24 Mayıs, 2012

MURİS MUVAZAASINA İLİŞKİN İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME KARARI

MURİS MUVAZAASINA İLİŞKİN
YARGITAY İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU
KARARININ İNCELENMESİ[1]

I. GİRİŞ:

Ülkemizde sıkça görülen olaylardan biride kız çocuklarından mal kaçırmak amacıyla miras bırakan ile erkek mirasçıları arasında yapılan gizli anlaşmalardır. Bu makalemizde hukukumuzda muris muvazaası davası olarak bilinen bu dava türü hakkında verilmiş olan YİBBGKK’nı inceleyeceğiz.

II. YARGITAY İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU KARARI:

Dosya No: 1974/1 Esas
                  1974/2 Karar

GEREKÇE:

Bir kimsenin: mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla: tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malını, gerçekte bağışlamak istediği halde tapu sicil memuru önünde iradesini satış biçiminde açıkladığının gerçekleşmemiş olması durumunda, saklı pay sahibi olan mirasçıların tenkis ya da mirasta iade davası açmak haklarını kullanmayıp Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaa nedeniyle tapu kaydının iptalini isteyip isteyemeyecekleri ve saklı pay sahibi olmayan mirasçıların da aynı davayı açmak yetkisine sahip olup olmadıkları ve miras bırakanın bu davranışının, medeni kanunun 603. maddesinin ikinci fıkrası gereğince o taşınmazı iade etmekten ayrık tutmuş bulunduğu anlamına gelip gelmediği konusunda Yargıtay 2. HD’nin 22.12.1964 gün 6411 Esas ve 6298 Karar sayılı ve 01.10.1973 gün 5238 Esas, 5437 Karar sayılı ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 04.05.1960 gün 2/24 Esas ve 24 Karar sayılı ve 21.02.1968 gün 2/1510 Esas, 99 Karar sayılı kararları arasında içtihat aykırılığı bulunduğu gerektiği, 2. HD başkanı tarafından Yargıtay 1. Başkanlığı’na bildirmesi üzerine, Yargıtay Kanunu’nun 20. maddesinin ikinci fıkrası gereğince Yargıtay Başkanlık Divanı işi incelemiş ve içtihadın birleştirilmesi yoluna gidilmesi kararını vermiş olduğundan Yargıtay 1. Başkanlığı’nca Yargıtay Kanunu’nun 18 ve 19/7 maddeleri uyarınca Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nun 11.03.1974 günü saat 09:00’da toplanması uygun görülmüş ve böylece yapılan toplantı ve görüşmeler sonucunda 2. HD ile Hukuk Genel Kurulu’nun söz konusu kararları arasında içtihat aykırılığı bulunduğuna oy birliği ile karar verilmiş ise de konunun esas bakımından bir görüş doğrultusunda iki oy çokluğu ile elde edilemediği için 1. Başkanlıkça uygun görüldüğü üzere ikinci toplantı 01.04.1974 günü saat 09:00’da yapılarak konu görüşülmüştür.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun kararlarında: mirasçıyı miras hakkından yoksun etmek amacıyla miras bırakanın muvazaalı olarak yapmış olduğu tasarruf işlemlerinin iptalini dava etmek hakkı saklı pay sahibi olsun ya da olmasın tüm mirasçılara tanınmış ve tenkis ve mirasta iade ilgili hükümleri aslında geçerli tasarruflar için uygulanabileceği açıklanmıştır. Yargıtay 2. HD kararlarında ise böyle bir dava hakkı tanınmamış; sadece saklı pay sahiplerinin Medeni Kanun’u 507. maddesinin dördüncü fıkrası gereğince tenkis davası açabilecekleri ve miras bırakanın bu davranışının Medeni Kanun’un 603. maddesinin ikinci fıkrası gereğince o taşınmazı iade etmekten ayrık tuttuğu anlamına geldiği kabul edilmiştir. İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nda konu sadece sevk edildiği olayla sınırlı olarak ele alınmıştır. Daha açık bir deyimle; tasarruf işleminin tapu sicilinde kayıtlı olan taşınmaz malın görünüşte satış ve gerçekte ise hibe biçiminde oluştuğu olayı ile sınırlandırılmıştır. 

Görüldüğü gibi Hukuk Genel Kurulu ile 2. HD kararları arasında temelde yer alan uyuşmazlık, dava hakkının varlığında toplanmaktadır. Bu nedenledir ki görüşmeler sırasında muvazaa iddiasının ispatı ve ispat biçimi, İçtihadı Birleştirmenin kapsamı dışında kaldığı kabul edilmiştir.

Gerek 2. HD Başkanlığı’nın düşünce yazılarında, gerekse görüşmeler sırasında Hukuk Genel Kurulu kararlarına karşı sürülen görüş özetle şu gerekçelere dayanmıştır.

a- Borçlar Kanunu’nun 18. maddesinde yer alan akdin yorumu ve muvazaa ile Medeni Kanun’un 507/4 maddesine dayanan saklı pay sahibi mirasçıya tanınmış olan tenkis davası hakkı ayrı ayrı hukuksal meselelerdir. Bu akitten doğan hukuk bağı yalnız o akdin taraflarının ve onların külli haleflerinin bağlar. Bir akdin tarafı olmayan kimse, başkalarının yaptığı akde dayanak yapamaz. Hal böyle olunca Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine göre mirasçıların muvazaa iddiasında bulunmaları olanaksızdır. Muvazaa iddiası ancak sözleşmenin tarafı olan kimse ya da külli halefi tarafından ileri sürülebilir. Bu ilkenin ayrık halleri kanunda sınırlı olarak gösterilmiştir. (Örneğin: İcra ve İflas Kanunu’nun 277 ve Medeni Kanunun 690. maddeleri)

b- Miras hukukunun özellikleri nedeniyle Medeni Kanunun 507/4. maddesinde getirilen hüküm, özel bir hüküm niteliğini taşır. Oysaki Borçlar Kanunu’n 18. maddesi hükmü genel hüküm niteliğindedir. Özel hüküm varken genel hükme gidilemez. Bu nedenle dava hakkının varlığı, biçimi ve sınırı Medeni Kanunun 507/4 maddesi hükmü çerçevesinden çizilmek gerekir.

c- Medeni Kanunun 508. maddesinde iyi niyetli kişi: o şeyi elinden çıkarmışsa, ölüm gününde elinde kalan değer tenkise esas olur hükmü yer almıştır. Muvazaalı işlemlerde iyi niyet söz konusu olmayacağına göre 507/4 maddesinin muvazaa ile ilişkisinin bulunmadığı kendiliğinden ortaya çıkar.

d- Medeni Kanunun 507/4 maddesinin dayanağı ölenin son arzularına saygı ilkesidir. Bu tür olaylarda Borçlar Kanunu’nun 18. maddesi hükmü gereğince dava hakkı tanındığı takdirde bu ilke zedelenmiş olur.

e- Hukuk Genel Kurulu kararlarında yer alan temel gerekçe, gizli akdin biçim koşulu gerçekleşmediğinden geçersiz olduğu doğrultusunda 07.10.1953 gün 8/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında yer alan gerekçedir. Oysaki gizli akit şekli bağlı olsa dahi geçerlidir. Nitekim 27.03.1957 gün ve 12/2 sayılı şufa ile ilgili İçtihadı Birleştirme Kararı ile bu görüş benimsenmemiştir.

f- Gerçekte mirasçının bağışlamak istediği taşınmazını tapi memuru önünde satmış gibi ifade eden kişinin bu davranışı Medeni Kanunun 603. maddesinin ikinci fıkrası gereğince o taşınmazı iadeden ayrık tutmak istediği anlamına gelir.

Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanan muvazaa ile medeni kanunun 507/4 maddesine dayanan tenkis davasının ayrı ayrı hukuk müesseseleri olduğu yönünden görüşler arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Medeni kanunun 5. maddesi hükmünce sözleşmenin doğumuna, hükümlerine ve sukutu nedenlerine ilişkin olup borçlar kısmında yer alan genel kuralların medeni hukukun diğer kısımlarında da uygulanması öngörülmüştür. O halde borçlar kanununun genel hükümleri arasında yer alan 18. maddenin miras hukukunda da uygulanması doğaldır.

Miras hükümleri arasında bu kuralı engelleyecek bir hükme yer verilmemiştir. Medeni kanunun 507/4 maddesinin miras kısmında yer alması, mirasçının borçlar kanunun 18. maddesine dayanan dava hakkını engelleyecek bir sonuç doğurmaz. Yukarıda değinildiği üzere her iki maddenin ayrı ayrı hukuk müesseselerini düzenlemiş olması karşısında sorunun başka türlü düşünülmesi de olanaksızdır. O halde borçlar kanununun 18. maddesinin miras ile ilgili sözleşmelerde de uygulanması gerekir.

Karşı görüşte belirtildiği gibi muvazaalı satış işlemi ile miras hakkından yoksun edilen kimse külli halef olarak değil doğrudan doğruya üçüncü kişi olarak dava açma hakkına sahiptir. Çünkü bu üçüncü kişinin hakkı miras bırakanla alıcı tarafından birlikte yapılan hukuk işlemi ile çiğnenmiştir. Böyle bir durumda üçüncü kişinin dava hakkının varlığı, kanunda belli konulara hasredilmemiştir. İsviçre federal mahkemesi de kararlı içtihatları ile konuyu bu doğrultuda çözüme bağlamıştır.

Muvazaa nedeniyle satış sözleşmesi geçersiz sayılsa bile gizli hibe akdi geçerli olacağından mirasçının borçlar kanununun 18. maddesine dayanarak açacağı davada yarar bulunmadığı ve bu nedenle bir sonuç doğurmayacağı düşüncesini de kabul etmek olanaksızdır. Gerçekten böyle bir davayı açacak kimsenin, davada yararının bulunması zorunludur. Ve ilke olarak da gizli akit geçerlidir. Ancak gizli akdin geçerli sayılabilmesi için tüm koşulların oluşmuş olması zorunludur. İçtihadı birleştirmeye konu, tapuda kayıtlı bir taşınmaz malın muvazaalı olarak satışıdır. Böyle bir durumda gizli akdin geçerli sayılabilmesi için gizli akit, biçim koşuluna (şekil şartına) bağlı ise biçim koşulunun da gerçekleşmiş olmasında zorunluluk vardır. Aksi durumda hibe sözleşmesinin varlığından söz edilemez. Çünkü tapu memuru önünde açıklanan irade; bir ivaz karşılığı mülkiyetin aktarılması iradesidir ki, sadece bu iradeye resmiyet verilmiştir. Satışa ilişkin resmi işlemin gizli akdi de içine alacağı kabul edilemez. Nitekim İsviçre federal mahkemesinin kararıl içtihatları ve yabancı bilimsel hâkim görüşler de bu doğrultuda yerleşmiştir. Ayrıca 07.10.1953 gün 8/7 sayılı Yargıtay içtihadı birleştirme kararında bu temel görüş benimsenmiştir. Sonradan çıkarılan 27.03.1957 gün ve 12/2 sayılı içtihadı birleştirme kararı ise şufa ile ilgilidir. Görüşler arasında ileri sürüldüğü gibi bu karar 1953 günlü içtihadı birleştirmenin kabul ettiği ilkeyi de bozmamıştır. Sözü edilen 27.03.1957 günlü içtihadı birleştirme kararında: şufa hükümlüsü taşınmaz sahibinin yaptığı satış akdinin aslında hibe olduğunu iddia etmesi karşısında böyle bir dava hakkının bulunduğu ve ispatlandığı takdirde şufa hakkının varsayılamayacağı belirtilmiştir. Burada hibenin geçerliliği değil satım sözleşmesinin geçerliliği ele alınmıştır. Hiç kuşkusuz böyle bir olayda hibenin de geçerliliği ileri sürülmüş olsa, hibe sözleşmesi de geçersiz olmadığından taşınmaz şufa yükümlüsüne geri döner ki şufa hakkı bakımından sonucunun değişmeyeceği doğaldır.

Borçlar kanununun 18. maddesine göre mirasçıya tanınacak iptal davası hakkının medeni kanunun 507/4 maddesinin uygulanmasına yer bırakmayacağı doğrultusundaki düşünceleri de kabul etmek olanaksızdır. Çünkü medeni kanunun 507/4 maddesindeki dava hakkı aslında geçerli işlemler için tanımış bir dava hakkıdır. Borçlar kanununun 18. maddesine dayanan dava hakkı ise işlemin aslında geçersizliği nedenine dayanır. Onun içindir ki medeni kanunun 508. maddesinde iyi niyetli olan ve kendisine teberruda bulunan kimse korunmuştur.

Miras hukuku miras bırakanın iptali mümkün ölüme bağlı tasarruflarında bile onun son arzularına değer vermemiştir. (medeni kanun m. 499 ve 500) ölenin son arzularına saygı ilkesi, ancak onun hukuka uygun tasarrufları için söz konusudur. Bu bakımdan miras hukukunda ölenin son isteklerine saygısızlık gibi bir düşüncede kabul edilemez.

Medeni kanunun 603. maddesi hükmü de aslında geçerli tasarruflara karşı mirasçıların miras payını diğer mirasçılara karşı koruyan bir hükümdür. Geçersiz tasarruf miras payına etki yapmayacağından, mirasçının bu hükme dayanmasında bir yarar yoktur. Böyle bir tasarrufla miras bırakanın açığa vurulan iradesi ile hukukça değer taşımaz.

Bu nedenlerle Yargıtay 2. HD’nin görüşünü ve bu doğrultuda ileri sürülen karşı görüşleri kabul etmek olanağı bulunmamıştır.

SONUÇ: Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunu gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin borçlar kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan medeni kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 01.04.1974 günlü ikinci toplantısında oy çokluğu ile karar verildi.

III. KARARIN İNCELENMESİ:

Kararın incelemesini iki başlık altında yapacağız. Öncelikle muris muvazaasının ne olduğunu ve “muvazaa” kavramının yeni Türk Medeni Kanunu’ndaki ismiyle “danışıklı işlem”in ne olduğunu açıklamaya çalışacağız.

IV. MUVAZAA (DANIŞIKLI İŞLEM) NEDİR? :

Tarafların isteyerek ve bilerek iradeleri ile beyanları arasında meydana getirdikleri uygunsuzluğa muvazaa denir. Tarafların irade ve beyanları aralarında isteyerek uygunsuzluk yaratmalarındaki amaç üçüncü kişileri yanıltmaktır. Yeni Türk Medeni Kanunu’nda “muvazaa” kavramının yerini aynı anlama gelen “danışıklı işlem” almıştır.

V. MURİS MUVAZAASI (DANIŞIKLI İŞLEM) NEDİR? :

Muris, kelime anlamıyla miras bırakan kişi anlamına gelmektedir. Muris muvazaası da miras bırakanın danışıklı işlemi olarak tanımlanabilir. Bu tanım ışığında miras bırakan ölümünden önce bir kısım mirasçısını mirasından mahrum etmek amacıyla görünüşte yasal olan ancak gerçekte mirasçılarını mirasından mahrum etmek amacıyla yapılmış gizli bir anlaşmaya dayanan işlemlere muris muvazaası ya da miras bırakanın danışıklı işlemi diyebiliriz. 

Muris muvazaası olarak bilinen davaların konusunu çoğunlukla kız çocuklarından kaçırılmak istenen tapulu taşınmazlar oluşturmaktadır.

VI. MUVAZAANIN HUKUKİ DAYANAĞI:

Hukukumuzda muvazaanın dayanağı 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun “Akitlerin Tefsiri Muvazaa” başlıklı 18. maddesidir. Bu maddeye göre;

“Bir akdin şekil ve şartlarını tayininde, iki tarafın gerek sehven gerek akitteki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmayarak, onların hakiki ve müşterek maksatlarını aramak lazımdır.

Tahriri borç ikrarına istinat ile alacaklı sıfatını iktisap eden başkasına karşı, borçlu tarafından muvazaa iddiası dermeyan olunamaz.”

İncelemesini yaptığımız YİBBGKK Türk Medeni Kanunu’nun tenkise tabi kazandırmaları düzenleyen 565. maddesi ve mirasta denkleştirmeyi düzenleyen 669. maddesi ile 818 Sayılı Borçlar Kanunu’nun 18. maddesindeki düzenlemeyi karşılaştırmaktadır. Yargıtay, murisin kendisinin taraf olduğu ve hukuken geçerli olan işlemlerinin Borçlar Kanunu m. 18 çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymakta ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan TMK’nın 565 ve 669 (Eski MK m. 507 ve 603) maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağını kabul etmektedir.  

VII. İÇTİHADI BİRLEŞTİRMEYE KONU OLAN YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ’NİN KARARININ İNCELENMESİ:

Yargıtay 2. HD saklı pay sahibi mirasçının TMK m. 565/IV uyarınca tenkis davası açabileceğini ve miras bırakanın bu davranışının TMK m. 669/II gereğince o taşınmazı iade etmekten ayrık tuttuğu anlamına geldiğini kabul etmiştir.

“Tenkise tâbi kazandırmalar” başlıklı Türk Medeni Kanunu m. 565/IV; 

“Aşağıdaki karşılıksız kazandırmalar, ölüme bağlı tasarruflar gibi tenkise tâbidir; (…)

4. Miras bırakanın saklı pay kurallarını etkisiz kılmak amacıyla yaptığı açık olan kazandırmalar” hükmünü içermektedir.

“Mirasta denkleştirme” başlıklı Türk Medeni Kanunu m. 669/II; (…)

Miras bırakanın çeyiz veya kuruluş sermayesi vermek ya da bir malvarlığını devretmek veya borçtan kurtarmak ve benzerleri gibi karşılık almaksızın altsoyuna yapmış olduğu kazandırmalar, aksi miras bırakan tarafından açıkça belirtilmiş olmadıkça, denkleştirmeye tâbidir” hükmünü içermektedir.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi bu hükümler çerçevesinde sadece saklı pay sahibinin tenkis ya da denkleştirme talep edebileceğini ancak BK m. 18’e göre muvazaa davası açılamayacağını kabul etmektedir. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi muvazaa iddiasını ancak sözleşmenin tarafı durumunda olan kişilerin ya da külli haleflerinin ileri sürebileceğini, taşınmazın devri konusunda sözleşmeye taraf olan miras bırakan ve satın alan konumundaki mirasçı yanında diğer mirasçıların üçüncü kişi konumunda bulunduğu ve alım satım sözleşmesinin tarafı olmadıkları için muvazaa iddiasını ileri süremeyeceğini savunmaktadır.

BK m. 18’in TMK’da ki miras hukuku hükümlerine göre genel bir düzenleme olması nedeniyle özel kanun genel kanun ilişkisi içerisinde somut olayın özelliğine göre TMK m. 565/IV ya da 669/II’nin uygulanması gerektiği gerekçesiyle de BK m. 18 kapsamında muvazaa iddiasında bulunulamayacağı savunulmaktadır.

VIII. İÇTİHADI BİRLEŞTİRMEYE KONU OLAN YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARININ İNCELENMESİ:

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu BK m. 18 ile TMK m. 565/IV ve 669/II arasındaki genel kanun özel kanun sorununu TMK’nun “C. Genel nitelikli hükümler” başlıklı 5. maddesindeki “Bu Kanun ve Borçlar Kanununun genel nitelikli hükümleri, uygun düştüğü ölçüde tüm özel hukuk ilişkilerine uygulanır” hükmü ile çözmüştür. TMK’nda muris muvazaasına ilişkin özel bir düzenleme bulunmadığına göre TMK m. 5 uyarınca Borçlar Kanunu’nun genel hükümleri arasında yer alan 18. maddenin miras hukukunda da uygulanmasına bir engel bulunmamaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu muvazaalı satış işlemi ile miras hakkından yoksun edilen kimsenin külli halef olarak değil doğrudan doğruya üçüncü kişi olarak dava açma hakkına sahip olduğunu kabul etmektedir. Çünkü bu üçüncü kişinin hakkı miras bırakanla alıcı tarafından birlikte yapılan hukuk işlemi ile çiğnenmiştir. Dolayısıyla üçüncü kişinin dava açmakta hukuki yararı bulunmaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu BK m. 18 ile TMK m. 565/IV arasındaki çok önemli bir ayrıntıyı da tespit etmiştir. Buna göre Türk Medeni Kanunu m. 565/IV’de ki dava hakkı geçerli işlemler için tanımış bir dava hakkıdır. Borçlar Kanunu m. 18’e dayanan dava hakkı ise işlemin geçersizliği nedenine dayanmaktadır.

YİBBGK, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun yukarıda açıkladığımız gerekçelerine dayanarak, bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla gerçekte bağışlamak istediği taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış ise; saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine karar vermiştir. Ayrıca bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunu’n 507 ve 603 (Türk Medeni Kanunu m. 565/IV ve 669/II) maddelerinin sağladığı haklara da etkili olmayacağına karar vermiştir. Yani koşulları varsa mirasta tenkis ve denkleştirme davası da açılabilecektir.



[1] İncelemesi yapılan kararda geçen Türk Medeni Kanunu maddeleri eski Medeni Kanun maddeleri olup inceleme bölümünde yeni Türk Medeni Kanunu’ndaki karşılığı olan maddeler yazılmıştır. Borçlar Kanunu m. 18’in 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe girecek olan 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu’ndaki karşılığı 19. madde olup madde metninde Türkçeleştirme dışında bir değişiklik yapılmamıştır. 

16 Mayıs, 2012

ECZANELERİN SÖZLEŞMELERİNİN FESHİ HAKKINDAKİ YARGITAY KARARININ İNCELENMESİ

ECZANELERİN SÖZLEŞMELERİNİN FESHİ HAKKINDAKİ
YARGITAY KARARININ İNCELENMESİ


I. YARGITAY KARARI:

               T.C.
        YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ

             SAYI

Esas                      Karar
2003/5667            2003/6085


Taraflar arasındaki sözleşmenin iptali ve uyarlama davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşuldu, düşünüldü.

Davacı, G… Eczanesinin sahibi olduğunu davalı kurumla 2001 yılına ilişkin ilaç alım sözleşmesi yapıldığını, davalı kurum müfettişlerince yapılan soruşturma sonucu sözleşmenin 7 yıl süre ile feshedildiğinin kendisine bildirildiğini, iddia edildiği gibi sahte reçete tanzim ve kullanılması ile ilgisinin bulunmadığını ileri sürerek fesih hükümlerinin iptalini, taraflar arasındaki çekişmenin önlenmesine ve akdi ilişkinin devamına karar verilmesini istemiştir.

Davalı davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş; hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Taraflar arasında, Maliye Bakanlığı ile Türk Eczacıları Birliği’nin imzaladığı protokol hükümlerine uygun olarak sözleşme ilişkisi kurulduğu uyuşmazlık konusu değildir. Davalı kurum sahte reçete düzenlediği gerekçesi ile sözleşmeyi feshetmiş, davacı fesih işleminin geçersizliğini istemiştir. Davalı kurum fesih işlemi ile kendisi ve diğer kamu kuruluşlarını da etkiler şekilde davacı ile murazaa yaratmıştır. Bu nedenle dava açmakta davacının hukuki yararı vardır. Davacı tarafından açılan dava mahiyeti itibariyle murazaanın meni niteliğindedir. Dairemizin istikrarlı uygulaması da bu yöndedir. Mahkemece, işin esasına girilerek ortaya çıkacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken, yanlış değerlendirme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün davacı yararına BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 15.05.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.


Başkan V.                 Üye                          Üye                            Üye                           Üye
A. Ertürk              Ö. Koçak                   A. Alkan                     H. Kara                M. A. Esmer


II. KARARIN İNCELENMESİ:

Yargıtay 13. HD her ne kadar gerekçeli kararında “Dairemizin istikrarlı uygulaması da bu yöndedir” ibaresine yer verse de 15.05.2003 tarihli bu kararından önce eczacılar ile T.C. Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü arasında meydana gelen çekişmelerde yerel mahkemelerin verdikleri ret kararlarını eczacılar açısından hukuki yararın olmadığı ve özel hukuka tabi sözleşmelerin taraflardan biri tarafından feshini engelleyen bir kanun hükmü olmadığı gerekçeleriyle onamakta ya da yerel mahkemelerin işin esasına girerek verdikleri kararları bozmaktaydı. İncelemesini yaptığımız bu kararla birlikte artık eczacıların davayı açmakta hukuki yararının olduğu tespit edilerek, çekişmenin giderilmesi yönünde bir karar verilmesi gerektiğine hükmedilmiştir. Yargıtay 13. HD’nin bu konudaki görüş değişikliğini sayın meslektaşlarımızın bilgisine sunuyoruz.

A) YARGITAY’IN ÖNCEKİ GÖRÜŞÜ:

İnceleme konusu yapılan kararın ne gibi değişiklikler getirdiğinin daha iyi anlaşılabilmesi için Yargıtay 13. HD’nin konu ile ilgili olarak 03.04.2001 tarihinde vermiş olduğu başka bir kararın kısa bir özetini aşağıya alıntı yapıyoruz.

“Bir davada hukuki yararın bulunup bulunmadığı dava şartıdır. Bunu hâkim görevi gereği resen araştırmak durumundadır. Tespit davası açılabilmesi için henüz eda davası açma zamanının gelmemiş olması veya eda davasının açılmasının mümkün bulunmaması aynı zamanda böyle bir davanın açılmasında davacı için bir hukuki yararın bulunması gerekir. Olayda davacı, davalı ile aralarındaki sözleşmenin davalı tarafından feshedilmesi nedeniyle feshin haksızlığının tespitini istemiştir. Özel hukuk alanında yapılan bir sözleşmenin tek taraflı olarak fesih edilmesini engelleyen bir yasal düzenleme yoktur. Davacı bu fesih nedeniyle bir zarara uğramışsa açacağı eda davası ile bu zararını isteyebilir. Feshin iptali ile sözleşme ilişkisinin fesihten önceki gibi devamını isteyemez. O nedenle bir başka davaya delil oluşturmak amacıyla dava açılamaz. Davada hukuki yarar yoktur. Eda davası açılabilecek yerde açılmış olan tespit davası dinlenemez.” (Yargıtay 13. HD. E: 2001/2114; K: 2001/3402; T: 03.04.2001)

Yargıtay 13. HD bu kararında aşağıdaki hususları ifade etmiştir.

* Yargıtay 13. HD fesih işleminin iptali davasını tespit davası olarak değerlendirmekte ve fesih işleminin iptalinin istenmesinin eda talebi olması sebebiyle tespit davasında böyle bir karar verilemeyeceğini, 
* Sözleşmesi feshedilen ve bu sebeple davalı kuruma ve dava dışı kurumlara ilaç satamayacak olan eczacının tespit davası olarak nitelediği bu davayı açmakta hukuki yararının bulunmadığını,
* Özel hukuka ilişkin bir sözleşmenin tek taraflı feshini engelleyen bir kanuni düzenleme bulunmadığını,
* Davacının isterse bir eda davası ile zararının karşılanmasını isteyebileceğini ama feshin iptali ile sözleşme ilişkisinin devamını isteyemeyeceğini yani feshin geriye dönüşünün olmadığını,

Karara bağlamaktaydı. Yargıtay 13. HD’nin bu yönde verilmiş birçok kararı bulunmaktadır.

B) YARGILAMA SÜRECİ:

a) Uyuşmazlık Konusu Olay:

İncelenmekte olan karara konu olayda T.C. Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü Müfettişlerinin davacının eczanesinde yaptıkları inceleme neticesinde bazı ilaçların kutularının üzerinde bulunan ilaç fiyat kupürlerinde renk ve ton farkı bulunduğunu tespit etmeleri üzerine, kutuları incelenmek üzere ilacın üretici firmasına göndermişler ve üretici firmadan gelen cevabi yazıda, ilaçların gerçek fakat fiyat kupürlerinin sahte olduğunun bildirilmesi üzerine davacının sözleşmesi davalı kurum tarafından sahte reçete tanzim ettikleri gerekçesi ile yedi yıl, diğer kurumlarla olan sözleşmesi de bir yıl süreyle feshedilmiştir. Davacının açmış olduğu davaya karşı davalı kurumun, davacının ve yerel mahkemenin görüşleri aşağıdaki gibidir.

            b) Davacının Görüşü:

            Davacı vekili ilaç kutuları üzerindeki fiyat kupürlerinin sahteliğinin her türlü özen yükümlülüğünü yerine getiren basiretli bir iş adamı gibi davranılsa dahi anlaşılamayacağını bu nedenle dava konusu olaydan ötürü davacının sorumluluğu yoluna gidilemeyeceğini savunmuş; dava konusu sözleşmenin asıl tarafı durumunda bulunan Türk Eczacıları Birliği’nin davacıya özel olarak verdiği ve eczacının dava konusu olayda sorumluluğunun olmadığı, sorumluluğun ilacı üreten firma ve onun dağıtım kanalında olduğunu belirten bir raporu da delil olarak mahkemeye sunmuştur. Davanın işin esasına girilmeksizin usul yönünden önceki Yargıtay Kararlarına atıf yapılarak reddedilebileceği ihtimali üzerinde görüş beyan etmemiştir.

c) Davalının Görüşü:

Davalı kurum savunmasını yukarıda alıntı yaptığımız Yargıtay 13. HD’nin 03.04.2001 tarihli eski görüşüne dayandırarak; davacının davayı açmakta hukuki yararının olmadığını, feshedilen bir sözleşmenin geriye dönüşünün olamayacağını, eğer eczacının meydana gelmiş bir zararı söz konusu ise bunun için ayrı bir dava açması gerektiğini savunmuştur.

ç) Yerel Mahkemenin Görüşü:

Yerel mahkeme de davayı tespit davası olarak görmüş, açılmış bulunan bir tespit davasında eda hükmü verilemeyeceğinden dolayı davacının davayı açmakta hukuki yararının bulunmadığını eğer bir zararı söz konusu ise açacağı eda davası ile kar mahrumiyetinden kaynaklanan zararının tazminini isteyebileceğini ve bu nedenle dava şartının olmadığından davanın reddine karar vermiştir.

d) Davacının Temyiz Gerekçesi:

Davacı vekili, açılmış olan davanın fesih işleminin iptalinin ve sözleşmenin yeniden uyarlanmasının talep edildiği bir eda davası olduğunu bu sebeple davanın tespit davası olarak değerlendirilemeyeceğini, her eda davasının kendi içinde zaten tespit talebini de içerdiğini, dava konusu sözleşmenin de iltihaki nitelikte sözleşme olduğunu, davanın reddi durumunda tek taraflı fesih hakkını kullanan kamu kurumunun bu işleminin hukuki denetiminin yapılamayacağını ve eğer bir haksız işlem söz konusu ise bunun hukuken düzeltilmesinin önünün kapatıldığını, fesih nedeniyle davacının ilaç satamamaktan ötürü telafisi imkânsız zararlarının meydana geldiğini bunun da davayı açmakta hukuki menfaati olduğunun en belirgin kanıtı olduğunu savunmuş ve kararın bozulmasını talep etmiştir.

C) KARARIN TARTIŞILMASI:

Yargıtay 13. HD’nin 15.05.2003 tarihli inceleme konusu yapılan kararına bakılacak olursa yüksek mahkeme öncelikle davacının davayı açmakta hukuki yararının olduğunu tespit ettiği görülür. Çünkü davacı, eczacı olup sözleşmesinin feshedilmesi durumunda hem sözleşmeyi fesheden kuruma hem de diğer kurumlara ilaç satamayacağı ve kendisinden ilaç almakta olan kurum mensubu müşterilerini de geri çevirerek müşteri kaybına uğrayacağı için fesih işleminden dolayı zararının doğacağı tartışmasızdır. Bu sebeple zararını engellemek için dava açmasında hukuki menfaati bulunmaktadır.

Yüksek mahkeme önceki kararlarında açılmış olan bu tür davaları bir tespit davası olarak değerlendirmekte, fesih işleminin iptali talebini ise eda talebi olarak görüp tespit davasında eda hükmü verilemeyeceğini hükme bağlamaktaydı. Hâlbuki akdin fesih işleminin iptali ve sözleşmenin uyarlanması davaları başlı başına bir eda davası olup istenen eda kararının da açılan davayla çelişir bir yanı bulunmamaktaydı. Kaldı ki her eda davası mahiyeti itibariyle zaten kendi içinde bir tespit hükmünü de barındırmaktadır. Yüksek mahkeme davacının açmış olduğu davanın, murazaanın meni niteliğinde olduğunu ifade ederek açılmış olan bu davaları artık bir eda davası olarak görmekte ve çekişmenin giderilmesine ilişkin bir karar verilmesine hükmetmektedir. Çünkü çekişmenin giderilmesine ilişkin verilecek her hüküm başlı başına bir eda hükmüdür.

Davaya konu sözleşme Maliye Bakanlığı ile Türk Eczacıları Birliği Merkez Heyeti arasında imzalanmış olup sözleşmenin 1. maddesinde Maliye Bakanlığı adına sözleşmeyi yürütecek olan taraf T.C. Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü olarak belirlenmiştir. Yani hiçbir eczacı sözleşmenin asıl tarafı durumunda değildir. Eczacılar sözleşmede yazılı olan oranlarda ıskonto yapmak şartıyla protokolü imzalamakta ve böylelikle sözleşmeye katılmaktadırlar. Yani dava konusu sözleşme iltihaki nitelikte sözleşmedir ve taraflarından biri kamu gücünü elinde bulunduran bir kamu kurumu niteliğindedir. Bu sebeple sözleşmeye katılan eczacının kamu gücünü elinde bulunduran tarafın tek taraflı fesih hakkını kullanması sebebiyle mağdur olmaması için fesih işleminin hukuki denetiminin yapılabilmesi yani yargı yolunun açık olması gerekir. 

Davalı kurum çoğu zaman sadece kendi müfettişlerine hazırlattığı bir rapora dayanarak sözleşmeyi feshedebilmektedir. Tek taraflı olan bu fesih işleminin hukuka ve hakkaniyete uygun olup olmadığının incelenebileceği tek yer ise yargıdır. Yargının en üst mercii olan yüksek mahkemenin ise feshedilen sözleşmenin geriye dönüşünün olamayacağı, bu nedenle de açılan davaların reddedilmesi gerektiğine ilişkin vermiş olduğu önceki kararları da hak arama özgürlüğünü kısıtlar nitelikteydi. Önceki kararlar nedeniyle bu konuda açılan davalar esasa girilmeden reddedildiği için davalı kurumun fesih işleminin haklı olup olmadığı ya da davacı eczacının fesih nedenlerinden birini gerçekleştiren bir eylemde bulunup bulunmadığı incelenmemekte ve bu sebeple hak arama özgürlüğü kısıtlanmaktaydı. Ayrıca bu durum Anayasanın 125. maddesindeki “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” hükmüne de aykırılık oluşturmaktaydı. Bu nedenle Yargıtay 13. HD’nin inceleme konusu yaptığımız bu kararı dava açmada hukuki menfaati bulunanların açacakları davalar vasıtasıyla kurum müfettişlerinin hazırladıkları ve dava konusu olayda olduğu gibi fesih gerekçesi yapılan raporlarının ve ona bağlı olarak verilen fesih kararlarının hukuki denetiminin yapılabilmesinin de önünü açmıştır. Çünkü yüksek mahkeme artık işin esasına girilerek tüm deliller toplandıktan sonra ortaya çıkacak sonuca göre bir karar verilmesini; yani davacının haklı olduğunun ortaya çıkması durumunda buna uygun bir karar verilmesini hükme bağlamıştır.

D) KARARIN ETKİSİ:

Her yıl bütün Türkiye çapında yüzden fazla eczacının sözleşmesi dava konusu sözleşmede yer alan akdin fesih hükümlerinden birinin gerçekleştiği iddiası ile T.C. Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü tarafından feshedilmektedir. Bu kurumun fesih işleminin en önemli dayanağını kendi teftiş kurullarının hazırladığı müfettiş raporları oluşturmaktadır. Türkiye’de kamu kurumları bünyesindeki teftiş kurullarının çok önemli görevler üstlendikleri ve önemli bir denetim işlevi gördükleri tartışmasızdır. Ancak her teftişin bir hukuki denetiminin olması ve bu teftişler neticesinde verilen kararlara karşı da yargısal yolların açık tutulması hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Yargıtay 13. HD’nin inceleme konusu yaptığımız bu kararı T.C. Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü’nün aldığı fesih kararlarının yargıda işin esasına girilmek suretiyle bütün yönleriyle incelenmesinin, davacı eczacı lehinde ve aleyhinde ki bütün delillerin toplanarak konunun hukuken araştırılmasının ve buna uygun bir karar verilmesinin önünü açmıştır. Kararın etkisi son bir yıl içerisinde kendini göstermiş benzer davalarda dava konusu uyuşmazlıklar esastan incelenerek somut olayın özelliğine uygun kararlar verilmeye başlanmıştır.                                      

Bu makale Ankara Barosu Dergisi’nin 2005/1 sayısında “Karar İncelemesi” adı ile yayınlanmıştır.