AŞKIN ZARARIN KARİNE OLARAK KABUL EDİLMESİ
I.GİRİŞ:
Ülkemizde yaşanan ağır ekonomik krizler eski Borçlar Kanununda munzam zarar olarak ifade edilen aşkın zarar tazminatı talepli davaların sayısının artmasına neden olmuştur. Bu davalarda borçlunun kusurlu olması koşulunun yerini Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru kararları ile aşkın zarar karinesi almıştır. Bu makalemizde aşkın zarar tazminatının uygulanmasında gelinen durumu Yargıtay’ın güncel kararı ile Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru kararı çerçevesinde açıklamaya çalışacağız.
II.AŞKIN ZARAR KAVRAMI VE DAYANAK YASA MADDESİ:
Aşkın zararın hukukumuzda ki yasal dayanağı TBK m. 122’dir. 6098 sayılı TBK m. 122’ye göre; “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür. Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder.” Bu maddeden yola çıkarak aşkın zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüdün sonunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farkın temerrüt faizi ile karşılanmayan, onu aşan bölümüne karşılık gelen zarar olarak tanımlanabilir.
Bu tanıma göre aşkın zarar için alacaklının temerrüt faizini aşan bir zararının gerçekleşmiş olması, temerrütle aşkın zarar arasında nedensellik bağı bulunması ve borçlunun kusursuzluğunu ispatlayamamış olması gerekmektedir. Bu üç koşulun varlığı halinde aşkın zararın gerçekleştiği ve zarar görenin tazminat talep etme hakkı doğduğu kabul edilmekteydi. Aşağıya tam metnini aldığımız Yargıtay 15. HD kararı ile Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru kararı sonrasında aşkın zarar karine olarak kabul edilmeye başlandı.
III.ANAYASA MAHKEMESİNİN BİREYSEL BAŞVURU KARARININ İNCELENMESİ:
Anayasa Mahkemesinin aşağıya tam metnini aldığımız 21.12.2017 gün ve 2014 / 2267 sayılı bireysel başvuru kararında aşkın zararla ilgili olarak aşağıdaki tespitlere yer verilmiştir.
Anayasa mahkemesi aşkın zararın tazmini davasının mülkiyet hakkı kapsamında olduğunu belirttiği söz konusu alacağının değer kaybına uğratılması nedeniyle oluşan zararının giderimine ilişkin olması nedeniyle kişinin mülkünün varlığının aşkın zararın mevcut olup olmadığı ile ilgili olarak değil kişinin şikâyetine konu asıl alacağı dikkate alınarak belirlenmesi gerektiğini, bu nedenle de mahkeme kararıyla nihai olarak tespit edilmiş olan söz konusu alacağın belirli ve icra edilebilir niteliği gereği mülkiyet hakkı kapsamında olduğunu, buna göre aşkın zararın tazminine ilişkin sürecin ise mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacağın değer kaybına uğratılıp uğratılmadığıyla bağlantılı olarak ölçülülük bağlamında incelenmesi gerektiğini tespit etmiştir. Dolayısıyla kişinin mahkeme kararıyla tespit edilen söz konusu alacağı yönünden Anayasa'nın 35’inci maddesi anlamında mülkiyet hakkının mevcut olduğu kabul edilmektedir.
Anayasa mahkemesi kişinin alacağına geç kavuşmuş olmasının mülkiyetinden yoksun bırakılması niteliği taşımadığını ve müdahalenin mülkiyetin kontrolü veya düzenlenmesi amacıyla da yapılmadığını ancak kişinin mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin "mülkiyetten barışçıl yararlanma" ilkesinin ihlali anlamına geldiğini kabul etmektedir.
Ülkede enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesinden borçlunun yararlandığı, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurduğu, bu nedenle de borçlunun borcunu süresinde ödemeyerek, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstererek yargı mercilerindeki dava ve takiplerin çoğalmasına neden olduğu, yargıya güvenin azalmasına neden olduğu, toplumda kendiliğinden hak almak düşüncesinin yaygınlaşarak kamu düzeninin bozulmasına neden olduğu, kişi ve toplum güvenliğinin sarsıldığı tespitinde bulunmaktadır. (AYM, E.1997/34, K.1998/79, 15/12/1998). Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda arada geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkânı da bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğratılmaktadır (AYM, E.2008/58, K.2011/37, 10/2/2011).
Buna karşılık başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacağı için aynı dönemde başvurucuya faiz ödemesi yapılmasına karşılık ödenen faiz tutarının aynı dönemde enflasyonun kümülatif olarak daha fazla artmış olmasının enflasyon karşısında bu alacağın önemli ölçüde değer kaybına uğradığını gösterdiğini tespit etmektedir.
Sonuç olarak başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklendiği kanaatine varılmıştır. Bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu değerlendirilmiştir. Bu gerekçelerle Anayasa’nın 35’inci maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.
Anayasa Mahkemesi bu kararı ile 6098 sayılı TBK m. 122’ye göre aşkın zarara uğradığı iddiasındaki davacının zarar uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki yorumu kabul etmemekte ve ülkenin ekonomik durumu nedeniyle ödenmeyen borçlarda daha avantajlı duruma gelen borçlulara karşı alacaklının aşkın zarara uğradığını karine olarak kabul etme yolunu seçmiştir.
IV.YARGITAY 15. HUKUK DAİRESİ KARARININ İNCELENMESİ:
Yargıtay 15. HD 2018 / 1494 Esas; 2019 / 932 Karar ve 04.03.2019 Tarih sayılı kararında Anayasa Mahkemesinin yukarıda açıklamasını yaptığımız bireysel başvuru kararına yollama yaptıktan sonra aşkın zarar karinesinden yola çıkarak; “ülkemizde yaşanan ve herkes tarafından bilinen enflasyon, artan fiyatlar, döviz artışı vs. gibi olgular nedeniyle her zaman alacaklıların zararının temerrüt faizi ile karşılanması mümkün olmayacağından, mahkemece gecikme halinde temerrüt faizini aşan zararın varlığı karine olarak kabul edilip bu karinenin aksi davalı borçlu tarafından kanıtlanmadığı, alacaklılar vekillerinin 15.06.2010 tarihli ibranameleri alacağın dayanağı olan davada hükmedilen alacak miktarı ve icra takibine konu olan alacak, harç, icra masrafları ve vekâlet ücreti ile ilgili olup munzam zararla ilgili borçlunun ibra edildiğini kabule yeterli olmadığından öncelikle munzam zarar talep edilen alacakla ilgili temerrüt tarihinden tahsil tarihine kadar geçen süredeki enflasyon verilerini gösterir TEFE, TÜFE-ÜFE oranları, banka vadeli mevzuat faiz oranları, döviz kurları, devlet tahvil faiz oranları, işçi ücretleri ve diğer yatırım araçları ile ilgili getiri bilgilerinin resmi kurumlardan sorulup tesbit edildikten sonra, yeniden oluşturulacak munzam zarar hesabı konusunda uzman bilirkişi kurulundan, tahsiline karar verilen davacılar alacağının temerrüt tarihinde bu yatırım araçlarından oluşacak sepete yatırılması ve değerlendirilmesi halinde tahsil tarihlerinde asıl alacakla birlikte getirisinin ulaşabileceği miktar ile tahsiline hükmedilen asıl alacak ve bu alacak için temerrüt tarihinden tahsil tarihlerine kadar davacıların tahsil edebilecekleri ve tahsil ettikleri faiz miktarı ve toplam miktar ve bu şekilde bulunacak toplam miktarlar arasındaki fark konusunda gerekçeli, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınıp değerlendirilerek faizle karşılanamayan zarar konusunda sonucuna uygun bir karar verilmesi yerine eksik inceleme ile davanın reddi doğru olmamış, kararın bozulması uygun bulunmuştur.” tespitinde bulunmuştur.
Yargıtay bu kararı ile hem aşkın zarar karinesini kabul etmiş, hem aşkın zarar karinesini çürütme yükümlülüğünün borçluda olduğunu kabul etmiş hem de aşkın zarar hesabının nasıl yapılması gerektiğini tespit etmiştir.
V.ANAYASA
MAHKEMESİNİN BİREYSEL BAŞVURU KARARI:
|
|
|||
|
|
|
||
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvuru, mahkemece hükmedilen alacağın
değer kaybına uğratılarak ödenmesi nedeniyle mülkiyet hakkının; yargılamanın
uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği
iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru 20/2/2014 tarihinde
yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin
idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul
edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun
kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar
verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi
için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü
bildirmiştir.
7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı
süresinde beyanda bulunmuştur.
8. Birinci Bölüm tarafından 5/12/2017
tarihinde yapılan toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara
bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 28.
maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar
verilmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
9. Başvuru formu ve eklerinde ifade
edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
A. Uyuşmazlığın
Arka Planı
10. Başvurucu, inşaat işleri ile iştigal
etmek üzere 1970 yılında Ankara'da kurulmuş bir ticaret şirketidir.
11. Başvurucu Şirket ile Devlet Su İşleri
(DSİ) Genel Müdürlüğü arasında 9/5/1977 tarihinde "Karacaören Barajı
ve Hidroelektrik Santral (HES) Tesisleri" inşaatı için sözleşme
imzalanmıştır. Bu sözleşme doğrultusunda başvurucu tarafından 1977
yılında Karacaören Barajı'nın inşaatına başlanmıştır.
12. İnşaatın devamı sırasında 14/3/1980
tarihinde ek bir sözleşme daha akdedilmiş ancak başvurucunun talebi ve idarenin
de uygun görmesi üzerine 9/6/1988 tarihinde inşaat işi tasfiye edilerek
sonlandırılmıştır. İşin sonlandırılması üzerine idare tarafından yapılan
işlerin masrafları için kesin hesap çıkarılmış, başvurucu Şirket ise 24/10/1989
tarihinde bu kesin hesaba itiraz etmiştir.
B. Alacak
Davası Süreci
13. Başvurucu, tasfiye ile sonuçlanan
inşaat yapım işi çerçevesinde yapılan işlerinin hak edişi olarak 500 TL (Eski
TL ile 500.000.000 TL olup bundan böyle tutarlar yalnızca yeni TL ile
gösterilecektir.) tutarındaki alacağın tahsili istemiyle 10/10/1990 tarihinde
Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır.
14. Mahkeme 27/12/1993 tarihinde davanın
kabulüne karar vermiş, Yargıtay ise 18/11/1994 tarihinde hükmün bozulmasına
karar vermiştir. Bozma ilamı sonrası başvurucu 16/3/1995 tarihinde 86.680,47 TL
daha alacağıntahsili istemine ilişkin olarak ek bir dava açmış, bu ek
dava aynı dava ile birleştirilerek yargılamaya devam olunmuştur. Başvurucu, ek
dava dilekçesiyle ayrıca sözleşme kapsamında yararına hükmedilen alacağın
DSİ'den geç tahsil edilmesi nedeniyle uğradığı munzam zararın tazminini de
talep etmiştir. Ancak Mahkeme 15/12/1998 tarihli duruşmada munzam zararın
tazminine ilişkin istem yönünden davanın tefrikine karar vermiştir.
15. Mahkeme 15/12/1998 tarihinde davanın
kısmen kabulüne karar vermiş ancak bu hüküm de Yargıtay tarafından 20/5/1999
tarihinde tazminatın hatalı hesaplandığı gerekçesiyle bozulmuştur. Mahkemenin
12/9/2000 tarihli hükmü de Yargıtayca yine hatalı hesaplama nedeniyle
6/2/2001 tarihinde bozulmuştur. Mahkemenin 5/7/2001 tarihli davanın kısmen
kabulüne ilişkin hükmü ise Yargıtay 15. Hukuk Dairesince 27/12/2001 tarihinde
usul yönünden bozulmuştur.
16. Nihayet Mahkeme 19/4/2002 tarihinde
davanın kısmen kabulü ile daha önce kesinleşmiş bulunan 58.926,87 TL'nin
DSİ'den alınarak başvurucuya verilmesine karar vermiştir. Karar ile bu tutarın
2.780,82 TL'lik kısmına 9/6/1988 tarihinden itibaren, kalan 56.056,05 TL'lik
kısmına ise dava tarihinden itibaren reeskont faizi işletilmesine hükmedilmiştir.
Mahkeme ayrıca, başvurucu yararına 16/3/1995 tarihinden itibaren işletilecek
reeskont faizi ile birlikte 13.936,09 alacağın daha DSİ'den tahsiline ancak
miktardan 9.894,27 TL KDV (katma değer vergisi) düşülmesine karar vermiştir.
17. Bu karar davalı idare tarafından
temyiz edilmiş, Dairenin 6/6/2002 tarihli ilamıyla hükmün düzeltilerek
onanmasına karar verilmiştir. Daire, bozma dışında kalan miktara ilişkin karar
verilirken asıl dava ile birleşen davadaki miktarların ayrılmadan karar
verilmesinin doğru olmadığını belirtmiştir. Daire, bu gerekçeyle hüküm
fıkrasındaki rakamları çıkararak hükmü düzeltmiştir. Buna göre asıl davada
486,69 TL'nin dava tarihi olan 10/10/1990 tarihinden itibaren değişen oranlı
reeskont faizi, birleşen davada ise 58.440,18 TL'nin 2.870,82 TL'lik bölümüne
9/6/1988 tarihinden, 55.569,36 TL'lik bölümüne ise birleşen dava tarihi olan
16/3/1995 tarihinden itibaren değişen oranlı reeskont faizi uygulanmak
suretiyle davalı idareden alınarak başvurucuya verilmesine karar verilmiştir.
18. Başvurucuya Mahkeme ilamı
doğrultusunda 23/9/2002 tarihinde 62.968,69 TL asıl alacak ve 348.027,70 TL
faiz olmak üzere toplam 410.996,39 TL tutarında ödeme yapılmıştır.
C. Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesine Başvuru Süreci
19. Başvurucu 4/12/2002 tarihinde Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurucu,
açmış olduğu alacak davasında yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca, uzayan
hukuki süreç sonunda sözleşmedeki tutarın ödenmesinin geciktiğini ve bu tutarın
düşük bir faiz oranıyla ödenmesi nedeniyle mali yönden kayba uğradığını
belirterek mülkiyet hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
20. AİHM, 7/10/2008 tarihinde mülkiyet
hakkının ihlali iddiası yönünden iç hukuk yollarının tüketilmemesi nedeniyle
başvurunun kısmi olarak kabul edilemez olduğuna karar vermiştir (Naci Balkar
(Baltutan) ve Ano İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti./Türkiye (k.k.),
B. No: 9522/03, 7/10/2008). AİHM kararında, ilke olarak alacağın geç
ödenmesinden kaynaklanan zararın enflasyon oranı ile müsavi faiz ödenerek
telafi edilebileceği belirtilmiştir. Buna karşın AİHM, başvurucunun gecikme
dolayısıyla ödenen faizi aşan zararlarının 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı
mülga Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde öngörülen iç hukuk yolunu
kullanabileceğine dikkat çekmiştir. Aynı kararda AİHM, başvurucunun makul
sürede yargılanma hakkına ilişkin şikâyetinin incelenmesini ise sonraya
bırakmıştır.
21. AİHM, 6/10/2009 tarihinde ise
başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir
(Baltutan ve Ano İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti./Türkiye, B.
No: 9522/03, 6/10/2009).
D. Başvuruya
Konu Munzam Zararın Tazmini Davası Süreci
22. Başvurucunun sözleşme kapsamında
yararına hükmedilen alacağının DSİ'den geç tahsil edilmesi nedeniyle uğradığı
munzam zararın tazmini istemiyle 16/3/1995 tarihinde açtığı dava 15/12/1998
tarihinde tefrik edilerek aynı Mahkemede yargılamaya devam olunmuştur.
23. Başvurucu, tefrik edilen bu davada
munzam zarar tazminatı olarak 500 TL'ninreeskont faiziyle birlikte
davalı idareden tahsilini talep etmiştir. Başvurucu, bu yargılama devam ederken
17/2/2005 tarihinde Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesinde yine munzam zarara
dayalı tazminat istemine ilişkin DSİ aleyhine bir dava daha açmıştır. Bu dava,
aralarındaki bağlantı nedeniyle Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen
dava ile birleştirilmiştir. Başvurucu, birleştirilen bu davada ise toplam
1.010.000 TL tutarında tazminat talebinde bulunmuştur.
24. Mahkeme; hukukçu, mali müşavir ve
inşaat alanlarında uzman üç kişiden oluşturulan Bilirkişi Kurulundan 1/12/2004
tarihinde rapor almıştır. Bilirkişi Kurulu raporunda, tüketici fiyatlarına göre
alacağın geç ödenmesi nedeniyle başvurucunun uğradığı zarar ve kur, mevduat
faizleri ile tüketici fiyatları ortalamasına göre uğradığı zarar ayrı ayrı
gösterilmiştir. Rapora göre enflasyon oranlarına göre başvurucunun zararı
7.848.069 TL olup başvurucunun ortalama munzam zararı ise 16.917.638 TL'dir.
Raporda ayrıca değişik ölçütlere göre munzam zarar hesabı da yapılmıştır. Bu
doğrultuda taraflar arasındaki ek sözleşmelere göre, alacağın zamanında tahsil
edilememesi nedeniyle faal olunmamasına ve başvurucunun bu süreçte taşınır ve
taşınmaz mallarını satmış olmasına göre ayrı ayrı hesaplamalar yapılmıştır.
25. Mahkeme 20/4/2005 tarihinde asıl
davanın kabulü ile 500 TL'nin işin tasfiye tarihi olan 9/6/1988 tarihine kadar
yasal faiziyle birlikte davalı idareden alınarak başvurucuya verilmesine karar
vermiştir. Mahkeme, birleşen davanın ise zamanaşımı nedeniyle reddine karar
vermiştir.
26. Dairenin 21/6/2007 tarihli ilamıyla
hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Bozma ilamında, munzam zararın ancak asıl
alacağın faiziyle birlikte ödendiğinin 22/9/2002 tarihinde tespit edilebileceği
belirtilerek eser sözleşmelerindeki beş yıllık zamanaşımı süresine göre davanın
zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesinin doğru olmadığı belirtilmiştir.
Daire ayrıca 818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesine göre, alacaklının uğradığı
zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu takdirde borçlunun -kendisine bir
kusur yüklenmedikçe- zararı karşılamakla yükümlü olduğunu belirtmiştir. Daireye
göre somut olayda çözümlenmesi gereken sorun, başvurucunun tahsil ettiği
temerrüt faizini aşan bir zararının oluşup oluşmadığıdır. Daire, başvurucu
Şirketin munzam zararı somut delillerle ispat etmesi gerektiğini kabul
etmiştir. Daire; buna örnek olarak başvurucunun alacağını tahsil edememekten
ötürü yüksek faizle borç para aldığını, alacaklı olduğu parayı zamanında
alsaydı yabancı para ile ödemek zorunda olduğu borcunu geçen süre içinde
gerçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını,
illiyet bağını da içerecek şekilde kanıtlamak durumunda olduğunu bozma ilamında
belirtmiştir. Daire, somut olay bakımından ise bu ilkelere dayalı bir inceleme
yapılmadığını kabul etmiş ve yeni bir bilirkişi incelemesi yapılarak
başvurucunun varsa munzam zararın tespit edilmesi için hükmü bozmuştur.
27. Mahkeme, bozma ilamına uymuş ve yeni
bir bilirkişi raporu almıştır. 16/7/2010 tarihli bilirkişi raporunda özetle;
i. Munzam zarar miktarının bozma ilamı
doğrultusunda hesaplanması gerektiği belirtilmiştir. Buna göre ise idare ile
yapılan işle illiyet bağı kanıtlanmak kaydıyla sadece başvurucu aleyhine
yapılan icra takipleri nedeniyle ödemek zorunda kalınan faiz ve sair giderleri
ile birlikte üçüncü kişilerden alınan daha yüksek faizle borç para alınması
sonucu ödenen fazla faiz veya zarar miktarın munzam zarar olarak talep
edilebileceği vurgulanmıştır.
ii. Başvurucu tarafından munzam zararın
hesaplanmasına esas olacak şekilde sunulan listelerde yer alan icra takiplerine
ilişkin dosyaların kâğıt fabrikasına gönderildiği, dosya asılları veya
örneklerinin temininin ise mümkün olmadığı tespitine yer verilmiştir.
iii. Dolayısıyla başvurucu Şirketin maruz
kaldığı icra takipleri sebebiyle ödediği faiz ve icra giderlerinin toplam
tutarının icra takip dosyaları ibraz edilmediğinden ve dava dosyası ile
eklerinde davacı Şirket tarafından icra dairelerine yapılan ödemelerle ilgili
belgeler de bulunmadığından hesaplama yapılamadığı ifade edilmiştir.
iv. Bilirkişi Kurulu sonuç olarak ise
Yargıtay bozma ilamında öngörülen inceleme yöntemine göre başvurucuların munzam
zararlarının bulunmadığı kanaatini bildirmiştir.
v. İtiraz üzerine alınan ek raporda ise
başvurucunun idareyle yaptığı işle bağlantılı olarak üçüncü şahıslara 9/6/1988
tarihinden sonra ödediği 3.379,11 TL tutarındaki faiz dışında somut delillere
dayalı bir munzam zararı olduğunu kanıtlayamadığı belirtilmiştir.
28. Bilirkişi raporunu hükme esas alan
Mahkeme 28/12/2011 tarihinde asıl ve birleşen davaların reddine karar
vermiştir. Kararın gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:
"...Dava, munzam zarara
ilişkin olup, uyulan bozma ilamında belirtildiği üzere davacının yaptığı baraj
inşaatının tasfiyesine ilişkin olarak düzenlenen 09.06.1988 tarihli tutanakta
tasfiye nedeniyle davacı şirkete masraf ve hiç bir tazminat ödenmeyeceğinin
ifade edilmiş olmasına göre 8/505 sayılı kararname hükümleri doğrultusunda
munzam zarar hesap ve talebinin mümkün bulunmadığı anlaşılmakla birlikte
davacının alınan bilirkişi raporlarına göre kendi hükmi şahsiyeti nedeniyle
davacı şirket aleyhine yapılan icra takipleri nedeniyle davacı şirketin
defterlerinin ve temlikleri ile takip dosyalarına göre davacı şirketin aynı iş
döneminde yüklendiği diğer işlerinin akıbeti de araştırılarak uğradığı zarara
etkisinin bulunup bulunmadığı yönünde alınan
bilirkişi raporlarına göre davacının yaptığı iş nedeniyle davacıya ödenen
temerrüt faizlerinden fazla munzam zararının ispatlanmadığı anlaşılmakla, alınan
rapor ve ek raporların kapsamına göre de davacıya ödenen faizlerden fazla
munzam zarar hesaplanmasına esas alınabilecek faizin yani zararın tespit
edilememesine nazaran mahkememizin 1999/22 Esas sayılı dosyasında evvelce
hükmedilen 500 TL'lik munzam zararında bulunmadığı sonucuna varıldığından esas
davanın ve birleşen dosyadaki munzam zarara dair kalemleri ihtiva eden davanın
reddine karar vermenin doğru olacağı sonuç ve kanısına varılmış[tır]... "
29. Temyiz edilen hüküm, Dairenin
25/12/2012 tarihli ilamıyla onanmıştır. Başvurucunun karar düzeltme istemi de
aynı Dairenin 26/12/2013 tarihli ilamıyla reddedilmiştir.
30. Nihai karar, başvurucu vekiline
27/1/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir.
31. Başvurucu 20/2/2014 tarihinde bireysel
başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ
HUKUK
A. Ulusal
Hukuk
1. Mevzuat
Hükümleri
32. 818 sayılı mülga Kanun’un "Munzam
zarar" kenar başlıklı 105. maddesi şöyledir:
“Alacaklının düçar olduğu
zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç
bir kusur isnat edilemiyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi
tazmin ile mükelleftir.
Bu munzam zarar derhal takdir
olunabilirse hakim, esasa dair karar verir iken bu zararın miktarınıdahi tayin
edebilir.”
33. Bu Kanun'u ilga eden 11/1/2011 tarihli
ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun "Aşkın zarar" kenar
başlıklı 122. maddesi şöyledir:
"Alacaklı, temerrüt faizini
aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını
ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.
Temerrüt faizini aşan zarar miktarı
görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas
hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder."
34. 4/12/1984 tarihli ve 3095 sayılı
Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun'un "Temerrüt
faizi" kenar başlıklı 2. maddesi şöyledir:
"(Değişik : 15/12/1999 -
4489/2 md.) Bir miktar paranın ödenmesinde temerrüde düşen borçlu,
sözleşme ile aksi kararlaştırılmadıkça, geçmiş günler için 1 inci maddede
belirlenen orana göre temerrüt faizi ödemeye mecburdur.
Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankasının önceki yılın 31 Aralık günü kısa vadeli avanslar için uyguladığı
faiz oranı, yukarıda açıklanan miktardan fazla ise, arada sözleşme olmasa bile
ticari işlerde temerrüt faizi bu oran üzerinden istenebilir. Söz konusu avans
faiz oranı, 30 Haziran günü önceki yılın 31 Aralık günü uygulanan avans faiz
oranından beş puan veya daha çok farklı ise yılın ikinci yarısında bu oran
geçerli olur.
Temerrüt faizi miktarının
sözleşmede kararlaştırılmamış olduğu hallerde, akdi faiz miktarı yukarıdaki
fıkralarda öngörülen miktarın üstünde ise, temerrüt faizi, akdi faiz
miktarından az olamaz."
2. Yargıtay
İçtihadı
35. Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin 12/5/2016
tarihli ve E.2016/1049, K.2016/2737 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...
Munzam zarar nedeniyle alacak
istemine ilişkin olarak; dava tarihine göre uygulanması gereken mülga 818
sayılı Borçlar Kanunu 105. maddesinde munzam zarar düzenlenmiştir. (Maddenin
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'ndaki karşılığı 122. maddedir.) Anılan 105.
(6098 sayılı TBK 122)madde uyarınca alacaklının uğradığı zarar geçmiş günler
faizinden fazla olduğu takdirde borçlu kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini
kanıtlamadıkça bu zararı ödemekle mükelleftir.
Yasa koyucu para borcunun geç
ödenmesi halinde bir zararın mevcut olduğunu kural olarak benimsemiştir. Bu
zararın karşılanması iki bölümde düşünülmüştür. Birinci bölüm kanıtlanmadan
ödenmesi talep edilecek zarar miktarıdır ki bu temerrüt faizidir. Diğer bir
deyişle temerrüt faizi miktarınca alacaklının zarara uğradığı yasal bir karine
olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında davacının herhangi bir karineden
istifade etmek olanağı yasal olarak mevcut değildir.
Dava konusu somut olaydaki
çözümlenmesi gereken hukuki sorun; temerrüt faizini aşan bir zararın mevcut
olup olmadığıdır. Yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki
faiz oranlarının yüksek oluşu davacıyı ispat yükünden kurtarmaz. Zira; davacı
para alacağını zamanında alması halinde ne şekilde kullanacağını kanıtlaması
gerekir. Ayrıca alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt
faizinden fazlaolduğunuispatetmekzorundadır.Soyutenflasyonun ya da
bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması,
munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının
kanıtlaması gereken husus enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel
olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar
gördüğü keyfiyetidir. Örneğin alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü,
başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını,
alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi yabancı para ile ödemek durumunda
olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark sebebiyle daha yüksek
kurdan ödemek zorunda kaldığını kanıtlamak durumundadır. Ülkede yaşanan
ekonomik kriz nedeniyle paranın döviz karşısında hızlı değer kaybı, yüksek
enflasyon gibi genel afaki ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen umumi
ekonomik konjonktürel olgular BK'nın 105. (TBK. 122.)
maddesinde sözü edilen munzam zararın varlığını göstermez.
..."
36. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
31/10/2007 tarihli ve E.2007/11-668, K.2007/798 sayılı kararının ilgili kısmı
şöyledir:
"...
Davamızın konusu olan munzam zarar
ise, Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan madde hükmüne
göre alacaklı, geç ödeme sebebiyle az yukarıda açıklanan geçmiş günler için
öngörülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden
dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı
karşılamak zorundadır.
O halde, Borçlar Kanunu’nun 103.
maddesinde öngörülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın
varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde
borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiçbir kusuru bulunmadığını ispat
etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir.
Bu konuda kanıtlanması gereken,
muayyen paranın gününde ödenmemesinden doğan zarardır.
Diğer bir deyimle alacaklı davacı,
fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır
ki bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan “muhtemel
kâr” yada “farz edilen gelir” değildir. Bu zarar, davacının öz
varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki
statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular nedeniyle
uğramış olduğu fiili zarardır.
Hal böyle olunca, iddia olunan
zararı doğuran somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması
gerektiği, duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur.
Hemen ifade etmek gerekir ki, faiz
oranları Borçlar Kanunu ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin
Kanun ile düzenlenmiştir.
Yasa koyucu, bir para borcunun
gününde ödenmemesinden dolayı alacaklının zarara uğrayacağını kabul edip, bu
zararın, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik konjonktürü dikkate alarak belli bir
oranda olacağını benimsemiştir.
Nitekim, Borçlar Kanunu’nun 103.
maddesine göre temerrüt faizi oranı % 5 iken, 4.12.1984 gün ve 3095
sayılı Yasa ile bu oranın %30’a çıkarılması ve yine 3095 sayılı Yasa’da 15.12.1999
gün ve 4489 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik sonucu Merkez Bankasının kısa
vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont faiz oranı esas alınarak, değişen
faiz oranlarının benimsenmesi bunun kanıtıdır.
Bu noktada, ülkenin içinde
bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki
devamlı düşüş) dikkate alınarak, yasa hükmüyle geçmiş günler faizine ilişkin
düzenleme yapılmış iken, aynı olguların, Borçlar Kanunu’nun 105.maddesinde
öngörülen munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip, bunların
doğurduğu olumsuzluklar, gerçek zarar olarak gösterilemez.
Aksinin kabulü halinde yasa
koyucunun bu olumsuzlukların karşılığına dair saptamasının hiçbir anlamı
kalmayacağı açıktır.
Yasa koyucu tüm bu ekonomik
olumsuzlukları değerlendirip, bunların tevlid edeceği zarar
dolayısıyla tazminat oranını Anayasa’dan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak
belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp, aynı
ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın geçmiş günler
faizinden fazla olduğu kabul edilemez.
Yetkili mercii kararını vermiş,
yasayla hükmünü vaz etmiştir. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlediğinden
fazla ve bu nedenle 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık
o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı, dikkate aldığı,
değerlendirdiği ölçülere ve bunların 'maruf ve meşhur' oldukları olgusuna
değil, davaya özgü, somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli
ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır.
Burada, Hukuk Usulü Muhakemeleri
Kanunu’nun 238. maddesinin yarattığı istisna uygulanamaz. Zira kanıtlanacak
olgular anılan maddede sözü edilen “maruf ve meşhur” olan enflasyon, para
değerindeki düşüş yada mevduat faiz oranları değil, az yukarıda
açıklandığı gibi geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı tevlid eden
vakıalar ve bu vakıalar nedeniyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin, alacağını
gününde alamayan alacaklının, aynı gün vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için,
borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir faizle
borçlanması, yada alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek
durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını gününde
tahsil edememesi nedeniyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın
almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur.
Denilebilir ki, Borçlar Kanun’un
105. maddesinde öngörülen munzam zararın, Borçlar Kanunu’nun 103. maddesi ve
3095 sayılı Kanun ile saptanan faiz oranının dayanağı olan ekonomik
olumsuzluklara dayandırılması ve herkesçe bilinenin kanıtlanmasına gerek
olmadığı sonucuna varılması mümkün değildir.
Bu itibarla Borçlar Kanunu’nun 105.
maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan zararın, genel ekonomik
olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları,
mevduat faizleri) dışında, davacının durumuna özgü, somut vakıalarla
ispatlanması gerekir.
Zararın varlığı ileri sürülerek
somut olgular ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde,
yukarıda açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda
kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, mal varlığında meydana gelen
azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede cari diğer ekonomik
göstergelerin dikkate alınacağı tabiidir.
Görülmekte olan davada az yukarıda
açıklanan ilkeler çerçevesinde, somut vakıalara dayanılarak bir zararın
gerçekleştiği ileri sürülüp, kanıtlanmadığından, Borçlar Kanunu’nun 105.
maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği kuşkusuzdur."
37. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
13/6/2012 tarihli ve E.2011/18-730, K.2012/373 sayılı kararının ilgili kısmı
şöyledir:
"...
Öncelikle, munzam zararın hukuki
tanımı ve kapsamı üzerinde durulmasında yarar vardır.
Munzam zarar, borçlu temerrüde
düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile
temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir
anlatımla, temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir
zarar şeklinde tanımlanabilir.
BK'nun 105. maddesi, kaynağı
ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün
para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun dayanağı haksız fiil,
sözleşme, nedensiz zenginleşme, kanun, vekaletsiz iş görme olabilir.
Bu bağlamda belirtilmelidir ki,
munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile
oluşan hukuka aykırılıktır.
O nedenle, borçlunun munzam zararı
tazmin yükümlülüğü (BK.md.105), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden
tamamen farklı temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar geçen
zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir
borçtur. Munzam zarar, bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak
ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona
ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve
temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi takip veya davanın
konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hal böyle olunca, asıl
alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam
zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazi kayıt
dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile zamanaşımı süresi
içinde her zaman istenmesi mümkündür.
Munzam zarar sorumluluğu, kusur
sorumluluğuna dayanmakta olup, buradaki kusur borçlunun temerrüde düşmekteki
kusurudur.
Yukarıda yapılan açıklamalar
ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Davacıların kayden malik
oldukları .... taşınmazın davalı idare tarafından 29.12.1977 tarihinde
kamulaştırıldığı; komisyonca takdir edilen 5.881.439-TL kamulaştırma bedelinin
noter tebligatında bankaya bloke edileceğinin bildirildiği; anılan bedelin
ödenmemesi üzerine davacılar vekili, ... parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma
bedelinin müvekkillerine ödenmesi için davalı idareye ihtarname gönderdiği,
anılan ihtarnamenin idareye 13.4.1981 tarihinde tebliğ edildiği; 13.4.1981
tarihinde tebliğ edilen ihtarnameye rağmen kamulaştırma bedeli ödenmediğinden
davacılar tarafından davalı idare aleyhine 12.10.1990 tarihinde açılan ve ...
Mahkemesinin ... tarih ve ... sayılı kesinleşen hükmü ile de '....bankaya
yatırılmış ihtilafsız bedel olan 5.881.439 TL'nin davalıya çekilen ihtarnamenin
tebliğ tarihi olan 13.4.1981 tarihinden itibaren 4.12.1984 tarihine kadar % 5,
4.12.1984 tarihinden 31.12.1997 tarihine kadar % 30, 1.1.1998 tarihinden
itibaren % 50 yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacılara
hisseleri nisbetinde ödenmesine, fazla talebin reddine....' karar
verildiği; halen de kamulaştırma bedelinin davacılara ödenmediği, dosya
kapsamından anlaşılmaktadır.
Ayrıca dosyada bulunan 20.05.2009
tarihli bilirkişi kurulu raporunda ise, dava tarihi (17.05.2004) itibariyle
kamulaştırma bedelinin 5,88 TL olduğu,belirtilen bu kamulaştırma
bedelinin 13.04.1981ila 17.05.2004 dava tarihi arasında işleyen yasal faiz
tutarının ise, 44,95 TL olduğu bildirilmiştir.
Nihayet .... Bankası'nın 13.5.1992
tarihli cevabında 837 parsele ait kamulaştırma bedelinin (5.881.439-TL)
2.4.1979 tarihinde bankalarına yattığını ancak henüz mal sahipleri olan....a
ödeme yapılmadığı bildirilmiştir.
Şu durum karşısında, alacaklının
davasında dayandığı maddi olgulara uygulanması zorunlu görülen HUMK. md. 238/2
ve Medeni Kanun md.7 anlamında belirlenen delillerle alacaklı zararının
kanıtlandığına ilişkin karinenin vücut bulduğu ve böylece davacının zararını isbat yükünü
yerine getirdiğini kabul etmek gerekir. Bu aşamadan sonra sorumluluktan
kurtulmak isteyen borçlunun; somut olayın özellikleri nedeni ile ya alacaklının
bir zarara uğramadığını, ya da borcunu zamanında ifa etmiş olsa idi
dahi alacaklının borç konusu miktarı değeri düşmeyecek bir biçimde
değerlendiremeyeceğini ispat etmesi gündeme gelebilir.
Bunların yanında, 20.10.1898 tarih
ve K:3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı'nda 'para her zaman kullanılması
mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın
vücudu muhakkaktır' şeklindeki kararı da gözetmek gerekmektedir.
Somut olay itibariyle, davacıların
kamulaştırılan taşınmazlarının bedelini aradan geçen uzun süreye rağmen henüz
tahsil etmemiş bulunmaları, bu bedelin dava tarihindeki satın alma gücü dikkate
alındığında, zararlarını kanıtlamış olduklarının kabulü gerekir. Belirtilen bu
gerekçeyle yerel mahkemenin direnmesi yerindedir.
..."
38. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
7/2/2007 tarihli ve E.2007/11-55, K.2007/53 sayılı kararının ilgili kısmı
şöyledir:
"Dava, BK.'nun 105/1.
maddesi hükmüne dayanılarak açılan alacağın geç tahsil edilmesi nedeniyle
geçmiş günler faizi ile karşılanmadığı iddia edilen munzam zararın tahsili
istemine ilişkindir.
Mahkemece, munzam zararın oluşumunun
somutlaştırılmadığı gibi zararın varlığı ve niceliğinin kanıtlanamadığı
sonucuna varılarak davanın reddine karar verilmiştir.
BK.'nun 105/1. maddesi
hükmünce alacaklının uğradığı zarar geçmiş günler faizinden fazla ise, borçlu
kusursuzluğunu ispat etmedikçe bu zararı tazminle yükümlüdür. Asıl borçtan
bağımsız olan bu zararın BK. 'nun 125. maddesinde düzenlenen (10) yıllık
zamanaşımı süresi içerisinde borçludan istenilmesi mümkündür. Davacının davalı
aleyhine daha önce açtığı dava sonunda, davacıya ait hisse senetlerinin
talimatı dışında satılmasından dolayı bunların 25.01.1994 tarihindeki toplam
piyasa değeri (11.422.280.000) TL'nin 03.10.1994 tarihinden itibaren reeskont
faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmiş, kararın kesinleşmesinin ardından davadan
yaklaşık (9) yıl sonra ilama bağlı alacak 02.07.2003 tarihinde (81.688.000.000)
TL. olarak tahsil edilmiştir.
Dava dilekçesinde, işadamı olan
davacının alacağına zamanında kavuşması halinde en güvenceli yatırım aracı olan
Devlet İç Borçlanma Senetleri (DİBS) 'nde değerlendireceğini, Devlet İç
Borçlanma Senedi 'ne uygulanan en yüksek faizli getiri ile tahsilen edilen
miktar arasındaki farkın munzam zarar oluşturduğundan söz edilerek talepte
bulunmuştur.
Asıl alacak davasında davacı
talebini paraya dönüştürmüş, hisse senetlerinin değerinin faiziyle tahsilini
istemiştir. O dava sonunda da, davacıya ait hisse senetlerinin aynen
teslimine değil, yetkisiz satış tarihindeki değerinin faiziyle birlikte
tahsiline karar verilmiştir.
Davacı, ilk davada alacağını para
olarak somutlaştırdığına göre, davalı borçlunun temerrüde düştüğü tarihten
ödemenin yapıldığı güne kadar geçen süre içerisinde, her yıl itibari ile
gerçekleşen yıllık enflasyon artış oranı, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma
durumu, mevduat ve devlet tahvillerine verilen faiz oranları, TL. karşısında
döviz kurlarına ilişkin değişiklik tabloları araştırılıp saptanmak, bu alanda
uzman bilirkişi görüşünden de yararlanılarak değinilen zaman dilimi
içerisindeki para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması nedeniyle davacının
uğradığı zararın açıklanan ölçütlere göre hesaplanacak unsurlar toplanıp
ortalamaları bulunduktan sonra ortaya çıkacak rakamın Devlet İç Borçlanma Senedi'ne göre
önceden bilirkişilerce hesaplanan miktardan az çıkması halinde o meblağın, aksi
taktirde davacının ıslahla belirginleştirdiği meblağ temel veri alınarak
alacağın tazminat niteliğinde olduğu ve bu zararın oluşumunda ülkenin sosyo-ekonomik
realitesinin etkili olması nedeniyle bütün kişi ve kuruluşların etkilenmesinin
kaçınılmaz olduğu gözetilerek gerek duyulduğunda BK. 'nun 43. maddesi
çerçevesinde değerlendirme yapıldıktan sonra davacının munzam zararının hüküm
altına alınması gerekirken, tacir olan davacının alacağına zamanında kavuşması
halinde yatırım veya başkaca nema getirici alanda değerlendireceği yolundaki
hayatın olağan akışına özgü olgular ve davalının kusursuzluğunu ispat edemediği
gözden kaçırılarak davanın reddi doğru olmamıştır...) gerekçesiyle bozularak
dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece
önceki kararda direnilmiştir.
...
Tarafların karşılıklı iddia ve
savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan
gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire
Bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya
aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
..."
B. Uluslararası
Hukuk
39. AİHM, istikrarlı olarak kamu
makamlarınca yapılacak ödemelerin gecikmesini faiz ödemeleriyle
ilişkilendirmektedir. AİHM'in çeşitli kararlarında, makul olmayan bir
gecikme nedeniyle tazminatın değer kaybettiği durumlarda bu tazminatın yeterli
olamayacağı belirtilmiştir (Angelov/Bulgaristan, B. No: 44076/98,
22/4/2004, § 39). Nitekim böyle başvurularda AİHM, esas itibarıyla kamu
makamlarının geçen süre nedeniyle ödenmesi gereken tutardaki değer kayıplarını
telafi etmek için gecikme faizi ödeyip ödemediğini dikkate almaktadır. Kısacası
AİHM; mülkiyet hakkı kapsamında faiz ödemesini, esasen devletin borçlu olduğu
tutar ile alacaklı tarafından nihai olarak alınan tutar arasındaki enflasyon
nedeniyle oluşan değer kayıplarını giderme yükümlülüğüyle ilişkilendirmektedir
(Akkuş/Türkiye, B. No: 19263/92, 9/7/1997, § 29).
40. Devlet tarafından ödenecek bir bedelin
enflasyon karşısındaki değer kayıplarında AİHM, ikili bir ayrıma gitmekte;
mahkemelerce belirlenmiş bir para alacağının ödenmemesi hâlinde daha katı bir
tutum sergileyerek %5'e kadar değer kayıplarını hesaplama faktörlerindeki
değişkenlerle ilgili kabul etmektedir (Arabacı/Türkiye (k.k.), B.
No: 65714/01, 7/3/2002). Çünkü ödemelerin geç yapılması, mahkeme kararlarının
icra edilmesi ile ilgili bir sorun olarak görülmektedir. Mahkemelerde geçen
yargılama süresindeki enflasyon nedeniyle kamulaştırma bedelinin değer kaybı
yönünden ise meydana gelen farkın tazminatın belirlenmesi yönteminden
kaynaklandığı ve bu konuda kamusal makamların belirli bir takdir yetkisinin
olduğu da gözetilip bu farkın başvurucular açısından aşırı bir yük getirip
getirmediği incelenerek karar verilmektedir (Aka/Türkiye, B. No:
19639/92, 23/9/1998, §§ 41-51; Güleç ve Armut/Türkiye (k.k.),
B. No: 25969/09, 16/11/2010).
41. AİHM'in Eko-Elda Avee/Yunanistan (B.
No: 10162/02, 09/03/2006, §§ 23-31) kararında; haksız olarak tahsil edilen
verginin 5 yıl 5 ay sonra faizsiz olarak iade edilmesi, belli bir meblağdan
yararlanma hakkı uzun süre engellenen başvurucunun mali durumunda önemli bir
zarara yol açması nedeniyle ölçülü görülmemiş ve mülkiyet hakkının ihlaline
karar verilmiştir.
42. Yine benzer şekilde Sefine
Baş/Türkiye (B. No: 49548/99, 24/06/2008, §§ 58-64)
kararında da tazminatın değer kaybına uğratılarak ödendiğine ilişkin şikâyet
incelenmiştir. Başvuruya konu olayda, idare mahkemesince başvurucunun 15/9/2003
tarihinden itibaren geçerli olmak üzere dul aylığına hak kazandığı kabul
edilmiştir. AİHM öncelikle, idare mahkemesinin kararının talep edilebilir bir
“alacak” oluşturduğu ve bu nedenle başvurucunun Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesi anlamında mülkiyet
oluşturan bir hakkının mevcut olduğunu belirtmiştir. Mahkeme ayrıca, Emekli
Sandığına başvurduğu tarihten itibaren geçerli olacak şekilde geriye dönük
olarak bu hakkın başvurucuya tanındığını vurgulamıştır. Bununla birlikte AİHM,
başvurucuya salt bu hakkın tanınmış olmasının başvurucunun mağdur sıfatını
ortadan kaldırmadığını kabul etmiştir. AİHM'e göre, mağdur sıfatının ortadan
kalkması için ileri sürülen ihlalin hem zamanı hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı
süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir. Mahkeme
bu çerçevede başvurucunun banka hesabına yatırılan paranın yargılamada geçen
süre içinde uğradığı maddi kaybın sonuçlarını gidermeye yetmediğini
belirtmiştir. AİHM, geçen sürenin yalnızca devlete yarar sağladığını ve ilgili
dönemde Türkiye'de paranın hızla değer kaybettiğini gözönüne alarak
başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
43. Ayrıca AİHM; Kat İnşaat
Ticaret Kollektif Şirketi-İsmet Kamış ve Ortakları/Türkiye ((k.k.),
B. No: 74495/01, 31/1/2006) kararında, ilke olarak alacağın geç ödenmesinden
doğan bir zararın varlığının ileri sürüldüğü durumlarda enflasyon oranı esas
alınarak faiz ödenmesi suretiyle zararın giderilebileceğini kabul etmiştir.
Aynı ilkeye, benzer şekilde ve bu karara atıfla daha önce değinilen Naci
Balkar (Baltutan) ve Ano İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti./Türkiye kararında
da yer verilmiştir.
V. İNCELEME
VE GEREKÇE
44. Mahkemenin 21/12/2017 tarihinde yapmış
olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Mülkiyet
Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucunun
İddiaları ve Bakanlık Görüşü
45. Başvurucu; ilk olarak munzam zarara
dayanak olarak gösterdiği icra dosyalarının bir kısmının kâğıt fabrikasına
gönderildiği, bir kısmının ise sel baskını nedeniyle kaybolduğu ve
bulunamadığının tespit edildiğini belirtmiştir. Başvurucuya göre kamu makamları
delillerinin korunması hususunda ihmal göstermiş ve bu ihmal yüzünden kendisi
zarara uğramıştır. Başvurucu ayrıca, alacağı için açtığı davada yargılamanın
uzun sürdüğünü ve belirtilen sürede de ülkedeki yüksek enflasyon nedeniyle geç
kavuştuğu alacağının değer kaybına uğradığını ifade etmiştir. Başvurucu,
mülkiyet hakkının ihlali iddiasıyla AİHM'e başvurduğunu ve AİHM kararında alacağın
değer kaybına uğratılmadan ödenmesi için enflasyon oranlarının dikkate alınması
gerektiğinin açıkça belirtildiğini beyan etmiştir. Başvurucu, buna rağmen
derece mahkemelerince AİHM kararı dikkate alınmadan munzam zararın ispat
edilemediği gerekçesine dayanılarak davanın reddedildiğinden yakınmaktadır.
Başvurucu sonuç olarak bu gerekçelerle adil yargılanma ve mülkiyet haklarının
ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
46. Bakanlık görüşünde, Yargıtayın munzam
zararın gerçekleşip gerçekleşmediğine ilişkin iki farklı uygulamasının mevcut
olduğu belirtilmiştir. Buna göre Yargıtayın bazı kararlarında munzam
zararın somut olarak ispat edilmesi gerektiği kabul edilmiş, bazı kararlarında
ise enflasyonist ortamda alacaklının parasının değerini sabit tutmasının karine
olarak kabul edilmesi gerektiği açıklanmıştır. Bakanlık, somut olayda derece
mahkemelerinin ilk görüş doğrultusunda uyuşmazlığa çözüm getirdiklerini
belirtmiştir. Bakanlık, AİHM'in kamulaştırma bedeline gecikme faizi
uygulanmasına rağmen enflasyon oranının daha yüksek olması nedeniyle aradaki
farkın başvurucuya ödenmesi gerektiği yönündeki Aka/Türkiye kararına
atıfta bulunmuş ve karar verilirken bu hususların dikkate alınmasının Anayasa
Mahkemesinin takdirinde olduğunu bildirmiştir.
47. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı
beyanında başvuru formundaki iddialarını yinelemiştir.
2. Değerlendirme
48. Anayasa’nın 35. maddesi şöyledir:
“Herkes, mülkiyet ve miras
haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı
amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması
toplum yararına aykırı olamaz.”
49. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu
tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların
hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969,
18/9/2013, § 16). Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali iddiası yanında munzam
zararın tazminine ilişkin davada delil olarak dayandığı icra dosyalarının
bulunamaması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmektedir. Bununla birlikte başvurucunun temel şikâyeti, alacağının değer
kaybına uğratılarak ödendiğine ilişkindir. Bu sebeple başvurucunun makul sürede
yargılanma hakkı dışındaki bütün iddialarının mülkiyet hakkı kapsamında
incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.
a. Kabul
Edilebilirlik Yönünden
50. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve
kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de
bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul
edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA bu görüşe
katılmamışlardır.
b. Esas
Yönünden
i. Mülkün
Varlığı
51. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden
şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak
zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015,
§ 54).
52. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye
bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla
değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM,
E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak
değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar
ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı
sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir
(Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).
53. Somut olayda başvurucu ile DSİ
arasında 9/5/1977 tarihinde baraj yapım inşaatı sözleşmesi düzenlenmiş ve bu
sözleşme doğrultusunda başvurucu, inşaatın yapımına girişmiştir. Ancak 9/6/1988
tarihinde başvurucu ve DSİ tarafından bu işin tasfiyesi kararlaştırılmıştır.
Tasfiye neticesinde DSİ, başvurucunun bu sürede yaptığı işler için kesin bir
hesap çıkarmış ancak başvurucu bu kesin hesaba itiraz ederek 10/10/1990
tarihinde alacak davası açmıştır. Sonuç olarak yapılan yargılama neticesinde
19/4/2002 tarihinde başvurucunun 62.969,69 TL alacağı olduğuna hükmedilmiş ve
bu hüküm Yargıtayca düzeltilip onanarak 6/6/2002 tarihinde
kesinleşmiştir (bkz. §§ 13-18). Bu alacak başvurucuya 23/9/2002 tarihinde ödenmiştir.
54. Başvuru konusu olayda başvurucu,
anılan Mahkeme kararıyla hükmedilen alacağının mülk teşkil ettiğini ve bu
alacağın ise davanın açıldığı 1990 yılından ödemenin yapıldığı 2002 yılına
kadar devam eden dönemdeki yüksek enflasyon sebebiyle değer kaybına uğradığını
belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmektedir. Başvurucunun daha sonra açtığı munzam
zararın tazmini davası ise mülkiyet hakkı kapsamında olduğunu belirttiği söz
konusu alacağının değer kaybına uğratılması nedeniyle oluşan zararının giderimine ilişkindir.
Dolayısıyla mülkün varlığı munzam zararın mevcut olup olmadığı ile ilgili
olarak değil başvurucunun şikâyetine konu asıl alacağı dikkate alınarak belirlenmelidir.
Bu bağlamda Mahkeme kararıyla nihai olarak tespit edilmiş olan söz konusu
alacağın belirli ve icra edilebilir niteliği gereği mülkiyet hakkı kapsamında
olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Buna göre munzam zararın tazminine ilişkin
sürecin ise mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacağın değer kaybına
uğratılıp uğratılmadığıyla bağlantılı olarak ölçülülük bağlamında incelenmesi
gerekir.
55. Dolayısıyla
Mahkeme kararıyla tespit edilen söz konusu alacak yönünden başvurucunun
Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkiyet hakkının mevcut olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
ii. Müdahalenin
Varlığı ve Türü
56. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet
hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın
mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna
göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına
sahip olduğu belirtilmek suretiyle "mülkten barışçıl yararlanma hakkı"na yer
verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin
çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet
hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda
"mülkten yoksun bırakma"nın şartlarının genel çerçevesi de
çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum
yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin
kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın
diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân
tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten
yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel
biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017,
§§ 55-58).
57. Başvuru
konusu olayda, başvurucunun alacağının değer kaybına uğratılarak ödenmesinin
mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği kuşkusuzdur. Başvurucunun alacağına geç
kavuşmuş olmasının mülkiyetinden yoksun bırakılması niteliği taşımadığı ve
müdahalenin mülkiyetin kontrolü veya düzenlenmesi amacıyla da yapılmadığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin "mülkiyetten
barışçıl yararlanma" ilkesine ilişkin birinci kural çerçevesinde
incelenmesi gerekir.
iii. Müdahalenin
İhlal Oluşturup Oluşturmadığı
58. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet
hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve
kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede
bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel
ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması
gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik
toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın
Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin
Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı
amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir(Recep
Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).
(1) Kanunilik
59. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci
fıkrasında; mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin
kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın
13. maddesi de "hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği"ni temel
bir ilke olarak benimsemiştir (Mehmet Arif Madenci, B. No: 2014/13916, 12/1/2017,
§ 69). Dolayısıyla Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerine göre mülkiyet hakkına
yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt, kanuna dayalı olma
ölçütüdür.
60. Öte yandan kanunun varlığı kadar kanun
metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu önceden
öngörebilecekleri kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle
kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde
önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301,
30/12/2014, § 56).
61. Somut olayda derece mahkemelerince,
bir kamu kurumu olan DSİ'den tahsiline karar verilen başvurucunun alacağına
değişen oranlı reeskont faizi uygulanmıştır. Bu uygulamanın dayanağı ise 3095
sayılı Kanun'un 2. maddesi hükmüdür. Bununla birlikte başvurucunun yararına
hükmedilen alacağın faizini aşan bir zararı olduğu iddiası bulunmaktadır.
Başvurucunun bu iddia doğrultusunda 818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesi(6098
sayılı Kanun'un 122. maddesi) çerçevesinde açtığı munzam zararın tazmini davası
ise Mahkemece reddedilmiş ve Yargıtayca onanan bu hüküm, karar
düzeltme istemi de reddedilerek kesinleşmiştir (bkz. §§ 22-29).
62. 818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesi
ile 6098 sayılı Kanun'un 122. maddeleri kapsamında, aşkın zarar (munzam zarar)
düzenlenmiştir. Buna göre alacaklı temerrüt faizini aşan bir zarara uğramışsa,
bir başka deyişle alacaklının uğradığı zarar geçmiş günler faizinden fazlaysa
borçlu kusursuzluğunu ispat etmedikçe bu zararı tazminle yükümlü kılınmıştır.
63. Ancak Bakanlığın da belirttiği üzere
munzam zarara ilişkin olarak Yargıtayın birbirinden farklı iki
uygulamasının mevcut olduğu görülmektedir. Yargıtayın kimi
kararlarında 6098 sayılı Kanun'un 122. maddesi (818 sayılı mülga Kanun'un 105.
maddesi) gereğince, para borcunun geç ödenmesinden dolayı alacaklının temerrüde
uğrayan alacağın ödenmemesi sebebiyle temerrüt faizini aşan zararı bulunduğunu
somut delillerle kanıtlaması gerektiği kabul edilmiştir. Bu kararlara göre
yüksek enflasyon, döviz kurundaki artış, piyasadaki faiz oranlarının yüksek
oluşu alacaklıyı munzam zararın gerçekleştiğini ispat yükünden kurtarmaz (bkz.
§§ 35, 36). İkinci görüş doğrultusundaki Yargıtay uygulamalarına göre ise
munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur,
borçlunun temerrüde düşmesindeki kusurudur. Zararın doğmasına yol açan bir
kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Bu kararlara göre enflasyonist ortamda
bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve
girişimde bulunması, en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen
döviz yatırımlarında değerlendirilmesi olayların normal akışına ve hayat
tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmelidir. Bu karinenin
aksini yani kusursuzluğunu ve sorumsuzluğunu kanıtlama ödevinin borçluya
düştüğü kabul edilmiştir (bkz. §§ 37, 38).
64. Anayasa Mahkemesinin görevi bireysel
başvurunun ikincilliği gereği sınırlı olup açık bir keyfîlik olmadığı
veya bariz bir takdir hatası içermediği sürece Anayasa Mahkemesinin hukuk
kurallarının yorumlanması ve delillerin değerlendirilmesi bakımından derece
mahkemelerinin takdir yetkisine müdahalesi söz konusu olamaz. Bu bağlamda
Anayasa Mahkemesinin munzam zarara ilişkin hukuk kurallarını yorumlamak veya
başvurucunun buna ilişkin iddia ve delillerini değerlendirmek gibi bir görevi
de bulunmamaktadır.
65. Bununla birlikte bireysel başvuru
bakımından önem taşıyan husus, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin Anayasa'nın
13. ve 35. maddelerinde öngörülen koşulları taşıyıp taşımadığıdır. Buna göre
müdahalenin kanuna dayalı olup meşru bir amacı içermesi yanında ayrıca ölçülü
de olması gerekmektedir. Somut olayda da müdahalenin niteliğini dikkate alan
Anayasa Mahkemesi, hukukun uygulanmasına dair kamusal makamların yaklaşımının
Anayasa'nın 35. maddesindeki gereklilikleri karşılayıp karşılamadığı konusunda
müdahalenin takip edilen meşru amacı gerçekleştirmede başarılı olup olmadığını
sorgulayarak sonuca varacaktır (Benzer yöndeki yaklaşım için bkz. Arif
Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, § 52).
(2) Meşru
Amaç
66. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri
uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir.
Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda
sınırlandırılması imkânı vererek bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra
mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu
anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde
korumaktadır (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, § 53).
67. Kamu yararı, doğası gereği geniş bir
kavramdır. Yasama ve yürütme organları toplumun ihtiyaçlarını dikkate alarak
neyin kamu yararına olduğunu belirlemede geniş bir takdir yetkisine sahiptir.
Kamu yararı konusunda bir uyuşmazlığın çıkması hâlinde ise uzmanlaşmış ilk
derece mahkemelerinin ve temyiz yargılaması yapan mahkemelerin uyuşmazlığı
çözmek konusunda daha iyi konumda olduğu açıktır. Anayasa Mahkemesinin bireysel
başvuru incelemesinde -kararların açıkça dayanaktan yoksun olduğu ya da
kararlarda açık bir keyfîlik bulunduğu anlaşılmadıkça- yetkili kamu
organlarının kamu yararının tespiti konusundaki takdirine müdahalesi söz konusu
olamaz. Müdahalenin kamu yararına uygun olmadığını ispat yükümlülüğü, bunu
iddia edene aittir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817,
19/12/2013, §§ 34-36).
68. Aksinin kararlaştırılmadığı durumlara
ilişkin kanuni ve temerrüt faiz oranlarının belirlenmiş olması, ekonomik
yaşamın düzenli bir şekilde işlemesi açısından önem taşımaktadır. Bu bakımdan
somut olayda başvurucunun alacağına temerrüt faizine ilişkin kanun hükümleri
çerçevesinde faiz işletilmesinin kamu yararına dayalı meşru bir amacı içerdiği
değerlendirilmektedir.
(3) Ölçülülük
(a) Genel
İlkeler
69.Ölçülülük ilkesi gereği kişilerin
mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı
ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil
denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi
durumunda bozulmuş olacaktır (Arif Güven, § 58). Müdahalenin
ölçülülüğünü değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen
meşru amacın önemini ve diğer taraftan müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve
kamu otoritelerinin davranışlarını da gözönünde tutarak başvurucuya
yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, § 60).
70. Ekonomilerde bir değişim vasıtası olan
para; çeşitli ticari, sınai, zirai vs. faaliyetlerde kullanılmakla sahibine
kazanç, kira, nema gibi yararlar sağlayan ekonomik bir değerdir. Paranın sahibi
dışındaki kişi ve kuruluşlarca kullanılması, sahibinin bu ekonomik değerden
mahrum bırakılması sonucunu doğurması yanında enflasyon etkisinde olan
ekonomilerde değerini yani alım gücünü enflasyon oranına bağlı olarak
yitirmesine neden olur.
71.
Enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu
ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok
üstünde gerçekleşmesi; borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması
sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle borçlu borcunu süresinde ödememekte, yargı
yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstermekte; böylece
yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya güven azalmakta,
kendiliğinden hak almak düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni bozulmakta, kişi ve
toplum güvenliği sarsılmaktadır (AYM, E.1997/34, K.1998/79, 15/12/1998).
72.
Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda arada geçen sürede
enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınma ile mülkiyetin
gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak
getirisinden yararlanmak imkânı da bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet
haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğratılmaktadır (AYM, E.2008/58,
K.2011/37, 10/2/2011).
73. Anayasa Mahkemesi; kanun koyucunun bir
hak olarak öngördüğü veya kamu borcu hâline gelmiş ödemelerin geç yapılması
nedeniyle mağdur olunduğu iddiasıyla yapılan başvurularda, alacakta veya hakka
konu bedelde meydana gelen değer aşınmalarının başvurucular üzerinde orantısız
bir yük oluşturması hâlinde mülkiyet hakkının ihlaline karar vermiştir (Mehmet
Akdoğan ve diğerleri; Akel Gıda San. ve Tic. A.Ş., B. No:
2013/28, 25/2/2015). Anayasa Mahkemesi ayrıca, mahkemelerce hükmedilen
tazminatın yargılamada geçen süre nedeniyle enflasyon karşısında değer
kaybettiğinin tespit edildiği bir başvuruda da ölçülülük yönünden mülkiyet
hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Abdulhalim Bozboğa, B.
No: 2013/6880, 23/3/2016). Bunun yanında sosyal güvenlik ödemeleri kapsamında
mahkeme kararıyla hükmedilen emekli ikramiyesinin değer kaybına uğratılarak
ödenmesinin başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklemesi nedeniyle de
mülkiyet hakkının ihlaline karar verilmiştir (Ferda Yeşiltepe [GK],
B. No: 2014/7621, 25/7/2017).
(b) İlkelerin
Olaya Uygulanması
74. Başvurucunun baraj inşaatı sözleşmesi
çerçevesinde alacağının tahsili istemiyle açtığı dava Mahkemece 19/4/2002
tarihinde kısmen kabul edilmiş, temyiz üzerine hüküm Yargıtay 15. Hukuk
Dairesince 6/6/2002 tarihinde onanmıştır. Buna göre derece mahkemelerince,
başvurucunun baraj inşaatı sözleşmesi çerçevesinde yaptığı işlerin karşılığı
olarak 62.969,69 TL alacağının DSİ'den tahsili gerektiği kabul edilmiştir.
Ancak başvurucunun bu alacağının tespit edilmiş olması tek başına mağdur
sıfatını ortadan kaldırmamaktadır. Başvurucunun mağdur sıfatının ortadan
kaldırılabilmesi için ileri sürülen ihlalin hem zamanı hem de mağdurun bu hakkı
kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi
gerekmektedir.
75. Somut olayda başvurucuya 62.969,69 TL
asıl alacağı yanında 348.027,70 TL tutarında faiz ödemesi yapılmıştır. Bununla
birlikte başvurucu, alacağına geç kavuştuğundan ve bu süreçte ülkede yaşanan
enflasyonist ortamda alacağının değer kaybettiğinden yakınmaktadır.
76. Yukarıda da değinildiği üzere Anayasa
Mahkemesinin daha önce gerek norm denetimi kapsamında gerekse de bireysel
başvuru kapsamında verdiği çeşitli kararlarında alacakların da mülkiyet hakkı
kapsamında olduğu, devlet tarafından alacakların geç ödenmesi hâlinde enflasyon
oranları altında olmayan bir faiz ödenmesinin gerek bireyin hakları gerekse de
kamu düzeni bakımından önem taşıdığı belirtilmiştir (bkz. §§ 71-73). Anayasa
Mahkemesi bu bağlamda kişilerin mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen
alacaklarının kamu kurumlarınca makul olmayan bir sebeple geç ödenmesi yüzünden
değer kaybına uğratılmasının mülkiyet hakkının ihlaline yol açtığını kabul
etmiştir (bkz. § 73).
77. Başvuru konusu olayda derece
mahkemelerince, başvurucunun alacağı yönünden dört ayrı kalemde farklı temerrüt
tarihleri esasları tespit edilmiş; buna göre başvurucunun 486,69 TL tutarındaki
alacağının 10/10/1990 tarihi, 2.870,82 TL tutarındaki alacağının 9/6/1988
tarihi, 55.569,36 TL tutarındaki alacağının 16/3/1995 tarihi ve KDV düşüldükten
sonra kalan 4.041,82 TL tutarındaki alacağının ise yine 16/3/1995 tarihi esas
alınarak hak kazanıldığı belirlenmiştir. Başvurucuya bu alacaklarının toplamı
olan 62.968,91 TL ise 348.027,70 TL tutarında işlemiş faiz ile birlikte
23/9/2002 tarihinde ödenebilmiştir.
78. Merkez Bankası verilerine göre
enflasyonda meydana gelen artış oranları şöyledir:
- Haziran/1988 - Eylül/2002 :
%203.613 (1988 yılı Haziran ayındaki 100 TL'nin 2002 yılı Eylül ayındaki gerçek
karşılığı 203.512,50 TL'dir.).
- Ekim/1990 - Eylül/2002 : %60.427
(1990 yılı Ekim ayındaki 100 TL'nin 2002 yılı Eylül ayındaki gerçek karşılığı
60.326,70 TL'dir.).
- Mart/1995 - Eylül/2002 : %4.392
(1995 yılı Mart ayındaki 100 TL'nin 2002 yılı Eylül ayındaki gerçek karşılığı
4.291,59 TL'dir.).
79.
Buna karşılık başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen toplam
62.968,91 TL tutarındaki alacağı için aynı dönemde başvurucuya 348.027,70 TL
tutarında faiz ödemesi yapılmıştır. Bu verilere göre, ödenen faiz tutarına
rağmen aynı dönemde enflasyonun yaklaşık kümülatif olarak %13.254 oranında
arttığı, diğer bir deyişle başvurucunun alacağı %1'inden bile daha az bir
miktara düştükten sonra enflasyon karşısında bu alacağın önemli ölçüde değer
kaybına uğratılarak ödendiği görülmektedir. Nitekim Mahkemece alınan bilirkişi
raporunda da başvurucunun alacağının enflasyon karşısında değer kaybetmiş
olduğunun açıkça belirtildiği görülmektedir (bkz. § 24).
80. Diğer taraftan kural olarak kişilerin
kamudan olan alacaklarının herhangi bir yargısal sürece veya icra takibine
gerek olmadan ödenmesi beklenir. Somut olayda ise başvurucunun alacağının geç
ödenmesinin makul bir gerekçesi mevcut olmadığı gibi, derece mahkemelerinin
geriye dönük olarak tespit ettiği başvurucunun alacağını kamu makamlarının
ancak yapılan yargılama sonucu ödeyebildiği ve yargılamanın uzun sürmesi
nedeniyle yine kamu makamlarının yarar sağlamış olduğu anlaşılmaktadır.
81.
Sonuç olarak başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon
karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından
başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklendiği kanaatine
varılmıştır. Bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara
uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut
olay bakımından kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması
arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu
değerlendirilmiştir.
82. Açıklanan
gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının
ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA bu görüşe
katılmamışlardır.
B. Makul
Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
83. Başvurucu, munzam zararının tazminine
ilişkin olarak açtığı davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma
hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
1. Kabul
Edilebilirlik Yönünden
84. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve
kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de
bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin
iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas
Yönünden
85. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili
uyuşmazlıklara ilişkin yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç
tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak
-çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği,
yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği
tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013,
§§ 50, 52).
86. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili
uyuşmazlıklara ilişkin yargılama süresinin makul olup olmadığı
değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların
ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu, başvurucunun yargılamanın
süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate
alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
87. Başvurucu munzam zararın tazminine
ilişkin davayı 16/3/1995 tarihinde açmış olup davanın Yargıtayca karar
düzeltme talebinin reddedildiği 26/12/2013 tarihinde sona erdiği
anlaşılmaktadır.
88. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin
benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında somut olaydaki
yaklaşık 18 yıl 9 aylık yargılamanın süresinin makul olmadığı sonucuna varmak
gerekir.
89. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine
karar verilmesi gerekir.
C. 6216
Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden
90. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50.
maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda,
başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal
kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için
yapılması gerekenlere hükmedilir…
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme
kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden
yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama
yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata
hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir.
Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal
kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse
dosya üzerinden karar verir.”
91. Başvurucu, maddi tazminat ve yeniden
yargılama yapılmasına karar verilmesi taleplerinde bulunmuştur.
92. Başvuruda, mülkiyet ve makul sürede
yargılanma haklarının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
93. Mülkiyet hakkının ihlalinin
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki
yarar bulunduğundan kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere
Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
94. Başvurucunun makul sürede yargılanma
hakkının ihlaline karar verilmekle birlikte başvurucu manevi tazminat talebinde
bulunmamıştır. Başvurucunun maddi tazminat talebinin ise mülkiyet hakkının
ihlali iddiası ile ilgili olup bu hakkın ihlali yönünden yeniden yargılama
yapılmasına karar verilmesinin yeterli bir giderim sağladığı gözetilerek makul
sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğinin tespiti ile yetinilmesi gerekir.
95. Dosyadaki belgelerden tespit edilen
206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL
yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine
ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA'nın karşıoyu ve
OYÇOKLUĞUYLA,
2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,
B. 1. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence
altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA'nın karşıoyu ve
OYÇOKLUĞUYLA,
2. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE OYBİRLİĞİYLE,
C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının
ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak
üzere Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2008/145, K.2011/544)
GÖNDERİLMESİNE OYBİRLİĞİYLE,
D. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet
ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE
OYBİRLİĞİYLE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben
başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde
yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten
ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA OYBİRLİĞİYLE,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 21/12/2017 tarihinde karar verildi.
KARŞIOY GEREKÇESİ
Başvurucunun, munzam zararının tazminine
karar verilmesi talebiyle açtığı davanın reddedilmesi üzerine yaptığı bireysel
başvuruda, mülkiyet hakkının ihlaline ilişkin iddiası kabul edilebilir bulunmuş
ve anılan hakkın ihlal edildiğine karar verilmiştir.
Kararın gerekçesinde, başvurucunun baraj
inşaatı sözleşmesi çerçevesinde alacağının tahsili talebiyle açtığı davanın
kısmen kabul edildiği ve Yargıtayca onandığı, ancak mağdur sıfatının
ortadan kalkması için alacağı ile faiz ödemesinin yanında enflasyonist ortamda
oluşan değer kaybının da karşılanması gerektiği ve sonuç olarak başvurucunun
alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak
ödenmesi sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği belirtilmektedir (§§
74-82).
Böylece kararda başvurunun konusu,
mahkemece hükmedilen alacağın değer kaybına uğratılarak ödenmesi sebebiyle
mülkiyet hakkının ihlali şeklinde özetlenmekte ise de, kararda atıf yapılan
önceki ihlal kararlarımızdan farklı olarak, somut olayda derece mahkemelerince
hükmedilen ve kesinleşen alacağa ilişkin kararın icrası safhasında gecikilmesi
ve bu sebeple alacağın değer kaybına uğratılarak ödenmesi söz konusu olmadığı
gibi derece mahkemelerince kabul edilen bir davanın konusu olan miktarın
hesaplanmasında mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası da (örnek olarak bkz.
Ferda Yeşiltepe [GK], B. No: 2014/7621, 25/7/2017) söz konusu değildir.
Kararda da belirtildiği üzere başvuru, başvurucunun
açtığı davada lehine hükmedilen alacağa faiz uygulanmasının da zararını
karşılamaması sebebiyle Borçlar Kanununa göre sonradan açtığı “munzam
zararının tazmini davası”nın reddedilmesine ilişkindir (§ 61).
Başvurucunun, munzam zararının tazmini
talebiyle başvuruya konu tazminat davasını açtığı tarihte yürürlükte bulunan
818 sayılı Borçlar Kanununun “Munzam zarar” başlıklı 105. maddesi ile ilk
derece mahkemesince başvuru konusu tazminat davasının reddedildiği tarihte
yürürlükte olan ve 818 sayılı Kanunu yürürlükten kaldırmış bulunan 6098 sayılı
Türk Borçlar Kanununun 122. maddesinin birinci fıkralarında, alacaklının
uğradığı zararın geçmiş günler faizinden fazla olması hâlinde borçlunun hiçbir
kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe bu zararı da tazmin etmekle yükümlü olduğu
hükme bağlanmaktadır.
Başvuruya konu munzam zararın tazminine
ilişkin davanın öncesinde, başvurucu şirketin bir baraj ve hidroelektrik
santrali inşaatı için sözleşme imzalamasınarağmen, yine başvurucunun
talebiyle işin tasfiye edilerek sonlandırıldığı, yapılan işlerin masrafları
için çıkarılan kesin hesaba başvurucu şirketçe itiraz edilerek açılan davanın
kısmen kabulüne ve asıl alacakla buna uygulanan faizin ödenmesine hükmedildiği
(§§ 11-18), 2002 yılında yapılan ödemelerin başvurucu tarafından yeterli
görülmemesi sebebiyle2005 yılında açılan ve daha önceki tazminat davası ile
birleştirilen tazminat davasının ise “… baraj inşaatının tasfiyesine ilişkin
olarak düzenlenen 09.06.1988 tarihli tutanakta tasfiye nedeniyle davacı şirkete
(başvurucuya) masraf ve hiçbir tazminat ödenmeyeceğinin ifade edilmiş” olduğu
ve bilirkişi raporlarına göre başvurucunun asıl davada hükmedilen alacağa
uygulanan (ve karardan dokuz yıl önce alacakla birlikte ödenen) faiz dışında
munzam zararının bulunmadığı gerekçesiyle 2011 yılında davanın reddine karar
verildiği, bu kararın Yargıtayca onanarak ve karar düzeltme talebi
reddedilerek kesinleştiği anlaşılmaktadır (§§ 23-29).
Başka bir anlatımla, olayda, söz konusu
taahhüdünü yerine getiremeyen başvurucu şirketin, kendi talebi üzerineidare ile
mutabakat sağlamasına ve söz konusu mutabakatta, sözleşmelerle üstlendiği
yükümlülüklerden ve sorumluluklardan kurtulmak maksadıyla hiçbir tazminat ve
masraf ödenmemesini kabul etmesine rağmen, o güne kadar yaptığı işlerin
masrafları için açtığı alacak davasında hükmedilen alacak miktarına yürütülen
faizi yeterli bulmayarak munzam zarar iddiasıyla tazminat talep ettiği
görülmektedir.
Kabul edilebilirlik ve ihlal sonucuna
varılırken, munzam zararın tazmini talebinin, kısmen kabulüne karar verilen
alacak davasındaki hükmün devamı niteliğinde değerlendirildiği anlaşılmakta ise
de, söz konusu davanın bir alacak davası değil tazminat davası olduğu dikkate
alındığında, başvurucunun -yukarıda belirtildiği gibi- inşaat işinin tasfiye
edilerek sonlandırılmasını talep ederken sözleşme ile üstlendiği taahhütten ve
bunu yerine getirememesinden doğan hukukî sorumluluktan kurtulabilmek için
tazminat talep etmeyeceğini taahhüt etmesinin ve sözleşme hukukunun gereği
olarak başvurucunun derece mahkemelerince esas alınan tazminat talep
etmeyeceğine dair irade beyanının gözardı edilmesinin isabetli
olmadığı düşünülmektedir.
İlk derece mahkemesinin, öncelikle
başvurucunun tazminat talep etmeyeceğini taahhüt etmiş olması ve munzam zararın
da bu kapsamda bulunması sebebiyle davalı idarenin bu yöndeki savunmasını
yeterli gördüğü ve başvuruya konu tazminat davasını reddettiği anlaşılmaktadır
(§ 28).
Bilindiği gibi bireysel başvurunun ikincil
olma özelliği sebebiyle Anayasa Mahkemesinin görevinin sınırlı olduğu ve hukuk
kurallarının yorumlanması ve delillerin değerlendirilmesi bakımından açık bir
keyfilik veya bariz bir takdir hatası bulunmadıkça derece mahkemelerinin takdir
yetkisine müdahalesinin söz konusu olamayacağı kabul edilmektedir. Bu ilke,
kararımızda da tekrarlanmakla birlikte (§ 64), derece mahkemelerinin Borçlar
Kanununun ilgili hükümlerinin yorumlanması ve delillerin değerlendirilmesi
suretiyle tazminat davasını reddetmesinde açık bir keyfilik veya bariz bir
takdir hatası olduğu yönünde bir tespitte de bulunulmadan, başvurucunun
şikâyetinin kabul edilebilir olduğu belirtilmektedir.
Başka bir ifadeyle, derece mahkemeleri,
Borçlar Kanununun munzam zararın giderilmesine ilişkin hükmünün tazminat davasını
gerektirdiği, başvurucu şirketin ise inşaat işinin tasfiye edilerek
sonlandırılması talebinin idarece kabul edilmesi karşılığında bu tazminat
talebinden vazgeçtiğini dikkate alarak davayı reddettiği hâlde, Mahkememiz
çoğunluğu -derece mahkemelerinin hukuk kurallarının bu yorumunda ve başvurucu
şirketle idare arasında imzalanan tutanağın değerlendirilmesinde açık bir
keyfilik veya bariz bir takdir hatası bulunduğunu da belirlemeden- başvurucunun
mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasını kabul edilebilir bulmaktadır.
Diğer taraftan kararda, ilk derece
mahkemesince 2004 yılında “bilirkişi raporunda da başvurucunun alacağının
enflasyon karşısında değer kaybetmiş olduğunun açıkça belirtildiği” ifade
edilmekle birlikte (§§ 24, 79), aynı mahkemece 2010 yılında alınan sonraki
bilirkişi raporunda da davacının (başvurucu şirketin) yaptığı iş nedeniyle
hesaplanan alacakları üzerinden kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla
munzam zararının ispatlanamadığı belirtilmektedir (§§ 27, 28). İki farklı
bilirkişi raporundan hangisinin hükme esas alınması gerektiğine ilişkin takdir
yetkisi, delillerin değerlendirilmesi konusunda yetkili olduğu kararda da kabul
edilen derece mahkemelerine aittir.
Kısaca, yukarıda belirtilen ve kararda da
tekrarlanan genel ilkemizle bağdaşmayan mezkûr tespitlere katılmaya imkân
bulunmamaktadır. Belirtilen sebeplerle, makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiğine ilişkin iddia bakımından kabul edilebilirlik ve ihlal sonucuna
katılmakla birlikte, derece mahkemesi kararlarının bariz takdir hatası veya
açık bir keyfilik içermediği ve mülkiyet hakkına ilişkin olarak başvurucu
tarafından ileri sürülen iddiaların açıkça dayanaktan yoksun olduğu
anlaşıldığından, başvurunun bu kısmının kabul edilemez olduğuna karar verilmesi
gerektiği düşüncesiyle çoğunluğun kabul edilebilirlik yönündeki kararına
katılmıyoruz.
Yine yukarıda açıklanan sebeplerle, derece
mahkemelerinin “başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği”
yönündeki kararını “katı yorum” olarak nitelendiren ve başvurucu şirketin
yerine getirmeyi taahhüt ettiği inşaat işinin tamamlanmadan sonlandırılmasını
sağlayan tasfiye anlaşmasındaki şartlar ile başvurucunun hangi hukukî
sorumluluklardan kurtulmak için tazminat talep etmemeyi kabul ettiğini dikkate
almadan “kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında
kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu”nu belirten
değerlendirmelerde de (§ 81), bu gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal
edildiğine ilişkin tespitte de isabet olmadığı düşünülmektedir.
Bu itibarla, incelenen başvuruda, başvurucu şirketin inşaat sözleşmesi ile üstlendiği yükümlülüklerden ve bunları yerine getirememesi karşılığında ortaya çıkacak sorumluluklardan kurtulmak için tazminat talep etmemeyi kabul ettiği ve yaptığı işler karşılığında tahakkuk eden alacaklarının geç ödenmesine ilişkin temerrüt faizinin dışında bir alacağının da bulunmadığı anlaşıldığından, başvurucunun mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasında kurulması gereken adil dengenin korunduğu, başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklenmediği düşüncesiyle çoğunluğun ihlal kararına da katılmıyoruz.
VI. YARGITAY 15. HUKUK DAİRESİNİN KARARI:
T.C.
YARGITAY
15. Hukuk Dairesi
Esas No :
2018/1494
Karar No :
2019/932
Tarih : 04.03.2019
T Ü R K
M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L A M I
Yukarıda tarih ve numarası yazılı hükmün temyizen tetkiki davacılar vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki kağıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü:
- K A R A R -
Dava, arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesi uyarınca davacılara ait taşınmazın davalı yükleniciye tapuda devredilmesine rağmen süresinde inşaatın tamamlanıp teslim edilmemesi sonucu açılan davada hükmedilen ifa yerine tazminat alacaklarının geç ödenmesi sebebiyle uğranılan munzam zararın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece munzam zararın varlığının yeterince kanıtlanamaması gerekçesiyle davanın reddine dair verilen karar, davacılar vekilince temyiz edilmiştir.
Munzam zarar, davanın dayanağı olan kat karşılığı inşaat yapım sözleşmesinin düzenlendiği 26.03.1996 ile Menemen Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2001/156 Esas sayılı ve eldeki bu davanın açıldığı tarihlerde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 105/1 ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 122/1. maddesinde düzenlenmiştir. Borçlar Kanunu'nun 105/I. maddesinde munzam zarar başlığı altında yapılan düzenleme ile "Alacaklı düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir." denilmek suretiyle alacaklının temerrüt faizini aşan zararını borçlunun kusurunun bulunmadığını ispat edememesi halinde ödemekle yükümlü olduğu kabul edilmiştir. 6098 sayılı TBK'nın 122/1. maddesinde de "Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı gidermekle yükümlüdür." şeklinde BK'nın 105. maddesindeki düzenlemeye paralel ve dili sadeleştirilmiş bir hüküm getirilmiştir. TBK'nın yürürlüğe girmesini düzenleyen 6101 sayılı Yasa'da bu konuda açık bir düzenleme bulunmadığı ve munzam zararla ilgili bir değişiklik söz konusu olmadığından değerlendirmenin sözleşmesinin kurulduğu ve davaların açıldığı tarihlerde yürürlükte bulunan 818 sayılı BK'nın 105/I. maddesi kapsamında yapılması gerekir.
Yargıtay HGK'nın 10.11.1999 gün ve 13-353/929 sayılı kararında vurgulandığı üzere; Munzam zarar sorumluluğu kusura dayanan borçlu temerrüdünün hukuki bir sonucudur ve alacaklının zararının faizi aşan bölümüdür. Borçlu para borcunun vadesinde ödemediğinde (temerrüt) oluştuğunda sözleşme veya yasada belirlenen “gecikme faizi” ödeme yükümü altına girer. Bu durumda BK'nın 103. maddesi uyarınca alacaklının mutlak ve tartışmasız bir zarara uğradığı kabul edilmektedir. O nedenle alacaklıya, uğradığı zararı ispat yükümü verilmeksizin, en önemlisi borçlunun kusuru olup olmadığı araştırılmaksızın yasa gereği kabul edilen zararı giderme hakkı tanınmıştır. Bunun dışında, alacaklının uğradığı zararın temerrüt faizinin üstünde gerçekleşmiş olması durumlarında ise, davada uygulanması gereken BK'nın 105. maddesi gündeme gelir. Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir. BK 105. kaynağı ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun dayanağı haksız fiil, sözleşme, nedensiz zenginleşme, kanun, vekâletsiz iş görme olabilir. Bu bağlamda hemen belirtelim ki, munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuki aykırılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü (BK 105), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar bu hukuki niteliği ve karakteri itibarıyla, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sonuç ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi (BK'nın 105/2) takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hâl böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazî kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile on yıllık zamanaşamı süresi içerisinde her zaman istenmesi mümkündür.
Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanır. BK'nın 105. maddesi kusur karinesini benimsemiştir.
Munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur, borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Farklı bir anlatımla, burada zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Sorumluluk için borçlunun tümerrüde düşmedeki kusurunun varlığı asıldır. Kural olarak munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asl alacağının varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını ispat etmekle yükümlüdür. Alacaklı, borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir. Borçlu ancak, temerrüdündeki kusursuzluğunu kanıtlama koşuluyla sorumluluktan kurtulabilir.
Dairemizce uzun yıllar munzam zararın varlığını davacı alacaklının somut delillerle kanıtlamak zorunda olduğu kabul edilip uygulanmış olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi'nin bireysel başvuru sonucunda vermiş olduğu, 21.12.2017 gün ve 2014 / 2267 sayılı başvuru nolu kararına konu uyuşmazlıkta, başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi ve olağan dışı bir külfet yüklendiği, bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine değerlendirilip mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine ve yeniden yargılama yapılmasına karar verilmiş olması karşısında, hak ihlâline neden olmamak düşüncesiyle munzam zararın somut delillerle kanıtlanması gerektiği uygulamasından vazgeçilmiş, gelişen ekonomik koşullar, mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasındaki adil dengenin korunması Anayasa Mahkemesinin ihlâl kararlarının bağlayıcılığı gözönünde tutularak enflasyon ve buna bağlı olarak döviz kurları, mevduat faizleri, devlet tahvilleri ve diğer yatırım araçlarının faiz oranları ile birlikte getirilerinin temerrüt faizden fazla olması halinde munzam zararın varlığının karine olarak kabul edilmesi gerektiği benimsenmiştir.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya gelince; davacılar alacaklarının borçlunun temerrüdüne rağmen geç ödenmesi sebebi ile faizle karşılanmayan zararlarının varlığı ve miktarını mahkemenin de kabulünde olduğu gibi somut delillerle ve yeterince kanıtlayamamışlardır.
Ancak, ülkemizde yaşanan ve herkes tarafından bilinen enflasyon, artan fiyatlar, döviz artışı vs. gibi olgular nedeniyle her zaman alacaklıların zararının temerrüt faizi ile karşılanması mümkün olmayacağından, mahkemece gecikme halinde temerrüt faizini aşan zararın varlığı karine olarak kabul edilip bu karinenin aksi davalı borçlu tarafından kanıtlanmadığı, alacaklılar vekillerinin 15.06.2010 tarihli ibranameleri alacağın dayanağı olan davada hükmedilen alacak miktarı ve icra takibine konu olan alacak, harç, icra masrafları ve vekâlet ücreti ile ilgili olup munzam zararla ilgili borçlunun ibra edildiğini kabule yeterli olmadığından öncelikle munzam zarar talep edilen alacakla ilgili temerrüt tarihinden tahsil tarihine kadar geçen süredeki enflasyon verilerini gösterir TEFE, TÜFE-ÜFE oranları, banka vadeli mevzuat faiz oranları, döviz kurları, devlet tahvil faiz oranları, işçi ücretleri ve diğer yatırım araçları ile ilgili getiri bilgilerinin resmi kurumlardan sorulup tespit edildikten sonra, yeniden oluşturulacak munzam zarar hesabı konusunda uzman bilirkişi kurulundan, tahsiline karar verilen davacılar alacağının temerrüt tarihinde bu yatırım araçlarından oluşacak sepete yatırılması ve değerlendirilmesi halinde tahsil tarihlerinde asıl alacakla birlikte getirisinin ulaşabileceği miktar ile tahsiline hükmedilen asıl alacak ve bu alacak için temerrüt tarihinden tahsil tarihlerine kadar davacıların tahsil edebilecekleri ve tahsil ettikleri faiz miktarı ve toplam miktar ve bu şekilde bulunacak toplam miktarlar arasındaki fark konusunda gerekçeli, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınıp değerlendirilerek faizle karşılanamayan zarar konusunda sonucuna uygun bir karar verilmesi yerine eksik inceleme ile davanın reddi doğru olmamış, kararın bozulması uygun bulunmuştur.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacıların temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davacılar yararına BOZULMASINA, ödediği temyiz peşin harcının istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine, karara karşı tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme isteminde bulunulabileceğine 04.03.2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.