihli 37 Esas ve 9 Karar sayılı kararından alıntı yapılmış gibi “sigortacının sorumlu kişi aleyhine açacağı dava, sigorta poliçesinden doğan bir dava değildir. Bu nedenle, halefiyet davası bir ticari dava sayılamaz. Bu dava, aynen sigortalı kimsenin sorumlu kişiye karşı açmış olduğu bir dava gibidir. Sigortalının muhtelif mahkemelerde dava açma hakkı varsa aynı hak, sigortacının halefiyet hakkına dayanan rücu davası için de söz konusudur” ifadesinin yer aldığı görülmektedir. Söz konusu Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun 22.03.1944 tarihli 37 Esas ve 9 Karar sayılı kararında böyle bir ifade bulunmamakta olup tırnak içinde yer alan bu ifadeler Yargıtay 17. HD heyetinin Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun kararından yaptığı çıkarımlardır. Kararın kaleme alınış şekli özensiz olduğundan bu ifadeler sanki Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun kararından alıntılanmış gibi her iki karara da geçmiştir. 

IV. YARGITAY 17. HUKUK DAİRESİ KARARLARI: 

            T.C.
   YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2016/20369 
KARAR NO : 2019/8459

Taraflar arasındaki işyeri sigorta poliçesinden kaynaklanan rücuen tazminat alacağına dayalı itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın  kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili; müvekkili şirkete sigortalı bulunan Ünlü Gıda Sanayi Ticaret Şirketi'nin Market Paket Sigorta Poliçesi ile sigortalı olduğunu, 05/06/2013 tarihinde meydana gelen yağış sonucu cadde üzerindeki KASKİ'ye ait logarın tıkanması nedeni ile müvekkiline sigortalı iş yerinde 2.808,00 TL zarar meydana geldiğini, sigorta şikretinin hasar bedelini ödediği söz konusu ödemeye ilişkin hasar tazminatının ödeme tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan rücuen alınarak taraflarına verilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. 

Davalı  vekili, yargı yolu ve husumet itirazında bulunmak suretiyle, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma ve toplanan delillere göre,davanın kabulü ile 2.808,00 TL nin ödeme tarihi olan 12/07/2013 tarihinden itibaren yasal faizi ile davalı Kaski'den  alınarak  davacıya ödenmesine karar verilmiş; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dava, işyeri sigorta poliçesi gereği sigortalısına ödeme yapan davacının ödediği bedelin, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 1472. maddesine göre, zarardan sorumlu olduğu iddia olunan davalıdan rücuen tahsili istemine ilişkindir.

Davacı sigorta şirketi, bu davayı sigortalısının halefi olarak açtığına göre, görevli mahkemenin tayininde sigortalı ile davalı arasındaki ilişkinin hukuki mahiyeti nazara alınır.

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun 22.03.1944 tarihli 37 Esas ve 9 Karar sayılı kararında bu husus “sigortacının sorumlu kişi aleyhine açacağı dava, sigorta poliçesinden doğan bir dava değildir. Bu nedenle, halefiyet davası bir ticari dava sayılamaz. Bu dava, aynen sigortalı kimsenin sorumlu kişiye karşı açmış olduğu bir dava gibidir. Sigortalının muhtelif mahkemelerde dava açma hakkı varsa aynı hak, sigortacının halefiyet hakkına dayanan rücu davası için de söz konusudur” şeklinde vurgulanmaktadır. Buna göre; sigortacının halefiyete dayalı olarak açtığı davada, davanın nitelendirmesi yapılırken, davacının sigortalısı ile zarara neden olduğu iddia edilen davalı arasındaki hukuki ilişkiye bakılması gerekir.

Dava tarihi olan 16/12/2013 tarihi itibarı ile yürürlükte bulunan 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 16/1. maddesinde kendi kuruluş kanunları gereğince özel hukuk hükümleri dairesinde idare edilmek ve ticari şekilde işletilmek üzere devlet, vilayet, belediye gibi kamu tüzel kişileri tarafından kurulan teşekkül ve müesseselerin dahi tacir sayılacakları hükme bağlanmıştır.

İSKİ’nin kuruluşu hakkındaki 2560 sayılı kanunun ek 5. maddesinde bu kanunun diğer Büyükşehir Belediyelerinde de uygulanacağı açıklanmış olup böylece KASKİ de 2560 sayılı kanuna tabi bir kuruluş haline gelmiştir.

Bu durum karşısında somut olaya bakıldığında; davacının sigortalısı Ünlü Gıda San.Tic.Ltd.Şti.tüzel kişi tacir olduğu gibi, davalı KASKİ de TTK'nın 3, 11, 16/1. maddeleri ve 2560 sayılı Kanun hükümleri uyarınca faaliyetlerini özel hukuk hükümlerine göre sürdüren tacir tüzel kişidir. Davacının sigortalısı ile davalı arasındaki hukuki ilişki ise haksız fiilden doğmuştur. Bu durum karşısında, her iki taraf da tacir olduğundan, tacirler arasındaki haksız fiilden doğan davada özel görevli mahkeme olan Asliye Ticaret Mahkemeleri'nin görevli olduğu, davacının halefiyete dayalı olarak açtığı rücuen tazminat davasında da Asliye Ticaret Mahkemesi'nin görevli olduğu gözetilerek; 6100 sayılı HMK'nun 114/1-c. maddesine göre görevsizlik nedeniyle HMK'nun 115/2. maddesi gereğince dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verilmesi gerekirken; yazılı olduğu biçimde işin esasının incelenerek hüküm tesisi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

2-Bozma neden ve şekline göre; davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.

SONUÇ:Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA; (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine, 24/09/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi. 
           T.C.
   YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2016/10840 
KARAR NO : 2019/7369

Taraflar arasındaki işyeri sigorta poliçesinden kaynaklanan rücuen tazminat alacağına dayalı itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, davacı nezdinde sınai-ticari yangın sigorta poliçesi ile sigortalı Mudo Satış Mağazaları A.Ş.'ne ait iş yerinin davalı MESKİ'ye ait su borularının patlaması sonucu hasar gördüğünü, meydana gelen hasar nedeniyle davacı şirketin 06/09/2012 tarihinde sigortalısına 41.410,00 TL tazminat ödediğini ve sigortalısının haklarına halef olduğunu belirterek Adana 13.İcra Müdürlüğünün 2013/1124 sayılı takip dosyasındaki haksız ve kötü niyetli itirazın iptaline, davalının icra inkar tazminatına mahkum edilmesine karar verilmesini talep etmiştir. 

Davalı  vekili, haksız, yersiz ve hukuki dayanaktan yoksun açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma ve toplanan delillere göre, davanın kısmen kabulü ile davalının Adana 13. İcra Müdürlüğünün 2013/1124 sayılı takip dosyasında asıl alacağın 10.350,00 TL ile bu miktarın ödeme tarihi olan 06/09/2012 tarihinden takip tarihi olan 01/02/2013 tarihine kadar işlemiş yasal faizine yönelik davalı itirazının iptaline, bu miktarlar üzerinden icra takibinin devamına, davacının icra inkar tazminatı isteminin reddine karar verilmiş; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dava, işyeri sigorta poliçesi gereği sigortalısına ödeme yapan davacının ödediği bedelin, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 1472. maddesine göre, zarardan sorumlu olduğu iddia olunan davalıdan rücuen tahsili için başlatılan icra takibine vaki itirazın iptali istemine ilişkindir.

Davacı sigorta şirketi, bu davayı sigortalısının halefi olarak açtığına göre, görevli mahkemenin tayininde sigortalı ile davalı arasındaki ilişkinin hukuki mahiyeti nazara alınır. 

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun 22.03.1944 tarihli 37 Esas ve 9 Karar sayılı kararında bu husus “sigortacının sorumlu kişi aleyhine açacağı dava, sigorta poliçesinden doğan bir dava değildir. Bu nedenle, halefiyet davası bir ticari dava sayılamaz. Bu dava, aynen sigortalı kimsenin sorumlu kişiye karşı açmış olduğu bir dava gibidir. Sigortalının muhtelif mahkemelerde dava açma hakkı varsa aynı hak, sigortacının halefiyet hakkına dayanan rücu davası için de söz konusudur” şeklinde vurgulanmaktadır. Buna göre; sigortacının halefiyete dayalı olarak açtığı davada, davanın nitelendirmesi yapılırken, davacının sigortalısı ile zarara neden olduğu iddia edilen davalı arasındaki hukuki ilişkiye bakılması gerekir.

Dava tarihi olan 16/12/2013 tarihi itibarı ile yürürlükte bulunan 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 16/1. maddesinde kendi kuruluş kanunları gereğince özel hukuk hükümleri dairesinde idare edilmek ve ticari şekilde işletilmek üzere devlet, vilayet, belediye gibi kamu tüzel kişileri tarafından kurulan teşekkül ve müesseselerin dahi tacir sayılacakları hükme bağlanmıştır.

İSKİ’nin kuruluşu hakkındaki 2560 sayılı kanunun ek 5. maddesinde bu kanunun diğer Büyükşehir Belediyelerinde de uygulanacağı açıklanmış olup böylece MESKİ de 2560 sayılı kanuna tabi bir kuruluş haline gelmiştir. 

Bu durum karşısında somut olaya bakıldığında; davacının sigortalısı Mudo Satış Mağazaları A.Ş. tüzel kişi tacir olduğu gibi, davalı MESKİ de TTK'nın 3, 11, 16/1. maddeleri ve 2560 sayılı Kanun hükümleri uyarınca faaliyetlerini özel hukuk hükümlerine göre sürdüren tacir tüzel kişidir. Davacının sigortalısı ile davalı arasındaki hukuki ilişki ise haksız fiilden doğmuştur. Bu durum karşısında, her iki taraf da tacir olduğundan, tacirler arasındaki haksız fiilden doğan davada özel görevli mahkeme olan Asliye Ticaret Mahkemeleri'nin görevli olduğu, davacının halefiyete dayalı olarak açtığı rücuen tazminat davasında da Asliye Ticaret Mahkemesi'nin görevli olduğu gözetilerek; 6100 sayılı HMK'nun 114/1-c. maddesine göre görevsizlik nedeniyle HMK'nun 115/2. maddesi gereğince dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verilmesi gerekirken; yazılı olduğu biçimde işin esasının incelenerek hüküm tesisi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

2-Bozma neden ve şekline göre; davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA; (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına; peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 12/06/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.