TAŞIYICI ANNELİK YÖNTEMİ İLE ÇOCUK SAHİBİ OLAN EŞLERDEN
KADININ
ÇOCUĞUN SOYBAĞINI REDDETMESİ DAVASI
I.
GİRİŞ:
Bilim o kadar ilerledi ki hukuk bilimsel gelişmeler karşısında
çoğu zaman yetersiz kalabilmektedir. Bilimsel buluşları yapan
ülkeler artık bilimsel buluşların hukuk düzenine etkilerini
araştırıp gerekli hukuki düzenlemeleri yaptıktan sonra bilimsel
buluşun teknolojiye dönüştürülerek toplumun hizmetine girmesine
izin vermekteler. Çocuk sahibi olma yöntemlerinden biri olarak
bulunan taşıyıcı annelik yöntemi de bu bilimsel yöntemlerden
biri olup yöntemi bulan ülkeler kendi ülkelerinde bu yöntemin
hukuki alt yapısını oluşturduktan sonra uygulanmasına izin
verdiler. Bizim ülkemizde ise henüz taşıcıyı annelik yöntemi
ile çocuk sahibi olunmasına ilişkin tıbbi çalışma yapılmadığı
gibi buna ilişkin bir hukuki düzenleme de bulunmamaktadır. Çocuk
sahibi olamayan eşler taşıcıyı annelik yöntemi ile çocuk
sahibi olmak için yabancı ülkelere gitmekte ve bu ülkelerde bu
yöntemle sahip oldukları çocukları yine bu ülkelerin hukuk
düzenlerine göre aldıkları mahkeme kararları ile kendi
nüfuslarına kaydettirip Türkiye’ye getirmektedirler. Taşıyıcı
annelik yöntemi ile çocuk sahibi olan eşler arasında daha
sonradan anlaşmazlık çıkması ve evliliğin boşanma ile
sonuçlanması durumunda ise bizim hukukumuzda çözümü
düzenlenmemiş hukuki sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu makalemizde
belli bir somut olay ele alınarak taşıyıcı annelik yöntemi ile
çocuk sahibi olan eşlerden kadının çocuğun soybağını
reddetmesi davasını ele alacağız.
II.
TAŞICIYI ANNELİK NEDİR:
Taşıyıcı
annelik,
başkasına ait sperm ve yumurtanın laboratuvar koşullarında
döllenmesi ve embriyo haline gelmesinden sonra bir başka kadının
rahmine yerleştirilerek rahmine yerleştirilen kadının doğum
yaptıktan
sonra çocuğu genetik ebeveynlerine teslim etmesine verilen isimdir.
Bu yöntem
iki şekilde gerçekleştirilmektedir. Birincisi çocuk sahibi
olamayan eşler kendi sperm ve yumurtalarını taşıcı annelik
işlemini yapacak olan laboratuvara vermekte, bu
sperm ve yumurtaların burada döllenerek embriyo haline
getirilmesinden sonra laboratuvarın anlaşmalı olduğu taşıcı
anneliği kabul etmiş bir başka kadının rahmine
yerleştirilmektedir. Dünyaya gelen çocuk eşlerin biyolojik çocuğu
olma özelliğini taşımaktadır.
İkinci
yöntem ise eşlerden birinin sperminin ya da yumurtasının
döllemeye yani çocuk dünyaya getirmeye elverişli olmaması
durumunda taşıyıcı annelik yöntemini uygulayan laboratuvardaki
sperm ya da yumurta bankasından buraya sperm ya da yumurta
bağışlayan başkalarına ait sperm ya da yumurta alınarak
sağlıklı olan eşin sperm ya da yumurtasıyla dölleme ve embriyo
haline getirme işlemi yapılmaktadır. Sonrasında da taşıcı anne
tarafından çocuk dünyaya getirilmektedir. Bu şekilde dünyaya
gelen çocuk sadece sağlıklı eşin biyolojik çocuğu olma
özelliğini taşımaktadır. Diğer eşten sperm ya da yumurta
alınmadığından çocukla sperm ya da yumurta vermeyen eş arasında
biyolojik bağ söz konusu olmayacaktır.
Bu yöntem
tarihte
ilk olarak 1986 yılında ABD’de uygulanmıştır. Dünyaya
yayılması zaman almış olup henüz ülkemizde uygulanan bir çocuk
edinme yöntemi değildir. Bu konuda ülkemizde yasal bir düzenleme
de bulunmamaktadır. Bu nedenle sağlık sorunları nedeniyle çocuk
sahibi olamayan eşler yurt dışına giderek bu yöntemle çocuk
sahibi olma yolunu seçmektedirler.
Aşağıda
hukuki incelemesini yapacağımız somut olayda eşler ikinci yöntemi
kullanarak taşıcı annelik yoluyla çocuk edinmişlerdir. Yani
eşlerden
kadının
yumurtasının döllemeye yani çocuk dünyaya getirmeye elverişli
olmaması nedeniyle
taşıyıcı
annelik yöntemini uygulayan laboratuvardaki yumurta bankasından
buraya yumurta bağışlayan başka birinin
yumurtası
alınarak sağlıklı olan kocanın
spermi
ile dölleme
ve embriyo haline getirme işlemi yapılmış,
sonrasında
da taşıcı anne tarafından çocuk dünyaya getirilmiştir.
İşlemin yapıldığı ülkenin yargı makamları tarafından
verilen karar o ülkedeki Türk Konsolosluğuna götürülmek
suretiyle işleme konulmuş ve çocuk eşlerin nüfusuna
kaydedilmiştir.
III.
KADIN
SOYBAĞININ REDDİ DAVASI AÇAMAZ:
İncelemesini yaptığımız olayda davacı kadın davalı kocası
ile evli oldukları dönemde çocuk sahibi olamadıklarını,
davalının bu durumu evlilik birliği içinde sorun haline
getirdiğini ve kendisinden habersiz şekilde Gürcistan’a giderek
Gürcü bir kadından alınan yumurta ve başka bir Gürcü kadın
tarafından taşıyıcı anne olarak dünyaya getirilen çocuğu
kendi nüfusuna geçirmesi için kendisine bir takım belgeler
imzalattığını, kendi nüfusuna kayıtlı bulunan (...) TC kimlik
numaralı (...) isimli bu
çocuğun kendi çocuğu olmadığını, bu durumdan davalının
kendisini sorumlu gibi göstermeye çalıştığını ancak taşıcı
annelik yöntemini başlatanın da kendisi olduğunu belirterek
çocuğun kendi nüfusundan silinmesine karar verilmesini talep
etmiştir.
Davalı koca verdiği cevap dilekçesinde davacı kadının kanser
hastası olması nedeniyle çocuk sahibi olmalarının mümkün
olmadığının anlaşıldığını, tüp bebek tedavilerinin devam
ettiği dönemde davacı kadının kendisinin Gürcistan’daki
taşıcıyı annelik uygulamasını kendisine önerdiğini, bunun
üzerine İstanbul’da faaliyette bulunan aracı bir şirket
aracılığı ile 22.09.2014 tarihinde Gürcistan’a giderek
işlemleri başlattığını, (...) isimli donörden alınan
yumurtaların (...) isimli taşıcıyı anneye aşılandığını ve
çocuğun dünyaya geldiğini, davacı kadının yakın çevresinde
taşıyıcı annelik uygulamasından yararlanıldığının gizli
tutulduğunu, çocuğun doğumundan önce davacının İngiltere’den
getirttiği silikon göbekle çevresine hamile taklidi yaptığını,
ancak davacı kadının annesinin durumu öğrenmesi üzerine aile
içinde huzursuzluk çıktığını, tarafların boşanma noktasına
geldiklerini, dünyaya gelen çocuğun Gürcistan yasalarına göre
Türkiye’ye getirilebilmesi için davacı ve davalı adına
konsoloslukta nüfus siciline kaydının yapılması gerektiğini,
davacı kadının dünyaya gelen çocuğun annesi olmadığını 4721
sayılı Türk Medeni Kanunu m. 282’ye göre çocuğu dünyaya
getiren kişinin taşıcı anne olduğunu, bu nedenle de çocuğun
nüfus kaydındaki anne kaydından davacı kadının isminin
silinerek çocuğu doğuran taşıyı annenin isminin yazılmasını
talep etmiştir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanununun
“Soybağının
Reddi” başlıklı 286’ncı maddesine göre; “Koca,
soybağının reddi davasını açarak babalık karinesini
çürütebilir. Bu dava ana ve çocuğa karşı açılır. Çocuk da
dava hakkına sahiptir. Bu dava ana ve kocaya karşı açılır.”
hükmünü düzenlemektedir. Bu maddeye göre soybağının reddi
davası baba ile çocuk arasındaki soybağının kesilmesini
sağlamak için baba ya da çocuk tarafından açılabilmekte olup
anne ile çocuk arasındaki soybağının kesilmesi için soybağının
reddi davası açılması hukukumuzda düzenlenmiş değildir.
Dolayısıyla davacı kadının açmış olduğu davanın esası
soybağının reddi davası olmakla birlikte nüfus kayıtlarında
anne olarak gözüken kişiye böyle bir dava hakkı tanınmamıştır.
IV. GÖREVLİ MAHKEME:
Kadının 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun
“Soybağının
Reddi” başlıklı 286’ncı maddesine göre; soybağının
reddi davası açma hakkı bulunmamaktadır. Bu nedenle taşıcı
annelik yöntemi ile kendi nüfusuna kaydı yapılmış olan çocuğun
biyolojik olarak kendi çocuğu olmadığını iddia eden kadının
açacağı davaya 5490 sayılı Nüfus
Hizmetleri Kanunu 35’inci maddesine göre nüfus kaydının
düzeltilmesi davası olarak bakılabilir.
Soybağının reddi davasında görevli
mahkeme aile mahkemesi olmasına karşın nüfus kaydının
düzeltilmesi davasında görevli mahkeme asliye hukuk mahkemesidir.
V.
DAVACI KADININ BİYOLOJİK ÇOCUĞUN
ANNESİ OLUP OLMADIĞININ TESPİTİ:
Yukarıda da açıkladığımız gibi iki tane
taşıyıcı annelik yöntemi bulunmaktadır. Birincisi
çocuk sahibi olamayan eşler kendi sperm ve yumurtalarını taşıcı
annelik işlemini yapacak olan laboratuvara vermekte, bu
sperm ve yumurtaların burada döllenerek embriyo haline
getirilmesinden sonra laboratuvarın anlaşmalı olduğu taşıcı
anneliği kabul etmiş bir başka kadının rahmine
yerleştirilmektedir. Dünyaya gelen çocuk eşlerin biyolojik çocuğu
olma özelliğini taşımaktadır.
İkinci
yöntem ise eşlerden birinin sperminin ya da yumurtasının
döllemeye yani çocuk dünyaya getirmeye elverişli olmaması
durumunda taşıyıcı annelik yöntemini uygulayan laboratuvardaki
sperm ya da yumurta bankasından buraya sperm ya da yumurta
bağışlayan başkalarına ait sperm ya da yumurta alınarak
sağlıklı olan eşin sperm ya da yumurtasıyla dölleme ve embriyo
haline getirme işlemi yapılmaktadır. Sonrasında da taşıcı anne
tarafından çocuk dünyaya getirilmektedir. Bu şekilde dünyaya
gelen çocuk sadece sağlıklı eşin biyolojik çocuğu olma
özelliğini taşımaktadır. Diğer eşten sperm ya da yumurta
alınmadığından çocukla sperm ya da yumurta vermeyen eş arasında
biyolojik bağ söz konusu olmayacaktır.
İncelemesini
yaptığımız somut olayda ikinci yöntemin uygulandığı
belirtilerek davacı kadın dünyaya gelen çocuğun kendi
yumurtasından olmadığını dolayısıyla da kendisinin biyolojik
çocuğu olmadığını ileri sürmektedir. Bu durumun tespiti için
davacı kadın ile çocuk Adli Tıp Kurumuna gönderilmiş ve DNA
incelemesi yaptırılmıştır. Hazırlanan raporda davacı kadının
çocuğun biyolojik annesi olmadığı tespit edilmiştir.
VI.
ÇOCUĞUN
NÜFUSTAKİ ANNE HANESİNE KİMİN İSMİ YAZILACAK:
Mahkemece
yaptırılan Adli Tıp incelemesi ve bunun sonucunda hazırlanan DNA
raporu sonucunda davacı kadının çocuğun biyolojik annesi
olmadığının anlaşılması üzerine davacı kadının talebinin
kabulü ile kendi nüfus kaydından çocuğun isminin silinmesine
karar verilmesi gerekecektir. Ancak çocuğun nüfus kaydında anne
ismi hanesinin boş bırakılması hukuken mümkün değildir. Hukuk
düzenimizdeki boşlukta bu aşamada ortaya çıkmaktadır. Çocuğu
dünyaya getiren taşıcı annenin ismi mi yoksa çocuğa yumurtasını
veren ve çocuk ile biyolojik bağ kuran kişinin ismi mi yazılacak?
Bu hukuki sorunun çözülmesi gerekmektedir.
VII.
TÜRK
HUKUKU AÇISINDAN KONUNU TARTIŞILMASI:
4721
sayılı Türk Medeni Kanunu m. 282’ye göre; “Çocuk
ile ana arasında soybağı doğumla kurulur.” Bu madde
hükmüne göre çocuğun soybağı kurulacak “annesi”
kendisini dünyaya getiren taşıyı
annedir. Yasa maddesinin sözel yorumundan yola çıkılırsa kocanın
talebinin
kabulü ve çocuğun
anne
hanesine taşıyı annenin isminin yazılması ile sorun çözülür.
Ancak TMK m. 282’nin içerik yoruma girildiğinde taşıcı annenin
isminin anne hanesine yazılması ile davaya konu hukuki sorunun
çözülemeyeceği de anlaşılacaktır. TMK m. 282’de yasa koyucu
“doğumla soybağı
kurmaktan” ne
amaçlamıştır bu konunun incelenmesi gerekmektedir.
4721
sayılı Türk Medeni Kanununun “Genel
Gerekçesi”nin
“Hısımlık”,
“Soybağının Kurulması
Bölümü”
başlıklı bölümünün üçüncü paragrafında “Bu
ayırımda 282’inci maddenin birinci fıkrası, aslında doğal ve
hukuki bir gerçeği dile getirmekle birlikte, Medeni Kanunun
soybağını düzenleyen hükümlerinde çocuk ile baba arasında
olduğu gibi, çocuk ile ana arasındaki soybağının da nasıl
kurulduğunu açıklayan bir hükmün bulunması gerektiğini, yerine
getirmektedir. (...) Yürürlükteki kanunda (Eski MK) mevcut olmayan
282’inci madde kaleme alınırken kaynak İsviçre Medeni Kanununda
yapılan ve 1978 yılı başında yürürlüğe giren değişiklik
örnek alınmıştır.” gerekçesine
yer verilmiştir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 282’inci
maddesi ile ilgili olarak Genel Gerekçede yazılı olan bu açıklama
yasa koyucunun “doğumla
soybağı kurmaktan” amaçladığı
hukuki işlemin dünyaya gelen çocukla anne arasındaki “biyolojik
bağın kurulması”
olduğu anlaşılmaktadır.
İsviçre
Medeni Kanununda yapılan ve çocuk ile anne arasında ki biyolojik
bağın kurulmasını tanımlayan yasa değişikliğinin yapıldığı
1978 yılında henüz taşıcı annelik yöntemi dünyada yoktu. 4721
sayılı TMK’nun ülkemizde kabul edildiği 2001 yılında taşıcı
annelik yöntemi dünyada bir çok ülkede uygulanmaya başlanmıştı
ancak bu gün dahi ülkemize bu yöntem gelmiş değildir.
Dolayısıyla ülkemizde halen hukuki düzenlemesi bulunmamaktadır.
4721
sayılı TMK m. 282 “doğumla
soybağı kurmaktan” açıkça
anne ile çocuk arasındaki biyolojik bağın kurulmasını
amaçlamıştır. Ancak tıp bilimindeki gelişmeler karşısında
hukukumuz yetersiz kalmıştır. Bu nedenle hukukumuzda bu konuda
“hukuk
boşluğu”
bulunduğu açıktır.
4721
sayılı TMK m. 1’e göre; “Kanun,
sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır.
Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hakim, örf ve adet hukukuna
göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural
koyacak idiyse ona göre karar verir. Hakim, karar verirken bilimsel
görüşlerden ve yargı kararlarından yararlanır.” 4721
sayılı TMK’nun bu maddesine göre aşağıdaki gerekçelerle
hukuk boşluğunun doldurulması yoluna gidilmesi gerekmektedir.
2709
sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 90’ıncı maddesinin
son fıkrasına göre; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında
Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere
ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda
farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda
milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.”
Anayasamız temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
antlaşmaları kanun hükümlerinin üzerinde bir noktaya koyarak
öncelikle uygulanmasını hükme bağlamıştır.
Türkiye’nin
de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair
Sözleşmesi’nin 7’inci maddesine göre; “Çocuk doğumdan
hemen sonra derhal nüfus kütüğüne kaydedilecek ve doğumdan
itibaren bir isim hakkına, bir vatandaşlık kazanma hakkına ve
mümkün olduğu ölçüde ana-babasını bilme ve onlar tarafından
bakılma hakkına sahip olacaktır.” Aynı sözleşmenin
8’inci maddesine göre de; “Taraf
Devletler, yasanın tanıdığı şekliyle çocuğun kimliğini;
tabiiyeti, ismi ve aile bağları dahil, koruma hakkına saygı
göstermeyi ve bu konuda yasa dışı müdahalelerde bulunmamayı
taahhüt ederler.” Sözleşmenin
7’inci maddesinde çocuğun “ana-babasını
bilme hakkı”,
8’inci maddesinde de “aile
bağlarının korunması hakkı”
açıkça düzenlenmiştir.
Sözleşmede
yer alan anne babasını bilme hakkından kastedilenin çocuğun
biyolojik anne ve babası olduğu açıktır. Aile bağlarının
korunması hakkından kastedilenin de yine öncelikle biyolojik anne
ve babası ile olan aile bağları olduğu açıktır. 4721 sayılı
TMK m. 282’de belirtilen “doğumla
soybağı kurmaktan” amaçlanan
durum ile Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin
7’inci ve 8’inci maddelerindeki temel çocuk hakları birbiriyle
örtüşmektedir.
Bu
durumda kocanın
talebinin kabulü
ve çocuğun
anne
hanesine taşıyıcı annenin isminin yazılması ile yetinilmesi hem
4721 sayılı TMK m. 282’nin içerik yorumu ile ortaya çıkan
biyolojik soybağını kurma amacını karşılamaya yetmeyecek hem
de Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin
tanıdığı çocuğun “ana-babasını
bilme hakkı” ile
“aile
bağlarının korunması hakkı”
karşılanmış olmayacaktır. Çocuğun biyolojik annesinin isminin
de nüfus kayıtlarında yer almasının sağlanarak çocuğun
“ana-babasını
bilme hakkı” ile
“aile
bağlarının korunması hakkı”
da karşılanmalıdır.
VIII.
SONUÇ:
Bu gerekçelerle çocuğun davacı kadının
nüfusundan silinmesine karar verilmiş; 4721 sayılı TMK m. 1
uyarınca da çocuğun nüfustaki anne hanesine taşıyıcı annenin
isminin yazılmasına, çocuğun biyolojik annesinin kim olduğunun
olduğunun tespitine ve 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu m.
6’ya göre çocuğun nüfus kaydının “Açıklamalar”
kısmına tesciline, verilen kararın da çocuğun nüfus kaydının
eki sayılmasına yönelik olarak hüküm kurulmuştur.
Verdiğimiz karar sözel anlamda 4721 sayılı
TMK m. 282’ye uygundur. İçerik olarak yani biyolojik bağ kurmak
anlamında uygun olduğu söylenemez. Çünkü çocuk ile biyolojik
annesi arasında Türk hukukuna göre miras ilişkisi kurulması
mümkün olamayacaktır. Bu açıdan bir mağduriyet olduğu açıktır.
Ancak ileride taşıcı annelik ile ilgili yasal düzenleme yapılır
ve yumurta ya da spermi kullanılan kişilere çocukların mirasçı
olabilmelerine ilişkin hak tanınırsa dava konusu çocuğun
biyolojik annesinin kim olduğunu resmi nüfus kayıtları yoluyla
kanıtlaması sağlanmış olacaktır.
Evrensel hukuk ilkeleri açısından ise
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin
tanıdığı çocuğun “ana-babasını bilme hakkı” ile
“aile bağlarının korunması hakkı”
karşılanmıştır.
Duruşmaya katılan nüfus temsilcisi, çocuğun
biyolojik annesinin isminin nüfus kaydının “Açıklamalar”
kısmında yer almasına nüfus kayıt sisteminin izin
vermediğini belirtmiştir. Bilgisayar sisteminin hukukun önünü
tıkaması düşünülemeyeceğinden bu açıklaması dikkate
alınmamıştır.