30 Mart, 2019

TAŞIYICI ANNELİK YÖNTEMİ İLE ÇOCUK SAHİBİ OLAN EŞLERDEN KADININ ÇOCUĞUN SOYBAĞINI REDDETMESİ DAVASI

TAŞIYICI ANNELİK YÖNTEMİ İLE ÇOCUK SAHİBİ OLAN EŞLERDEN
KADININ ÇOCUĞUN SOYBAĞINI REDDETMESİ DAVASI

I. GİRİŞ:

Bilim o kadar ilerledi ki hukuk bilimsel gelişmeler karşısında çoğu zaman yetersiz kalabilmektedir. Bilimsel buluşları yapan ülkeler artık bilimsel buluşların hukuk düzenine etkilerini araştırıp gerekli hukuki düzenlemeleri yaptıktan sonra bilimsel buluşun teknolojiye dönüştürülerek toplumun hizmetine girmesine izin vermekteler. Çocuk sahibi olma yöntemlerinden biri olarak bulunan taşıyıcı annelik yöntemi de bu bilimsel yöntemlerden biri olup yöntemi bulan ülkeler kendi ülkelerinde bu yöntemin hukuki alt yapısını oluşturduktan sonra uygulanmasına izin verdiler. Bizim ülkemizde ise henüz taşıcıyı annelik yöntemi ile çocuk sahibi olunmasına ilişkin tıbbi çalışma yapılmadığı gibi buna ilişkin bir hukuki düzenleme de bulunmamaktadır. Çocuk sahibi olamayan eşler taşıcıyı annelik yöntemi ile çocuk sahibi olmak için yabancı ülkelere gitmekte ve bu ülkelerde bu yöntemle sahip oldukları çocukları yine bu ülkelerin hukuk düzenlerine göre aldıkları mahkeme kararları ile kendi nüfuslarına kaydettirip Türkiye’ye getirmektedirler. Taşıyıcı annelik yöntemi ile çocuk sahibi olan eşler arasında daha sonradan anlaşmazlık çıkması ve evliliğin boşanma ile sonuçlanması durumunda ise bizim hukukumuzda çözümü düzenlenmemiş hukuki sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu makalemizde belli bir somut olay ele alınarak taşıyıcı annelik yöntemi ile çocuk sahibi olan eşlerden kadının çocuğun soybağını reddetmesi davasını ele alacağız.

II. TAŞICIYI ANNELİK NEDİR:

Taşıyıcı annelik, başkasına ait sperm ve yumurtanın laboratuvar koşullarında döllenmesi ve embriyo haline gelmesinden sonra bir başka kadının rahmine yerleştirilerek rahmine yerleştirilen kadının doğum yaptıktan sonra çocuğu genetik ebeveynlerine teslim etmesine verilen isimdir.

Bu yöntem iki şekilde gerçekleştirilmektedir. Birincisi çocuk sahibi olamayan eşler kendi sperm ve yumurtalarını taşıcı annelik işlemini yapacak olan laboratuvara vermekte, bu sperm ve yumurtaların burada döllenerek embriyo haline getirilmesinden sonra laboratuvarın anlaşmalı olduğu taşıcı anneliği kabul etmiş bir başka kadının rahmine yerleştirilmektedir. Dünyaya gelen çocuk eşlerin biyolojik çocuğu olma özelliğini taşımaktadır.

İkinci yöntem ise eşlerden birinin sperminin ya da yumurtasının döllemeye yani çocuk dünyaya getirmeye elverişli olmaması durumunda taşıyıcı annelik yöntemini uygulayan laboratuvardaki sperm ya da yumurta bankasından buraya sperm ya da yumurta bağışlayan başkalarına ait sperm ya da yumurta alınarak sağlıklı olan eşin sperm ya da yumurtasıyla dölleme ve embriyo haline getirme işlemi yapılmaktadır. Sonrasında da taşıcı anne tarafından çocuk dünyaya getirilmektedir. Bu şekilde dünyaya gelen çocuk sadece sağlıklı eşin biyolojik çocuğu olma özelliğini taşımaktadır. Diğer eşten sperm ya da yumurta alınmadığından çocukla sperm ya da yumurta vermeyen eş arasında biyolojik bağ söz konusu olmayacaktır.

Bu yöntem tarihte ilk olarak 1986 yılında ABD’de uygulanmıştır. Dünyaya yayılması zaman almış olup henüz ülkemizde uygulanan bir çocuk edinme yöntemi değildir. Bu konuda ülkemizde yasal bir düzenleme de bulunmamaktadır. Bu nedenle sağlık sorunları nedeniyle çocuk sahibi olamayan eşler yurt dışına giderek bu yöntemle çocuk sahibi olma yolunu seçmektedirler.

Aşağıda hukuki incelemesini yapacağımız somut olayda eşler ikinci yöntemi kullanarak taşıcı annelik yoluyla çocuk edinmişlerdir. Yani eşlerden kadının yumurtasının döllemeye yani çocuk dünyaya getirmeye elverişli olmaması nedeniyle taşıyıcı annelik yöntemini uygulayan laboratuvardaki yumurta bankasından buraya yumurta bağışlayan başka birinin yumurta alınarak sağlıklı olan kocanın spermi ile dölleme ve embriyo haline getirme işlemi yapılmış, sonrasında da taşıcı anne tarafından çocuk dünyaya getirilmiştir. İşlemin yapıldığı ülkenin yargı makamları tarafından verilen karar o ülkedeki Türk Konsolosluğuna götürülmek suretiyle işleme konulmuş ve çocuk eşlerin nüfusuna kaydedilmiştir.

III. KADIN SOYBAĞININ REDDİ DAVASI AÇAMAZ:

İncelemesini yaptığımız olayda davacı kadın davalı kocası ile evli oldukları dönemde çocuk sahibi olamadıklarını, davalının bu durumu evlilik birliği içinde sorun haline getirdiğini ve kendisinden habersiz şekilde Gürcistan’a giderek Gürcü bir kadından alınan yumurta ve başka bir Gürcü kadın tarafından taşıyıcı anne olarak dünyaya getirilen çocuğu kendi nüfusuna geçirmesi için kendisine bir takım belgeler imzalattığını, kendi nüfusuna kayıtlı bulunan (...) TC kimlik numaralı (...) isimli bu çocuğun kendi çocuğu olmadığını, bu durumdan davalının kendisini sorumlu gibi göstermeye çalıştığını ancak taşıcı annelik yöntemini başlatanın da kendisi olduğunu belirterek çocuğun kendi nüfusundan silinmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı koca verdiği cevap dilekçesinde davacı kadının kanser hastası olması nedeniyle çocuk sahibi olmalarının mümkün olmadığının anlaşıldığını, tüp bebek tedavilerinin devam ettiği dönemde davacı kadının kendisinin Gürcistan’daki taşıcıyı annelik uygulamasını kendisine önerdiğini, bunun üzerine İstanbul’da faaliyette bulunan aracı bir şirket aracılığı ile 22.09.2014 tarihinde Gürcistan’a giderek işlemleri başlattığını, (...) isimli donörden alınan yumurtaların (...) isimli taşıcıyı anneye aşılandığını ve çocuğun dünyaya geldiğini, davacı kadının yakın çevresinde taşıyıcı annelik uygulamasından yararlanıldığının gizli tutulduğunu, çocuğun doğumundan önce davacının İngiltere’den getirttiği silikon göbekle çevresine hamile taklidi yaptığını, ancak davacı kadının annesinin durumu öğrenmesi üzerine aile içinde huzursuzluk çıktığını, tarafların boşanma noktasına geldiklerini, dünyaya gelen çocuğun Gürcistan yasalarına göre Türkiye’ye getirilebilmesi için davacı ve davalı adına konsoloslukta nüfus siciline kaydının yapılması gerektiğini, davacı kadının dünyaya gelen çocuğun annesi olmadığını 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 282’ye göre çocuğu dünyaya getiren kişinin taşıcı anne olduğunu, bu nedenle de çocuğun nüfus kaydındaki anne kaydından davacı kadının isminin silinerek çocuğu doğuran taşıyı annenin isminin yazılmasını talep etmiştir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanununun Soybağının Reddi” başlıklı 286’ncı maddesine göre; “Koca, soybağının reddi davasını açarak babalık karinesini çürütebilir. Bu dava ana ve çocuğa karşı açılır. Çocuk da dava hakkına sahiptir. Bu dava ana ve kocaya karşı açılır.” hükmünü düzenlemektedir. Bu maddeye göre soybağının reddi davası baba ile çocuk arasındaki soybağının kesilmesini sağlamak için baba ya da çocuk tarafından açılabilmekte olup anne ile çocuk arasındaki soybağının kesilmesi için soybağının reddi davası açılması hukukumuzda düzenlenmiş değildir. Dolayısıyla davacı kadının açmış olduğu davanın esası soybağının reddi davası olmakla birlikte nüfus kayıtlarında anne olarak gözüken kişiye böyle bir dava hakkı tanınmamıştır.

IV. GÖREVLİ MAHKEME:

Kadının 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun Soybağının Reddi” başlıklı 286’ncı maddesine göre; soybağının reddi davası açma hakkı bulunmamaktadır. Bu nedenle taşıcı annelik yöntemi ile kendi nüfusuna kaydı yapılmış olan çocuğun biyolojik olarak kendi çocuğu olmadığını iddia eden kadının açacağı davaya 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu 35’inci maddesine göre nüfus kaydının düzeltilmesi davası olarak bakılabilir. Soybağının reddi davasında görevli mahkeme aile mahkemesi olmasına karşın nüfus kaydının düzeltilmesi davasında görevli mahkeme asliye hukuk mahkemesidir.

V. DAVACI KADININ BİYOLOJİK ÇOCUĞUN ANNESİ OLUP OLMADIĞININ TESPİTİ:

Yukarıda da açıkladığımız gibi iki tane taşıyıcı annelik yöntemi bulunmaktadır. Birincisi çocuk sahibi olamayan eşler kendi sperm ve yumurtalarını taşıcı annelik işlemini yapacak olan laboratuvara vermekte, bu sperm ve yumurtaların burada döllenerek embriyo haline getirilmesinden sonra laboratuvarın anlaşmalı olduğu taşıcı anneliği kabul etmiş bir başka kadının rahmine yerleştirilmektedir. Dünyaya gelen çocuk eşlerin biyolojik çocuğu olma özelliğini taşımaktadır.

İkinci yöntem ise eşlerden birinin sperminin ya da yumurtasının döllemeye yani çocuk dünyaya getirmeye elverişli olmaması durumunda taşıyıcı annelik yöntemini uygulayan laboratuvardaki sperm ya da yumurta bankasından buraya sperm ya da yumurta bağışlayan başkalarına ait sperm ya da yumurta alınarak sağlıklı olan eşin sperm ya da yumurtasıyla dölleme ve embriyo haline getirme işlemi yapılmaktadır. Sonrasında da taşıcı anne tarafından çocuk dünyaya getirilmektedir. Bu şekilde dünyaya gelen çocuk sadece sağlıklı eşin biyolojik çocuğu olma özelliğini taşımaktadır. Diğer eşten sperm ya da yumurta alınmadığından çocukla sperm ya da yumurta vermeyen eş arasında biyolojik bağ söz konusu olmayacaktır.

İncelemesini yaptığımız somut olayda ikinci yöntemin uygulandığı belirtilerek davacı kadın dünyaya gelen çocuğun kendi yumurtasından olmadığını dolayısıyla da kendisinin biyolojik çocuğu olmadığını ileri sürmektedir. Bu durumun tespiti için davacı kadın ile çocuk Adli Tıp Kurumuna gönderilmiş ve DNA incelemesi yaptırılmıştır. Hazırlanan raporda davacı kadının çocuğun biyolojik annesi olmadığı tespit edilmiştir.

VI. ÇOCUĞUN NÜFUSTAKİ ANNE HANESİNE KİMİN İSMİ YAZILACAK:

Mahkemece yaptırılan Adli Tıp incelemesi ve bunun sonucunda hazırlanan DNA raporu sonucunda davacı kadının çocuğun biyolojik annesi olmadığının anlaşılması üzerine davacı kadının talebinin kabulü ile kendi nüfus kaydından çocuğun isminin silinmesine karar verilmesi gerekecektir. Ancak çocuğun nüfus kaydında anne ismi hanesinin boş bırakılması hukuken mümkün değildir. Hukuk düzenimizdeki boşlukta bu aşamada ortaya çıkmaktadır. Çocuğu dünyaya getiren taşıcı annenin ismi mi yoksa çocuğa yumurtasını veren ve çocuk ile biyolojik bağ kuran kişinin ismi mi yazılacak? Bu hukuki sorunun çözülmesi gerekmektedir.

VII. TÜRK HUKUKU AÇISINDAN KONUNU TARTIŞILMASI:

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 282’ye göre; Çocuk ile ana arasında soybağı doğumla kurulur.” Bu madde hükmüne göre çocuğun soybağı kurulacak “annesi” kendisini dünyaya getiren taşıyı annedir. Yasa maddesinin sözel yorumundan yola çıkılırsa kocanın talebinin kabulü ve çocuğun anne hanesine taşıyı annenin isminin yazılması ile sorun çözülür. Ancak TMK m. 282’nin içerik yoruma girildiğinde taşıcı annenin isminin anne hanesine yazılması ile davaya konu hukuki sorunun çözülemeyeceği de anlaşılacaktır. TMK m. 282’de yasa koyucu “doğumla soybağı kurmaktan” ne amaçlamıştır bu konunun incelenmesi gerekmektedir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununun “Genel Gerekçesi”nin “Hısımlık”, “Soybağının Kurulması Bölümü” başlıklı bölümünün üçüncü paragrafında “Bu ayırımda 282’inci maddenin birinci fıkrası, aslında doğal ve hukuki bir gerçeği dile getirmekle birlikte, Medeni Kanunun soybağını düzenleyen hükümlerinde çocuk ile baba arasında olduğu gibi, çocuk ile ana arasındaki soybağının da nasıl kurulduğunu açıklayan bir hükmün bulunması gerektiğini, yerine getirmektedir. (...) Yürürlükteki kanunda (Eski MK) mevcut olmayan 282’inci madde kaleme alınırken kaynak İsviçre Medeni Kanununda yapılan ve 1978 yılı başında yürürlüğe giren değişiklik örnek alınmıştır.” gerekçesine yer verilmiştir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 282’inci maddesi ile ilgili olarak Genel Gerekçede yazılı olan bu açıklama yasa koyucunun “doğumla soybağı kurmaktan” amaçladığı hukuki işlemin dünyaya gelen çocukla anne arasındaki “biyolojik bağın kurulması” olduğu anlaşılmaktadır.

İsviçre Medeni Kanununda yapılan ve çocuk ile anne arasında ki biyolojik bağın kurulmasını tanımlayan yasa değişikliğinin yapıldığı 1978 yılında henüz taşıcı annelik yöntemi dünyada yoktu. 4721 sayılı TMK’nun ülkemizde kabul edildiği 2001 yılında taşıcı annelik yöntemi dünyada bir çok ülkede uygulanmaya başlanmıştı ancak bu gün dahi ülkemize bu yöntem gelmiş değildir. Dolayısıyla ülkemizde halen hukuki düzenlemesi bulunmamaktadır.

4721 sayılı TMK m. 282 “doğumla soybağı kurmaktan” açıkça anne ile çocuk arasındaki biyolojik bağın kurulmasını amaçlamıştır. Ancak tıp bilimindeki gelişmeler karşısında hukukumuz yetersiz kalmıştır. Bu nedenle hukukumuzda bu konuda “hukuk boşluğu” bulunduğu açıktır.

4721 sayılı TMK m. 1’e göre; Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır. Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hakim, örf ve adet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir. Hakim, karar verirken bilimsel görüşlerden ve yargı kararlarından yararlanır.” 4721 sayılı TMK’nun bu maddesine göre aşağıdaki gerekçelerle hukuk boşluğunun doldurulması yoluna gidilmesi gerekmektedir.

2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 90’ıncı maddesinin son fıkrasına göre; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” Anayasamız temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmaları kanun hükümlerinin üzerinde bir noktaya koyarak öncelikle uygulanmasını hükme bağlamıştır.

Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin 7’inci maddesine göre; “Çocuk doğumdan hemen sonra derhal nüfus kütüğüne kaydedilecek ve doğumdan itibaren bir isim hakkına, bir vatandaşlık kazanma hakkına ve mümkün olduğu ölçüde ana-babasını bilme ve onlar tarafından bakılma hakkına sahip olacaktır.” Aynı sözleşmenin 8’inci maddesine göre de; Taraf Devletler, yasanın tanıdığı şekliyle çocuğun kimliğini; tabiiyeti, ismi ve aile bağları dahil, koruma hakkına saygı göstermeyi ve bu konuda yasa dışı müdahalelerde bulunmamayı taahhüt ederler.” Sözleşmenin 7’inci maddesinde çocuğun “ana-babasını bilme hakkı”, 8’inci maddesinde de “aile bağlarının korunması hakkı” açıkça düzenlenmiştir.

Sözleşmede yer alan anne babasını bilme hakkından kastedilenin çocuğun biyolojik anne ve babası olduğu açıktır. Aile bağlarının korunması hakkından kastedilenin de yine öncelikle biyolojik anne ve babası ile olan aile bağları olduğu açıktır. 4721 sayılı TMK m. 282’de belirtilen “doğumla soybağı kurmaktan” amaçlanan durum ile Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin 7’inci ve 8’inci maddelerindeki temel çocuk hakları birbiriyle örtüşmektedir.

Bu durumda kocanın talebinin kabulü ve çocuğun anne hanesine taşıyıcı annenin isminin yazılması ile yetinilmesi hem 4721 sayılı TMK m. 282’nin içerik yorumu ile ortaya çıkan biyolojik soybağını kurma amacını karşılamaya yetmeyecek hem de Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin tanıdığı çocuğun “ana-babasını bilme hakkı” ile “aile bağlarının korunması hakkı” karşılanmış olmayacaktır. Çocuğun biyolojik annesinin isminin de nüfus kayıtlarında yer almasının sağlanarak çocuğun “ana-babasını bilme hakkı” ile “aile bağlarının korunması hakkı” da karşılanmalıdır.

VIII. SONUÇ:

Bu gerekçelerle çocuğun davacı kadının nüfusundan silinmesine karar verilmiş; 4721 sayılı TMK m. 1 uyarınca da çocuğun nüfustaki anne hanesine taşıyıcı annenin isminin yazılmasına, çocuğun biyolojik annesinin kim olduğunun olduğunun tespitine ve 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu m. 6’ya göre çocuğun nüfus kaydının Açıklamalar” kısmına tesciline, verilen kararın da çocuğun nüfus kaydının eki sayılmasına yönelik olarak hüküm kurulmuştur.

Verdiğimiz karar sözel anlamda 4721 sayılı TMK m. 282’ye uygundur. İçerik olarak yani biyolojik bağ kurmak anlamında uygun olduğu söylenemez. Çünkü çocuk ile biyolojik annesi arasında Türk hukukuna göre miras ilişkisi kurulması mümkün olamayacaktır. Bu açıdan bir mağduriyet olduğu açıktır. Ancak ileride taşıcı annelik ile ilgili yasal düzenleme yapılır ve yumurta ya da spermi kullanılan kişilere çocukların mirasçı olabilmelerine ilişkin hak tanınırsa dava konusu çocuğun biyolojik annesinin kim olduğunu resmi nüfus kayıtları yoluyla kanıtlaması sağlanmış olacaktır.

Evrensel hukuk ilkeleri açısından ise Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin tanıdığı çocuğun “ana-babasını bilme hakkı” ile “aile bağlarının korunması hakkı” karşılanmıştır.

Duruşmaya katılan nüfus temsilcisi, çocuğun biyolojik annesinin isminin nüfus kaydının “Açıklamalar” kısmında yer almasına nüfus kayıt sisteminin izin vermediğini belirtmiştir. Bilgisayar sisteminin hukukun önünü tıkaması düşünülemeyeceğinden bu açıklaması dikkate alınmamıştır.

26 Mart, 2019

GEÇERSİZ KAT KARŞILIĞI İNŞAAT SÖZLEŞMELERİNDEUYUŞMAZLIĞIN ÇÖZÜMÜNDE UYGULANACAK HUKUK KURALLARININ TARTIŞILMASI

GEÇERSİZ KAT KARŞILIĞI İNŞAAT SÖZLEŞMELERİNDE
UYUŞMAZLIĞIN ÇÖZÜMÜNDE UYGULANACAK HUKUK KURALLARININ TARTIŞILMASI

I. GİRİŞ:

Ülkemizdeki en güçlü ekonomik alanlardan biri inşaat alanı olup yaşanan her krizde bu alanda çok fazla sayıda hukuki uyuşmazlık da yargıya yansımaktadır. Bu makalemizde hukuken geçersiz olan kat karşılığı inşaat sözleşmelerinde uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak hukuk kurallarının neler olması gerektiği konusunu tartışacağız.

II. KAT KARŞILIĞI İNŞAAT SÖZLEŞMELERİNİN GEÇERLİLİK KOŞULU:

Kat karşılığı inşaat sözleşmeleri; özünde taşınmaz sahibinin taşınmazı üzerinde bir eser meydana getirmesi için bir yüklenici ile anlaştığı ve yükleniciye sözleşmenin imzalanmasından sonra sözleşme süresi içinde meydana getireceği eserin niteliğine göre eserde yer alan bağımsız bölümlerin taşınmaz mülkiyeti oluştuktan sonra yüklenicinin payına düşen kısımlarının satışını ve devrini vadettiği verdiği kendine özgü ve eser sözleşmesinin özelliklerini taşıyan sözleşmelerdir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 706’ya göre; “Taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşmelerin geçerli olması, resmi şekilde düzenlenmiş bulunmalarına bağlıdır.” aynı şekilde 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu m. 237’ye göre; “Taşınmaz satışının geçerli olabilmesi için, sözleşmenin resmî şekilde düzenlenmesi şarttır. Taşınmaz satışı vaadi, geri alım ve alım sözleşmeleri, resmî şekilde düzenlenmedikçe geçerli olmaz.” Kat karşılığı inşaat sözleşmeleri de niteliği itibariyle taşınmaz satışı ve taşınmaz satış vaadi içerdiği için bu kanun hükümlerine bağlı olup geçerliliği resmi şekilde yapılmış olmasına bağlıdır.

Yasa koyucu resmi şekilde sözleşme düzenleme yetkisini noterlere vermiştir. 1512 sayılı Noterlik Kanunu m. 60’a göre; “Gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi yapmak” noterlerin yetkisindedir. Taşınmaz sahibi ile yüklenici arasında yapılan sözleşme noterde resmi ve düzenleme şeklinde yapılmamış ise hukuken geçerli değildir. Yasa koyucu taşınmaz satışlarını resmi şekilde yapılmasını emredici kanun hükmü ile düzenlediğinden bu durum kamu düzenine ilişkin olup mahkemelerce kendiliğinden dikkate alınmak zorundadır. Yargıtay 15. HD 1990 / 3418 – 4382 sayılı ve 30.10.1990 tarihli kararında “Kat karşılığı inşaat sözleşmeleri taşınmaz devrini de içerdiğinden, MK 634 (TMK m. 706) BK m. 213 (TBK m. 237) ve Tapu Kanunu m. 26 ile Noterlik Kanunu m. 60 hükümleri uyarınca resmi şekilde yapılmalıdır. Bu husus kamu düzeni ile ilgili olup, hakim görevi nedeniyle bu hususu resen göz önünde bulundurmak zorundadır” (Cengiz Kostakoğlu; İnşaat Hukuku ve Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmeleri; s. 82) tespitinde bulunmuştur. Bu nedenle resmi şekilde yapılmamış kat karşılığı inşaat sözleşmelerinden kaynaklı davalarda mahkemeler öncelikle sözleşmenin geçersizliğinin tespitine kendiliklerinden karar vermek zorundadırlar.

III. GEÇERSİZ KAT KARŞILIĞI İNŞAAT SÖZLEŞMELERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNDE UYGULANACAK HUKUK KURALLARI:

Noterde resmi şekilde yapılmamış dolayısıyla da hukuken geçersiz olan kat karşılığı inşaat sözleşmesinden kaynaklı davalarda uyuşmazlığın çözümünde Yargıtay çok eski kararlarında taraflar arasında vekâlet ilişkisi varsa vekâlet sözleşmesi hükümlerine göre, vekâlet ilişkisi yoksa vekâletsiz iş görme hükümlerine göre uyuşmazlığın çözülmesi gerektiği görüşündeydi. Ancak Yargıtay bu görüşünden dönerek bu tür uyuşmazlıklarda sebepsiz zenginleşme hükümlerinin uygulanması gerektiğine karar vermiştir. Aşağıda her iki hukuk kuralının incelemesini yaparak konunun incelemesin yapacağız.

IV. SEBEPSİZ ZENGİNLEŞME HÜKÜMLERİNE GÖRE UYUŞMAZLIĞIN ÇÖZÜMÜ:

Hukukumuzda sebepsiz zenginleşme hükümleri 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu m. 77’de Haklı bir sebep olmaksızın, bir başkasının mal varlığından veya emeğinden zenginleşen, bu zenginleşmeyi geri vermekle yükümlüdür. Bu yükümlülük, özellikle zenginleşmenin geçerli olmayan veya gerçekleşmemiş ya da sona ermiş bir sebebe dayanması durumunda doğmuş olur.” şeklinde düzenlenmiştir.

Bu maddeye göre sebepsiz zenginleşme nedeniyle talepte bulunma hakkının doğabilmesi için haklı bir sebep olmaksızın, bir başkasının mal varlığından veya emeğinden zenginleşme durumunun olması gerekmektedir.

Maddenin ikinci fıkrasına göre de sebepsiz zenginleşme nedeniyle geri verme yükümlülüğünün ise zenginleşmenin geçerli olmayan veya gerçekleşmemiş ya da sona ermiş bir sebebe dayanması durumunda doğduğu kabul edilmiştir.

Maddenin her iki fıkrasını ayrı ayrı geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmelerine uygulayacak olursak maddenin uyuşmazlığın çözümünde yetersiz kaldığı görülecektir.

Öncelikle sebepsiz zenginleşme için zenginleşmenin haklı bir sebep olmama durumu aranmaktadır. Taraflar arasındaki sözleşmenin geçersiz olması tarafların haklı olmadıkları anlamına gelmemektedir. Sözleşmenin resmi şekilde yapılması hukuki geçerlilik koşulu olup geçersizlik her iki taraf içinde söz konusudur. Bu sözleşmeye göre taraflardan birinin diğer için yaptığı işlemler diğer taraf nezdinde bir yarar doğurmuşsa ya da bir harcama yapılmasını gerektirmişse bu durum zaten haklı bir nedendir. Ancak asıl önemli nokta geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmelerinde özellikle yükleniciler yaptıkları işlerle iş sahiplerinin zenginleşmelerine neden olmadan da bir takım harcamalar yapmakta ve tarafların arasında anlaşmazlık ortaya çıkması durumunda da bu harcama kalemlerini talep etmektedirler. Bu durumda iş sahibi açısından bir zenginleşme olmamışsa yüklenici bu maddeye göre talepte bulunamayacaktır. Örneğin yüklenici iş sahibinin taşınmazında harita mühendisine aplikasyon ölçümü yaptırmış ise bu ölçüm için belli bir masraf yaptırmış ve bu masraf yüklenicinin mal varlığında bir azalmaya neden olmuştur. Ancak iş sahibinin mal varlığında bir artışa neden olmamıştır. Bu durumda sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre yüklenicinin bu masraf iş sahibinde talep etmesi mümkün olamayacaktır.

Geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle talep edilecek alacaklarda sebepsiz zenginleşme hükümlerinin uygulanması durumunda zenginleşilen miktarın talep dilebilmesi için zenginleşmenin doğduğu anın tespit edilmesi gerekmektedir. Maddenin ikinci fıkrasına göre sebepsiz zenginleşme nedeniyle geri verme yükümlülüğü ise zenginleşmenin geçerli olmayan veya gerçekleşmemiş ya da sona ermiş bir sebebe dayanması durumunda doğduğu kabul edilmiştir. Geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmelerinde geçerli olmayan veya gerçekleşmemiş ya da sona ermiş bir sebebe dayanma hali yüklenicinin yapmakta olduğu işin niteliği gereği somut olayın özelliğine göre çok iyi belirlenmelidir. Ancak yüklenici yapmayı üzerine aldığı işi yerine getirmek için bir takım işlere başladıysa artık bu işlerin iş sahibi açısından geçerli olmayan veya gerçekleşmemiş ya da sona ermiş bir sebebe dayanma hali söz konusu olmayacaktır. Örneğin yüklenici inşaat mühendisine statik proje hazırlatmış, taşınmazın üzerinde inşaat hazırlık için hafriyat yapmış ise bu işlerin geçerli olmayan veya gerçekleşmemiş ya da sona ermiş bir sebebe dayanma hali söz konusu olmayacaktır. Sona erme hali için de sözleşmenin iş sahibi tarafından feshedilmesi durumu örnek gösterilemeyecektir. Çünkü sözleşme resmi şekilde yapılmadığı için başından itibaren geçersizdir. Dolayısıyla feshi de hukuken söz konusu değildir. Bu gerekçelerle geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklarda 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu m. 77’ye göre sebepsiz zenginleşme hükümlerinin uygulanamayacağı düşüncesindeyim.

Bu konuda Prof. S. S. Tekinay ise, “...haksız iktisap kurallarının uygulanabilmesi için vuku bulan iktisabın, sebepsiz iktisap kuralları dışında özel bir hukuk kuralına dayanılarak iadesinin mümkün olmaması gerekir. Zira böyle bir imkân varsa, artık sebepsiz iş görme kuralları kuralları değil sözü edilen sözü edilen özel kurallar uygulanır, daha açık bir ifade ile iadenin, sözleşmeden dönme sebebiyle iade, vekâletsiz iş görmeye dayanan iade davası gibi yollarla gerçekleştirilmesi mümkünse artık sebepsiz iktisap kurallarına başvurulamaz.” ( Prof. S. S. Tekinay, Borçlar Hukuku, IV. Baskı s. 559’dan aktaran Cengiz Kostakoğlu; İnşaat Hukuku ve Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmeleri; s. 85)

V. VEKÂLET SÖZLEŞMELERİNE GÖRE UYUŞMAZLIĞIN ÇÖZÜMÜ:

Vekâlet sözleşmeleri 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu m. 502 ve devamı maddelerde, vekâletsiz iş görme ise 526 ve devamı maddelerde düzenlenmiştir. Her birini sırasıyla aşağıdaki olası durumlara göre inceleyelim.

Geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmesi ile birlikte yükleniciye iş sahibi vekâlet vermişse eğer taraflar arasında aynı zamanda vekâlet sözleşmesi kurulmuş demektir. Bu durumda TBK m. 502 ve devamı maddeler uygulanacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli konu resmi şekilde yapılan kat karşılığı inşaat sözleşmeleri çoğu zaman yükleniciye inşa edilecek bağımsız bölümleri devretme yetkisini de içermektedir. TBK m. 504’e göre taşınmaz devrine ilişkin vekâletlerde taşınmaz devri için özel yetki bulunması gerekmektedir. Geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmeleri resmi olarak yapılmadığı için bu sözleşmelerde yazılı olan devir yetkisi de geçerli değildir. Ancak bu sözleşme haricinde bu sözleşmeye bağlı olarak verilmiş ayrı bir vekâletname varsa o vekâletnamede taşınmaz devrine ilişkin özel yetki de olmak zorundadır.

TBK m. 505’e göre; Vekil, vekâlet verenin açık talimatına uymakla yükümlüdür.” Taraflar arasındaki geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmeleri hukuken geçersiz olsa da eğer iş sahibi tarafından varlığı inkâr edilmiyorsa ya da imza inkârı yapılmıyorsa iş sahibi açısından vekâlet verenin açık talimatı olarak kabul edilmelidir. Dava yüklenicinin yaptığı masrafları iş sahibinden talep etmesine ilişkin bir alacak davası ise bu durumda yüklenicinin talep ettiği alacak kalemlerinin bu açık talimata aykırı olup olmadığının tespiti gerekecektir.

TBK m. 506/II’ye göre;Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.” Yüklenici, iş sahibinden talep ettiği alacak kalemlerini eğer yapmaması gereken bir masraf olarak yapmış ise özen yükümlülüğünü yerine getirmediğinden isteyemeyecektir. Örneğin iş sahibi ile altı kat için geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmesi yaptıktan sonra imar planındaki değişiklikle iş sahibinin taşınmazının bulunduğu alanda kat izninin beşe düşürülmesine karşın yüklenici altı kata göre mimari proje hazırlayıp projenin belediyeden ruhsat alamaması durumunda proje bedelini iş sahibinden talep edemeyecektir. Çünkü yüklenicinin inşaat yapacağı alandaki imar durumunu araştırması ve ona göre mimari proje hazırlaması sadakat ve özen yükümlülüğünün bir gereğidir.

TBK m. 508’e göre; Vekil, vekâlet verenin istemi üzerine yürüttüğü işin hesabını vermek ve vekâletle ilişkili olarak aldıklarını vekâlet verene vermekle yükümlüdür.” Bu madde uyuşmazlıkların çözümün de karşılıklı yükümlülüklerin esas alındığını göstermektedir. Yüklenici konumunda olan davacının geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle talep ettiği alacak kalemlerine karşılık vekillik görevi süresince iş sahibi adına elde ettiği ve iş sahibine yarayacak her türlü faydalı belgeyi de iş sahibine vermekle yükümlüdür. Örneğin geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle yaptığı, zemin etüt çalışma raporunun bedelini talep etmekte ise bu raporu da iş sahibine teslim etmelidir.

VI. VEKÂLETSİZ İŞ GÖRME SÖZLEŞMELERİNE GÖRE UYUŞMAZLIĞIN ÇÖZÜMÜ:

Geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmesi ile birlikte yükleniciye iş sahibi vekâlet vermemişse bu durumda TBK m. 526’ya göre taraflar arasında vekâletsiz iş görme ilişkisi var demektir.

TBK m. 526’ya göre; Vekâleti olmaksızın başkasının hesabına iş gören, o işi sahibinin menfaatine ve varsayılan iradesine uygun olarak görmekle yükümlüdür.” Taraflar arasındaki geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmeleri hukuken geçersiz olsa da eğer iş sahibi tarafından varlığı inkâr edilmiyorsa ya da imza inkârı yapılmıyorsa iş sahibi açısından bu sözleşme iş sahibinin varsayılan iradesi olarak kabul edilmelidir. Dava yüklenicinin yaptığı masrafları iş sahibinden talep etmesine ilişkin bir alacak davası ise bu durumda yüklenicinin talep ettiği alacak kalemlerinin bu varsayılan iradeye aykırı olup olmadığının tespiti gerekecektir.

TBK m. 527’ye göre; Vekâletsiz iş gören, her türlü ihmalinden sorumludur.” Yüklenici, iş sahibinden talep ettiği alacak kalemlerini eğer kendi ihmalinden gereken ötürü yapmış ise bu durumdan kendisi sorumlu olacak ve geri isteyemeyecektir. Örneğin iş sahibi ile altı kat için geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmesi yaptıktan sonra imar planındaki değişiklikle iş sahibinin taşınmazının bulunduğu alanda kat izninin beşe düşürülmesine karşın yüklenici altı kata göre mimari proje hazırlayıp projenin belediyeden ruhsat alamaması durumunda proje bedelini iş sahibinden talep edemeyecektir. Çünkü yüklenicinin inşaat yapacağı alandaki imar durumunu araştırması ve ona göre mimari proje hazırlaması gerekirken bu özeni göstermemesi kendi ihmalidir.

TBK m. 529’a göre “İş sahibi, işin kendi menfaatine yapılması hâlinde, iş görenin, durumun gereğine göre zorunlu ve yararlı bulunan bütün masrafları faiziyle ödemek ve gördüğü iş dolayısıyla üstlendiği edimleri ifa etmek ve hâkimin takdir edeceği zararı gidermekle yükümlüdür. Bu hüküm, umulan sonuç gerçekleşmemiş olsa bile, işi yaparken gereken özeni göstermiş olan iş gören hakkında da uygulanır. İş gören, yapmış olduğu giderleri alamadığı takdirde, sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre ayırıp alma hakkına sahiptir.” Dolayısıyla yüklenicinin bu maddeye göre geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmesi kapsamında aplikasyon ölçüm ücreti, hafriyat bedeli, jeoloji mühendisi tarafından yapılan zemin etüt çalışması ücretinin, statik proje bedeli, mimari proje bedeli gibi iş sahibinin yararına yapıldığı açıkça belli olan işlerin bedelini talep etmekte hukuki yararı bulunmaktadır.

Bu maddede dikkat çeken konu iş görene yani yükleniciye, yapmış olduğu giderleri alamadığı takdirde, sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre ayırıp alma hakkının tanınmış olmasıdır. Dolayısıyla vekâlet sözleşmeleri ve ona bağlı olarak vekâletsiz iş görme hükümleri sebepsiz zenginleşme hükümlerini de kapsayan daha geniş bir hukuki alan oluşturmaktadır.

TBK m. 530’a göre; “İş sahibi, kendi menfaatine yapılmamış olsa bile, iş görmeden doğan faydaları edinme hakkına sahiptir; ancak zenginleştiği ölçüde, iş görenin masraflarını ödemek ve giriştiği borçlardan onu kurtarmakla yükümlüdür.” Bu maddeye göre de aynen vekâlet sözleşmelerinde ki 508’inci maddede ki gibi iş sahibinin yüklenicinin yaptığı iş nedeniyle doğan faydaları edinme hakları bulunmaktadır. Yüklenicinin bedelini talep ettiği ve iş sahibine yarayacak her türlü faydalı belgeyi de iş sahibine vermekle yükümlüdür. Örneğin geçersiz kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle yaptığı, zemin etüt çalışma raporunun bedelini talep etmekte ise bu raporu da iş sahibine teslim etmelidir.

Yine bu maddede de sebepsiz zenginleşme hükümlerine yollama yapılmaktadır. İş sahibinin zenginleştiği ölçüde, iş görenin yani yüklenicinin masraflarını ödemek ve giriştiği borçlardan onu kurtarmakla yükümlü olduğu belirtilmiştir.

VII. SONUÇ:

Madde madde açıkladığımız sebepsiz zenginleşme, vekâlet sözleşmeleri ve vekâletsiz iş görme durumları birlikte değerlendirildiğinde vekâlet sözleşmeleri ve ona bağlı olarak vekâletsiz iş görme hükümlerinin sebepsiz zenginleşme hükümlerini de kapsayan daha geniş bir hukuk alanı oluşturduğu açıktır.

Eser sözleşmeleri gibi içinde hem eser hem de vekâlet sözleşmesi ilişkilerinin bulunduğu karma nitelikli sözleşmesel ilişkilerin olduğu uyuşmazlıkların sadece 6098 sayılı TBK m. 77 kapsamında çözülmeye çalışılması doğru ve adaletli bir sonucun ortaya çıkmasını engelleyecektir. Bu nedenle Yargıtay’ın bu konudaki uyuşmazlıkların TBK m. 77 kapsamında çözülmesi konusundaki içtihatlarına katılmıyorum.

26 Şubat, 2019

6769 SAYILI SINAİ MÜLKİYET KANUNU MADDE 156/III’DE DÜZENLENEN YETKİNİN KESİN YETKİ OLMADIĞI HAKKINDA YARGITAY VE İZMİR BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ KARARININ İNCELENMESİ

6769 SAYILI SINAİ MÜLKİYET KANUNU MADDE 156/III’DE DÜZENLENEN YETKİNİN KESİN YETKİ OLMADIĞI HAKKINDA YARGITAY VE İZMİR BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ KARARININ İNCELENMESİ

I. GİRİŞ:

551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 554 sayılı Endüstriyel Tasarımların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 555 sayılı Coğrafi İşaretlerin Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ve 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 6769 Sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun yürürlüğe girmesi ile birlikte yürürlükten kalkmıştır. 6769 Sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun 156’ncı maddesinin üçüncü fıkrasında bu kanun kapsamında görülecek davalarla ilgili olarak yetkili mahkemelerin neresi olacağı düzenlenmiş olup bu makalede bu madde kapsamında belirlenen yetkinin kesin yetki durumu olup olmadığını tartışacağız.

II. KESİN YETKİLİ MAHKEMENİN TANIMI:

Kesin yetkili mahkeme; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ya da diğer kanunlarda yer alan yetkiye ilişkin hükümlerde mahkemenin yetkisinin “kesin yetki” şeklinde açık olarak tanımlandığı ve taraflara yetkili mahkemeyi seçmek konusunda seçimlik hak verilmeyen, mahkemenin de yetki durumunu kendiliğinden inceleyerek yetkili ise o davayı görmeye zorunlu olduğu, yetkisiz ise tarafların talebi olmaksızın kendiliğinden yetkisizlik kararı vermek durumunda olduğu mahkemedir.

Birkaç örnek verecek olursak 6100 sayılı HMK m. 11’e göre; terekenin paylaşılmasına, yapılan paylaşma sözleşmesinin geçersizliğine, ölüme bağlı tasarrufların iptali ve tenkisine, miras sebebiyle istihkaka ilişkin davalar ile mirasçılar arasında terekenin yönetiminden kaynaklanan davalar. Terekenin kesin paylaşımına kadar mirasçılara karşı açılacak tüm davalarda ölen kimsenin son yerleşim yeri mahkemesi kesin yetkilidir.

6100 sayılı HMK m. 12’ye göre; taşınmaz üzerindeki ayni hakka ilişkin veya ayni hak sahipliğinde değişikliğe yol açabilecek davalar ile taşınmazın zilyetliğine yahut alıkoyma hakkına ilişkin davalarda, taşınmazın bulunduğu yer mahkemesi kesin yetkilidir.

6100 sayılı HMK m. 14/II’ye göre; özel hukuk tüzel kişilerinin, ortaklık veya üyelik ilişkileriyle sınırlı olmak kaydıyla, bir ortağına veya üyesine karşı veya bir ortağın yahut üyenin bu sıfatla diğerlerine karşı açacakları davalar için, ilgili tüzel kişinin merkezinin bulunduğu yer mahkemesi kesin yetkilidir.

6100 sayılı HMK m. 15/II’ye göre; can sigortalarında, sigorta ettirenin, sigortalının veya lehtarın leh veya aleyhine açılacak davalarda onların yerleşim yeri mahkemesi kesin yetkilidir.

kesin yetkilidir” ifadesi HMK m. 11, 12, 14/II ve 15/II’de açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla yetkinin kesin olup olmadığı yetkiyi düzenleyen yasa maddesinin metninde yani lafzında “kesin yetkilidir” ifadesinin bulunup bulunmadığına bakılarak ya da yasa metninin karşı yorumundan “kesin yetkilidir” anlamı çıkacak bir ifadenin bulunup bulunmadığına bakılarak belirlenecektir. İkinci duruma yani yasa metninin karşı yorumundan “kesin yetkilidir” anlamı çıkan bir ifadenin yer aldığı bir yetki maddesi içeren yasa örneği bulamadım.

III. 6769 SAYILI SINAİ MÜLKİYET KANUNU MADDE 156/IIIDE DÜZENLENEN YETKİ:

6769 Sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu Madde 156/III’e göre; Sınai mülkiyet hakkı sahibi tarafından, üçüncü kişiler aleyhine açılacak hukuk davalarında yetkili mahkeme, davacının yerleşim yeri veya hukuka aykırı fiilin gerçekleştiği yahut bu fiilin etkilerinin görüldüğü yer mahkemesidir.” Madde metninden anlaşılacağı üzere yasa koyucu davacı tarafa seçimli yetki hakkı tanımıştır. Yani davacı kendi yerleşim yerinde, hukuka aykırı fiilin gerçekleştiği yerde ya da hukuka aykırı fiilin etkilerinin görüldüğü yerde davasını açabilecektir. Madde bu yönüyle yukarıda yaptığımız kesin yetkili mahkeme tanımında belirttiğimiz taraflara yetkili mahkemeyi seçmek konusunda seçimlik hak verilmemesi koşulunu taşımamaktadır. Maddenin ikinci özelliği ise maddede hem “kesin yetkilidir” ifadesi geçmemekte hem de madde metninin karşı yorumundan “kesin yetkilidir” anlamı çıkan bir ifade yer almamaktadır. Madde bu yönüyle de yukarıda yaptığımız kesin yetkili mahkeme tanımına uymamakta ve davanın açıldığı mahkemeyi kendiliğinden yetki durumunu araştırmaya iten bir duruma sokmamaktadır. Aynı durum 6769 sayılı yasanın 156/V maddesi içinde geçerlidir.

Aşağıya tam metnini aldığımız İzmir Bölge Adliye Mahkemesinin 11. Hukuk Dairesinin kararında ve bu kararın yollama yaptığı Yargıtay 11. H.D'nin 2011 / 10681 Esas; 2012 / 7541 Karar; 2009 / 11468 Esas; 2011 / 5547 Karar sayılı kararında bu durum “Dava tarihinde yürürlükte bulunan 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunun 156/3. maddesinde sınai mülkiyet hakkı sahibi tarafından, üçüncü kişiler aleyhine açılacak hukuk davalarında, davacının yerleşim yeri veya hukuka aykırı fiilin gerçekleştiği yahut bu fiilin etkilerinin görüldüğü yer mahkemesinin, aynı kanunun 156/5. maddesinde de üçüncü kişiler tarafından sınai mülkiyet hakkı sahibi aleyhine açılacak davalarda, davalının yerleşim yerinin bulunduğu yer mahkemesinin yetkili mahkeme olacağı düzenlenmiştir. Mülga KHK'larda aynı yönde yetki düzenlemeleri bulunup Yargıtay içtihatlarında anılan yetki düzenlemelerinin sınai mülkiyet hakkı sahibinin haklarını korumaya yönelik olmakla birlikte kamu düzenine ilişkin kesin yetki niteliği taşımadığı belirtilmiştir. (Yargıtay 11. H.D'nin 2011/10681E- 2012/7541K, 2009/11468E-2011/5547K). Somut uyuşmazlıkta davacı sadece davalının markasının hükümsüzlüğünü istememiş marka, patent ve tasarım haklarına dayanarak sınai mülkiyet haklarına tecavüz nedeniyle maddi tazminat isteminde de bulunmuş olmakla 6769 sayılı Kanunun 156/3. maddesi uyarınca davacının yerleşim yeri veya hukuka aykırı fiilin etkilerinin görüldüğü yer mahkemesi yetkilidir.” şeklinde tespit edilmiştir.

Dolayısıyla 6769 sayılı yasanın 156’ncı maddesinde düzenlenen yetkiye ilişkin hükümlerin hiç biri kesin yetki durumu oluşturmamaktadır.

IV. İZMİR BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ KARARI:

T.C.
İZMİR
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
11. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO : 2018/2450
KARAR NO : 2018/1581
TARİH : 28.12.2018

Taraflar arasındaki davadan dolayı İzmir Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesince verilen 10.05.2018 gün ve 2017/177 Esas 2018/73 Karar sayılı hükmün istinaf yoluyla Dairemizce incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve istinaf dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için raportör üye Sonay Demiralp Yavaş tarafından düzenlenen rapor dinlenip ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendi.

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:

DAVA: Davacı vekili, müvekkili Tong Shen Enterprise Co. Ltd'in marka, patent ve tasarım tesciline sahip olduğu "Evobond 502 Super Glue" ürününü 08.10.1997 tarihinden bu yana tescilli olarak kullandığını, diğer müvekkilinin lisans sözleşmesiyle Türkiye'de satışa tek yetkili olduğunu, davalı adına tescilli 2015/70176 sayılı "504 Super Glue Baybond" markasının müvekkili Tong Shen Enterprise Co. Ltd. adına tescilli "Evobond 502 Super Glue" markasıyla iltibas oluşturduğunu, davalının bu markayla yaptığı üretimin ve satışın müvekkilinin sınai mülkiyet haklarına tecavüz oluşturduğunu, davalının kötü niyetli olduğunu ileri sürerek, davalı markasının hükümsüzlüğüne, şimdilik 1.000,00 TL maddi tazminatın tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

CEVAP: Davalı vekili, HMK'nın 6. maddesine göre yetkili mahkemenin davalının ikametgah mahkemesi olduğunu, yine 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunun 156/5. maddesinde üçüncü kişiler tarafından marka başvurusu veya marka sahibi aleyhine açılacak davalarda yetkili mahkemenin davalının ikametgah mahkemesi olduğunun belirtildiğini, müvekkilinin adresine göre Adana mahkemelerinin yetkili olduğunu belirterek yetki itirazında bulunmuş, davanın esasına ilişkin olarak da davanın reddini istemiştir.

İLK DERECE MAHKEMESİ KARARININ ÖZETİ: Mahkemece, iddia, savunma ve tüm dosya kapsamına göre, 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunun 156. maddesi uyarınca 3. kişilerin marka sahibine karşı açacağı hükümsüzlük davasında yetkili mahkemenin marka sahibinin yerleşim yeri mahkemesi olduğu, davacının marka hakkı sahibi olmasının onu üçüncü kişi sıfatından çıkarmayacağı, tecavüz iddiasının da hükümsüzlük davasına bağlı olduğu gerekçesiyle yetkinin dava şartı olup Adana Asliye Hukuk Mahkemesinin yetkili olduğundan dava dilekçesinin yetki yönünden reddine karar verilmiştir.

Karara karşı davacı vekili tarafından istinaf yoluna başvurulmuştur.

İSTİNAF NEDENLERİ: Davacı vekili, 556 sayılı KHK'nın 63/1. maddesi ve 6769 sayılı KHK'nın 156/3. maddesi uyarınca yetkili mahkemenin, davacının yerleşim yeri veya hukuka aykırı fiilin gerçekleştiği yahut bu fiilin etkilerinin görüldüğü yer mahkemesi olduğunu, "Everbond 502 Super Glue" ibareli yapıştırıcının marka, patent ve tasarım tescillerine sahip müvekkili olan yabancı şirket ile lisans sahibi diğer müvekkili şirketin hükümsüzlük ve tecavüz davası açma yetkisi bulunduğunu, SMK'nın tescil sahibinin korunması anlayışı içerdiğini, müvekkillerinin davayı üçüncü kişi değil, sınai mülkiyet hakkı sahibi olarak açtığını, lisans sahibi müvekkilinin ikamet adresine göre mahkemenin yetkili olduğunu istinaf nedenleri olarak ileri sürmekle kararın kaldırılmasını istemiştir.

GEREKÇE: Dava, iltibas ve kötü niyet nedenlerine dayalı olarak markanın hükümsüzlüğü ve sınai mülkiyet hakkına tecavüz nedeniyle tazminat istemine ilişkin olup ilk derece mahkemesince yukarıda yazılı gerekçeyle dava dilekçesinin yetki yönünden usulden reddine karar verilmiştir.

Dava tarihinde yürürlükte bulunan 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunun 156/3. maddesinde sınai mülkiyet hakkı sahibi tarafından, üçüncü kişiler aleyhine açılacak hukuk davalarında, davacının yerleşim yeri veya hukuka aykırı fiilin gerçekleştiği yahut bu fiilin etkilerinin görüldüğü yer mahkemesinin, aynı kanunun 156/5. maddesinde de üçüncü kişiler tarafından sınai mülkiyet hakkı sahibi aleyhine açılacak davalarda, davalının yerleşim yerinin bulunduğu yer mahkemesinin yetkili mahkeme olacağı düzenlenmiştir. Mülga KHK'larda aynı yönde yetki düzenlemeleri bulunup Yargıtay içtihatlarında anılan yetki düzenlemelerinin sınai mülkiyet hakkı sahibinin haklarını korumaya yönelik olmakla birlikte kamu düzenine ilişkin kesin yetki niteliği taşımadığı belirtilmiştir. (Yargıtay 11. H.D'nin 2011/10681E- 2012/7541K, 2009/11468E-2011/5547K). Somut uyuşmazlıkta davacı sadece davalının markasının hükümsüzlüğünü istememiş marka, patent ve tasarım haklarına dayanarak sınai mülkiyet haklarına tecavüz nedeniyle maddi tazminat isteminde de bulunmuş olmakla 6769 sayılı Kanunun 156/3. maddesi uyarınca davacının yerleşim yeri veya hukuka aykırı fiilin etkilerinin görüldüğü yer mahkemesi yetkilidir. Lisans sahibi davacı Bilgesan Teknik Hırd....Ltd. Şti'nin adresi İzmir olmakla davaya bakmakla İzmir Fikri ve Sınai Haklar Mahkemesi yetkilidir. Tecavüzden kaynaklanan tazminat davası ile hükümsüzlük davasının birlikte görülmesinde de bir sakınca bulunmamaktadır. Mahkemece ilk itiraz olan yetki düzenlemesinin dava şartı olarak belirtilmesi doğru olmadığı gibi, hükümsüzlük davasına öncelik verilerek ve davacı taraf da üçüncü kişi olarak kabul edilerek yetkili mahkemenin 6769 sayılı Kanunu 156/5. maddesine göre belirlenmek suretiyle Adana Asliye Hukuk Mahkemesi (Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi Sıfatıyla) yetkili olduğu gerekçesiyle yetkisizlik kararı verilmesi yerinde görülmemiştir. (Yargıtay 11. HD’nin 2013/11573E- 2014/710K, 2012/18391E- 2013/17416K, 2006/4570E- 2007/7347K)

Bu durumda, ilk derece mahkemesi yetkili olmasına rağmen yetkisizlik kararı verilmiş olması nedeniyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 353/1-a-3 maddesi uyarınca istinaf başvurusunun kabulüne ve ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına karar verilmesi gerekmiştir.

HÜKÜM :Yukarıda açıklanan nedenlerle;

1-Davacılar vekilinin istinaf başvurusunun KABULÜNE,

2-İzmir Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinin 10.05.2018 tarih 2017/177 Esas 2018/73 Karar sayılı kararının HMK'nın 353/1-a-3 maddesi uyarınca KALDIRILMASINA, yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın mahal mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,

3-İstinaf yoluna başvuran tarafından yatırılan istinaf harcının istek halinde istinaf yoluna başvurana iadesine,

Dosya üzerinden yapılan inceleme neticesinde, kararın tebliğinden itibaren iki hafta içinde Yargıtay ilgili Hukuk Dairesinde temyiz yolu açık olmak üzere oy birliğiyle karar verildi. 28.12.2018

19 Şubat, 2019

ALACAKLILARA ZARAR VERMEK KASTIYLA YAPILAN MİRASIN REDDİ İŞLEMİNE KARŞI İPTAL VE TASARRUFUN İPTALİ DAVASI AÇILMASI

ALACAKLILARA ZARAR VERMEK KASTIYLA YAPILAN MİRASIN REDDİ İŞLEMİNE KARŞI İPTAL VE TASARRUFUN İPTALİ DAVASI AÇILMASI

I. GİRİŞ:

Mirasın reddi talebi terekesi borca batık murislerin mirasçıları için terekenin borçlarından kurtulmak için 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun tanıdığı yasal bir haktır. Her mirasçı kendi murisinin terekesinin borca batık olması durumunda bu borcu üstlenmemek için 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 605’inci maddeye göre mirası reddedebilirler. Ancak terekesi borca batık olmayan murisin mirası çoğu zaman mirasçının kendi alacaklılarını zarara uğratmak amacıyla reddedilmektedir. Yasa koyucu alacaklıların zarara uğratılmasını önlemek amacıyla kötüniyetli yapılacak mirası ret eşlemlerine karşı 4721 sayılı TMK m. 617’ye özel bir düzenleme getirmiştir. Bu yasa maddesi hukuki açıdan 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 277 ve devamı maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davaları ile de doğrudan ilişki içerisindedir. Ancak her iki yasal düzenlemenin uygulanma koşulları ve zamanları birbirinden küçük istisnalarla ayrılmaktadır. Bu makalemizde bu konunun incelemesini yapacağız.

II. İNCELEMESİNİ YAPTIĞIMIZ YASA MADDELERİ:

Makalemize konu yasa maddeleri aşağıdaki gibidir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 617

Malvarlığı borcuna yetmeyen mirasçı, alacaklılarına zarar vermek amacıyla mirası reddederse; alacaklıları veya iflas idaresi, kendilerine yeterli bir güvence verilmediği takdirde, ret tarihinden başlayarak altı ay içinde reddin iptali hakkında dava açabilirler.

Reddin iptaline karar verilirse, miras resmen tasfiye edilir.

Bu suretle tasfiye edilen mirastan reddeden mirasçının payına bir şey düşerse bundan, önce itiraz eden alacaklıların, daha sonra diğer alacaklıların alacakları ödenir. Arta kalan değerler ise, ret geçerli olsa idi bundan yararlanacak olan mirasçılara verilir.”

2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu m. 280/I ve II

Malvarlığı borçlarına yetmeyen bir borçlunun, alacaklılarına zarar verme kastıyla yaptığı tüm işlemler, borçlunun içinde bulunduğu mali durumun ve zarar verme kastının, işlemin diğer tarafınca bilindiği veya bilinmesini gerektiren açık emarelerin bulunduğu hallerde iptal edilebilir. Şu kadar ki, işlemin gerçekleştiği tarihten itibaren beş yıl içinde borçlu aleyhine haciz veya iflas yoluyla takipte bulunulmuş olmalıdır.

Üçüncü şahıs, borçlunun karı veya kocası, usul veya füruu ile üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) kan ve sıhri hısımları, evlat edineni veya evlatlığı ise borçlunun birinci fıkrada beyan olunan durumunu bildiği farz olunur. Bunun hilafını üçüncü şahıs, ancak 279’uncu maddenin son fıkrasına göre ispat edebilir.”

III. 4721 SAYILI TÜRK MEDENİ KANUNU MADDE 617’NİN UYGULANMASININ KOŞULLARI:

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m. 617 üç koşul belirlemiştir. Bunlardan birincisi mirasçının malvarlığının borcuna yetmemesi, ikincisi alacaklılarına zarar vermek amacıyla mirası reddetmesi, üçüncüsü de borçlu mirasçının yeterli güvence vermemesidir. Dolayısıyla malvarlığı borcunu karşılamaya yeten mirasçının mirası ret işlemine karşı bu maddeye dayanılarak iptal davası açılamayacaktır. Mirasçının mirası ret işlemi alacaklılarına zarar verme kastı değil de yasadan kaynaklanan başka bir haklı nedene dayanıyorsa yine iptal davası açılamayacaktır. Yasadan kaynaklanan haklı nedenler 4721 sayılı TMK’nun 557 ve 578’inci maddelerinin aksi yorumundan eski dildeki ifadesiyle mefhumu muhalifinden istinbat edilerek şu şekilde ortaya konulabilir.

4721 sayılı TMK m. 557’ye göre;

Aşağıdaki sebeplerle ölüme bağlı bir tasarrufun iptali için dava açılabilir:

    1. Tasarruf miras bırakanın tasarruf ehliyeti bulunmadığı bir sırada yapılmışsa,

    2. Tasarruf yanılma, aldatma, korkutma veya zorlama sonucunda yapılmışsa,

    3. Tasarrufun içeriği, bağlandığı koşullar veya yüklemeler hukuka veya ahlaka aykırı ise,

    4. Tasarruf kanunda öngörülen şekillere uyulmadan yapılmışsa.”

4721 sayılı TMK m. 578’e göre;

Aşağıdaki kimseler, mirasçı olamayacakları gibi; ölüme bağlı tasarrufla herhangi bir hak da edinemezler:

1. Miras bırakanı kasten ve hukuka aykırı olarak öldüren veya öldürmeye teşebbüs edenler,

2. Miras bırakanı kasten ve hukuka aykırı olarak sürekli şekilde ölüme bağlı tasarruf yapamayacak duruma getirenler,

3. Miras bırakanın ölüme bağlı bir tasarruf yapmasını veya böyle bir tasarruftan dönmesini aldatma, zorlama veya korkutma yoluyla sağlayanlar ve engelleyenler,

4. Miras bırakanın artık yeniden yapamayacağı bir durumda ve zamanda ölüme bağlı bir tasarrufu kasten ve hukuka aykırı olarak ortadan kaldıranlar veya bozanlar.”

Mirası reddeden mirasçı muris hayattayken muris tarafından 4721 sayılı TMK m. 557 ve 578’de yer alan iddialara maruz kalmış ve bu iddialar nedeniyle hukuk ve ceza soruşturma ve davalarına maruz kalmışsa eğer bu davalar lehine sonuçlanmış olsa bile; yani 4721 sayılı TMK m. 557 ve 578’de yer alan iddiaların doğru olmadığı anlaşılsa bile muris tarafından bu iddialarla suçlanmış olması nedeniyle murisin ölümünden sonra mirasını haklı olarak reddetme hakkına sahiptir. Bu davaları gerekçe göstererek reddetme hakkını kullanan mirasçının kötüniyetli olarak hareket ettiği ancak muris ile mirasçının barıştıklarına ilişkin kesin ve inandırıcı delillerin ortaya konulması ile mümkün olur. Bizce bu konuda delil serbestisi geçerli olup her tür delille bu durum ispatlanabilir.

4721 sayılı TMK m. 617’nin uygulanmasında hakim tarafından kendiliğinden gözetilecek en önemli konu ise hak düşürücü süredir. İptal davası ret tarihinden başlayarak altı ay içinde açılır. Yasada düzenlenen altı aylık süre hak düşürücü süre olup hem hakim tarafından kendiliğinden gözetilmek zorundadır hem de yargılamanın her aşamasında itiraz olarak ileri sürülebilir.

4721 sayılı TMK m. 617’nin aşağıda incelemesini yapacağımız 2004 sayılı İİK m. 280/I ve II uygulaması ile benzeşen en önemli özelliği mirasçının malvarlığının borcuna yetmemesi koşulunu getirmiş olmasıdır. 4721 sayılı TMK m. 617 mirasçının malvarlığının borcuna yetmemesi koşulunu getirmişse de bu koşulun hangi ölçütlere göre belirleneceği TMK’da açıklanmamıştır. 2004 sayılı İİK m. 277 ve devamı maddelerinde ki tasarrufun iptali davalarında ise borç ödemeden kesin ya da geçici acz belgesi alınmış olması dava şartı olarak belirlenmiştir. Aşağıya tam metnini aldığımız Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 2016/621 Esas; 2018/6722 Karar ve 15.10.2018 Tarihli kararında “Kötüniyetle redden söz edilebilmesi için, reddeden mirasçının malvarlığının borcunu karşılamaya yetmediğinin sabit olması gerekir. (TMK. m. 617) Onun için her şeyden önce davalı durumunda bulunan mirasçının malvarlığının borcunu karşılamaya yeterli olup olmadığı hususunun etraflı şekilde araştırılıp tespit edilmesi zorunludur. İcra takibinin uzun süre devam etmesi, tek başına acze delalet etmez. Zira aczin ne suretle gerçekleşeceği İcra İflas Kanununda gösterilmiştir. (İİK m. 105 ve 143) Davacı tarafından borçlu mirasçı hakkında “aciz vesikası” alınmamış olduğuna göre, mahkemece, davalının şahsi malvarlığının ret tarihindeki değeri tespit edilip, bu malvarlığının borcunun karşılamaya yeterli olup olmadığının usulünce araştırılıp saptanması; yeterli ise talebin reddi, yeterli olmadığının görülmesi halinde ise davalı da yeterli güvence göstermediği takdirde reddin iptaline karar verilmesi gerekir.”tespitinde bulunmuştur.

Bu karar göre Yargıtay tasarrufun iptali davasından farklı olarak alacaklıya borç ödemeden acz vesikası alma yükümlülüğü getirmemekte onun yerine 4721 sayılı TMK m. 617’ye göre iptal davası açıldıktan sonra mahkemeye borçlu mirasçının mirası ret tarihindeki mal varlığının borcunu karşılamaya yetecek miktarda olup olmadığını araştırma yükümlülüğü getirmektedir.

Bu karardan anlaşılmaktadır ki dava açılmadan önce borç ödemeden acz vesikası alınmasına gerek yok. Dava açıldıktan sonra borçlu mirasçının mirası reddettiği tarihteki mal varlığının araştırması mahkemece yapılmak zorunda.

Henüz haciz ya da iflasa konu icra takibi başlatılmamış ancak bağlı olduğu senet ya da sözleşmeye göre vadesi gelmiş alacaklar için de 4721 sayılı TMK m. 617’ye göre iptal davası açılabilir. Uygulamada genellikle borçlu mirasçının borçlarının vadesinin gelmesi ile birlikte mirası reddettiği de alacaklıları tarafından öğrenilmekte ve borçlu mirasçı aleyhine icra takibi başlatılarak borç ödemeden acz vesikası yerine geçen “borca kabil malı yoktur” tespitini içeren haciz tutanağı düzenlenen bir haciz işleminden sonra İİK m. 277 ve devamı maddelerine göre tasarrufun iptali davası açılması yoluna gidilmektedir. İcra dosyası içinde borç ödemeden acz vesikası almak ise çok uzun süren yazışma ve işlemleri çoğu zaman da borçlunun şikâyet yoluna gitmesi nedeniyle icra hukuk mahkemelerinin de zaman zaman dosya hakkında karar vermesine neden olan zorlu bir süreç oluşturmaktadır. İcra takibi ile birlikte borçlu muris hakkında 4721 sayılı TMK m. 617’ye göre iptal davası açılarak borçlu murisin mal varlığının mirası reddettiği tarihe göre alacaklarına karşılar nitelikte olmadığının araştırılmaya başlanması iş yükünün çok fazla olmadığı adliyelerde daha pratik bir yol olabilir.

IV. YARGITAY KARARI:

T.C. YARGITAY
14. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2016/621
KARAR NO : 2018/6722
TARİH : 15.10.2018

Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 23.06.2014 gününde verilen dilekçe ile mirasın reddinin iptali talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 02.04.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

Davacı vekili, davalı aleyhine Adana 11. İcra Müdürlüğü'nün 2011/9090 Esas sayılı dosyası ile icra takibi başlatıldığını, alacağın tahsili için davalının, murisi Salih Turğut’tan intikal eden miras hissesine haciz tesis edildiğini, davalının bu hacizleri öğrendikten sonra murisinden intikal eden mirası kayıtsız ve şartsız reddettiğini, davalının borçlarına güvence vermeden borcunu ödememek kastıyla mirası reddettiğini belirterek, davalının murisinden kalan mirası reddinin iptaline karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.

Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.

Dava, Adana 3. Sulh Hukuk Mahkemesi 2014/56 E. - 38 K. sayılı ilamı ile davalının murisi Erdoğan Alışır’ın mirasının reddine dair verilen kararın iptali istemine ilişkindir.

TMK’nın 617. maddesi uyarınca borcunu ödemeyen, güvence vermeyen ve malvarlığı kendi borcunu ödemeye yetmeyen, alacaklılarına zarar vermek kastıyla mirası reddeden mirasçının alacaklıları veya iflas masası ret tarihinden itibaren 6 ay içinde reddin iptali davası açabilir. Kötüniyetle redden söz edilebilmesi için, reddeden mirasçının malvarlığının borcunu karşılamaya yetmediğinin sabit olması gerekir. (TMK. m. 617) Onun için her şeyden önce davalı durumunda bulunan mirasçının malvarlığının borcunu karşılamaya yeterli olup olmadığı hususunun etraflı şekilde araştırılıp tespit edilmesi zorunludur. İcra takibinin uzun süre devam etmesi, tek başına acze delalet etmez. Zira aczin ne suretle gerçekleşeceği İcra İflas Kanununda gösterilmiştir. (İİK m. 105 ve 143) Davacı tarafından borçlu mirasçı hakkında “aciz vesikası” alınmamış olduğuna göre, mahkemece, davalının şahsi malvarlığının ret tarihindeki değeri tespit edilip, bu malvarlığının borcunun karşılamaya yeterli olup olmadığının usulünce araştırılıp saptanması; yeterli ise talebin reddi, yeterli olmadığının görülmesi halinde ise davalı da yeterli güvence göstermediği takdirde reddin iptaline karar verilmesi gerekir. Açıklanan yönde araştırma yapılmadan eksik inceleme ile yasaya aykırı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda yazılı nedenlerle hükmün BOZULMASINA, istek halinde temyiz harcının yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 15.10.2018 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

V. 2004 SAYILI İCRA VE İFLAS KANUNU M. 280/I VE II’NİN UYGULANMASININ KOŞULLARI:

2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 280/I ve II maddesinin uygulanması ise 4721 sayılı TMK m. 617’den biraz daha farklıdır.

4721 sayılı TMK .m 617’ye göre vadesi gelmiş alacak için borçlu mirasçı aleyhine başlatılmış haciz ya da iflas yoluyla takipte bulunma zorunluluğu yokken İİK m. 280’e göre dava açılabilmesi için borçlunun alacaklılara zarar verme kastıyla yaptığı işlemin gerçekleştiği tarihten itibaren beş yıl içinde borçlu mirasçıya karşı haciz ya da iflas yoluyla takipte bulunma zorunlulu bulunmaktadır. Dolayısıyla icra takibi yapılmadan İİK m. 280’e göre dava açılamaz.

İkinci önemli fark ise borçlu mirasçı hakkında İİK m. 277’ye göre kesin ya da geçici acz vesikasının alınmış olmasıdır. TMK m. 617’ye göre iptali davası bu belge alınarak ya da alınmadan da açılabilir. Ancak İİK m. 280’e göre acz vesikası olmadan tasarrufun iptali davası açılması mümkün değildir.

Uygulamada borç ödemeden acz vesikası alınması için çok fazla yazışma ve icra işlemi yapılması gerektiğinden borç ödemeden acz vesikası yerine geçen “borca kabil malı yoktur” tespitini içeren haciz tutanağı düzenlenen bir haciz işleminden sonra İİK m. 277 ve devamı maddelerine göre tasarrufun iptali davası açılması yoluna gidilmektedir.

Tasarrufun iptali davalarının 4721 sayılı TMK m. 617’deki iptal davaları ile hukuki bağ içinde olmasını sağlayan hüküm ise İİK m. 280/II hükmüdür. Bu fıkraya göre; “Üçüncü şahıs, borçlunun karı veya kocası, usul veya füruu ile üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) kan ve sıhri hısımları, evlat edineni veya evlatlığı ise borçlunun birinci fıkrada beyan olunan durumunu bildiği farz olunur. Bunun hilafını üçüncü şahıs, ancak 279’uncu maddenin son fıkrasına göre ispat edebilir.”Alacaklılardan mal kaçırma amacına yönelik kötüniyetli mirası ret işlemleri de zaten mirasçılık durumuna göre alt soy ya da üst soy mirasçılara karşılıksız kazandırma sağlamak amacıyla yapılır. Mirasın reddi ile birlikte mirasta halefiyet ilkesi gereğince sonra gelen mirasçılar murisin mirasında mirasçı durumuna gelirler. Dolayısıyla murisin mal varlığında hiç bir bedel ödemeksizin hak sahibi olurlar. Bu durumda olan halef mirasçıların borçlu mirasçının durumunu bilmediklerini ispat yükü kendilerindedir.

2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu m. 280/I ve II’ye göre açılacak iptal davalarında dava açma süresi TMK m. 617’den farkıl olarak aynı İİK 284’üncü maddesine göre “batıl tasarrufun vukuu tarihinden itibaren” yani mirasın reddi işleminden itibaren beş yıldır. Dolayısıyla daha uzun bir süre öngörülmüştür.

VI. AÇILAN DAVANIN HUKUKİ NİTELENDİRMESİNİN YAPILMASI:

Borçlu murisin mirası ret işleminin iptali nedeniyle açılan davada davacı tarafın hangi yasaya göre iptal hükmü talep ettiğinin açık ve net olması gerekir. Ancak bu konuda davacı tarafın beyanı net değilse 6100 sayılı HMK m. 119/I-g’ye göre dayanılan hukuki sebep davacı tarafa açıklattırılmalıdır. Bu konudaki muğlaklık giderilemezse eğer HMK m. 33’de yer alan Hâkim, Türk hukukunu resen uygular.” hükmüne göre davanın hukuki nitelendirmesini hakim kendisi yapar ve ona göre davanın 4721 sayılı TMK m. 617’ye göre açılmış bir iptal davası mı yoksa 2004 sayılı İİK m. 280/I ve II’ye göre açılmış bir tasarrufun iptali davası mı olduğunu belirler. Buna ilişkin örnek bir kararın tam metnini de aşağıda yayınlıyoruz.

VII. YARGITAY KARARI:

T.C.
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2014/21622
KARAR NO : 2017/4442
TARİH : 24.04.2017

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda, kararda yazılı nedenlerle davaların reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı Zeynep Kaplan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

Davacı Adil Tural vekili, davalı borçlu İsmail Hakkı Tığlı hakkında İstanbul 7. İcra Müdürlüğünün 2004/15940 E sayılı dosyası takibe geçildiğini, aciz vesikası hükmünde haciz zabıtlarının bulunduğunu, davalı borçlunun muris babası Mehmet İzzet Tığlı'nın 13.12.2006 tarihinde vefat ettiğini, vefatından 3 ay kadar önce Tığlı Oto Tic. A.Ş. ve Tığlı Petrol Tic. A.Ş.’deki hisselerini diğer davalılar eşi Mübeccel ve oğlu Ahmet Şevki Tığlı ile davalı Arif Demirekin’e devrettiğini belirterek, alacaklılarından mal kaçırma amacıyla yapılan devirlerin iptalini istemiştir.

Davalılar Mübeccel Tığlı, Ahmet Şevki Tığlı ve Arif Demirekin vekili, murisin hisselerinin borca batık oğluna geçmemesi için istediği tasarruflarda bulunabilmesinin doğal hakkı ve yaptığı tasarruflarla ilgili dava açma hakkının mirasçılarına ait olduğunu, tasarruf esnasında şuurunun yerinde olduğunu belirterek, davanın reddini istemiştir.

Davalı, İ. Hakkı Tığlı vekili, müvekkiline husumet yöneltilemeyeceğini, davacının dava açma ehliyeti ve dava şartlarının bulunmadığını belirterek, davanın reddini savunmuştur.

Birleşen dosyada davacı Adil Tural vekili, davalı borçlu İsmail Hakkı Tığlı'nın Zeytinburnu 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2007/238 E-2007/282 K sayılı mirasın reddi tasarruf işleminin iptalini istemiş, İstanbul 7. İcra Müdürlüğünün 2004/15940 E sayılı dosyasındaki alacağı 09.01.2012 tarihli temlikname ile temlik alan Zeynep Kaplan'ın 26.06.2012 tarihli duruşmada davacı olarak kabulüne karar verilerek davaya devam olunmuştur.

Birleşen dosya davalıları A. Şevki Tığlı, Mübeccel Tığlı ve İ. Hakkı Tığlı vekilleri, 6 aylık dava açma süresinin geçirildiğini belirterek, davanın reddini savunmuşlardır.

Mahkemece, İİK 282’inci maddesinde davalı olarak borçlu ve borçlu ile hukuki muamelede bulunan veya borçlu tarafından kendilerine ödeme yapılan kimseler ile bunların mirasçılarının gösterilebileceğini, borçlunun İsmail Hakkı Tığlı, şirket paylarını devredenin ise borçla ilgili olmayan Mehmet İzzet Tığlı olduğunu, Mehmet İzzet Tığlı'nın şirketteki paylarını devretmesi ile devredilen bu paylarla borçlu İsmail Hakkı Tığlı ve diğer davalıların ilgisi olmayıp tasarrufun iptali davasında davalı olarak gösterilmelerinin mümkün olmadığını belirterek bu davanın reddine, birleşen dosya yönünden ise, mirasın reddi tarihinden itibaren 6 aylık hak düşürücü sürenin fazlasıyla geçmiş olduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş, hüküm, davacı Zeynep Kaplan vekilince temyiz edilmiştir.

1-Dosyadaki yazılara kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, asıl davada davacı Zeynep Kaplan vekilinin yerinde görülmeyen bütün temyiz itirazlarının reddi ile hükmün onanması gerekmiştir.

2-Birleşen dava, İİK’nun 277 ve devamı maddeleri gereğince açılmış tasarrufun iptali istemine ilişkindir. Kural olarak mirasın reddi bağışlama sayılmaz. Ancak borçlunun alacaklılarına zarar verme kastıyla mirası reddetme işlemi tasarrufun iptali davasına konu olabilmektedir. Mirasın reddine dair işlem ile terekenin açılmasıyla borçlunun aktifine geçecek olan mal para vs. değerler karşılıksız olarak diğer mirasçılara geçeceğinden borçlunun mirasın reddine ilişkin tasarrufu diğer iptal koşullarının oluşması halinde İİK'nun 277 ve devamı maddeleri uyarınca iptale konu olabilecek tasarruflardandır. Dolayısıyla davacının talebi mirasın reddine ilişkin tasarrufun iptaline yönelik olduğundan, dava ön koşulları yönünden dosyanın incelenmesi varlığı halinde dava konusu mirasın reddine ilişkin tasarrufun İİK’nun 277, 278, 279 maddeler gereğince iptale tabi olup olmadığının değerlendirilmesi ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, davanın TMK'nun 617 maddesininde düzenlenen mirasın reddinin iptali davası olarak nitelendirilmesi ve süre yönünden reddi isabetli görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı Zeynep Kaplan vekilinin bütün temyiz itirazlarının reddi ile asıl davaya ilişkin hükmün ONANMASINA, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile birleşen davaya ilişkin hükmün BOZULMASINA, aşağıda dökümü yazılı 993,60 TL fazla alınan harcın temyiz eden davacı Zeynep Kaplan'a geri verilmesine 24.04.2017 gününde oy birliğiyle karar verildi.