28 Aralık, 2018

SÜRÜCÜNÜN SADECE KIRMIZI IŞIKTA GEÇMESİ NEDENİYLE YÜZDE YÜZ ORANINDA KUSURLU BULUNMASININ BAŞLI BAŞINA KASITLI YA DA AĞIRKUSURLU OLDUĞU ANLAMINA GELMEYECEĞİ HAKKINDAKİ YARGITAYKARARININ ELEŞTİRİSİ


SÜRÜCÜNÜN SADECE KIRMIZI IŞIKTA GEÇMESİ NEDENİYLE YÜZDE YÜZ ORANINDA KUSURLU BULUNMASININ BAŞLI BAŞINA KASITLI YA DA AĞIR KUSURLU OLDUĞU ANLAMINA GELMEYECEĞİ HAKKINDAKİ YARGITAY KARARININ ELEŞTİRİSİ
I. GİRİŞ:

Ülkemizdeki tazminat davalarının önemli bir bölümünü trafik kazalarından kaynaklı tazminat davaları oluşturmaktadır. Trafik kazalarının önemli bir bölümünü de ışık ihlalleri oluşturmaktadır. Bu makalemizde Yargıtay’ın sürücünün sadece kırmızı ışıkta geçmesi nedeniyle yüzde yüz oranında kusurlu bulunmasının başlı başına kasıtlı ya da ağır kusurlu olduğu anlamına gelmeyeceği hakkındaki kararının eleştirisini yapacağız.

II. TRAFİK KAZALARINDA KASTİ HAREKET VE AĞIR KUSUR:

Trafik kazalarında nelerin kasti hareket ve ağır kusur oldukları mevzuatımızda sınırlı sayı ya da örnek olarak, eski dildeki ifadesiyle tahdidi ya da tadadi olarak sayılmış değildir. Sadece Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının Zarar Görenlerin Haklarının Saklı Tutulması Ve Sigortacının Sigortalıya Rücu Hakkı” başlıklı B.4 maddesinde Tazminatı gerektiren olay, sigortalının veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin kasti bir hareketi veya ağır kusuru sonucunda meydana gelmiş” olması sigorta şirketine rücu etme hakkı olarak tanınmıştır.

Bunun dışında 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunun m. 84’de asli kusur sayılan haller sınırlı sayı ilkesine göre belirlenmiştir. Bu maddeye göre;

a) Kırmızı ışıklı trafik işaretinde veya yetkili memurun dur işaretinde geçme,

b) Taşıt giremez trafik işareti bulunan karayoluna veya bölünmüş karayolunda karşı yönden gelen trafiğin kullandığı şerit, rampa ve bağlantı yollarına girme,

c) İkiden fazla şeritli taşıt yollarında, karşı yönden gelen trafiğin kullandığı şerit veya yol bölümüne girme,

d) Arkadan çarpma,

e) Geçme yasağı olan yerlerde geçme,

f) Doğrultu değiştirme manevralarını yanlış yapma,

g) Şeride tecavüz etme,

h) Kavşaklarda geçiş önceliğine uymama,

i) Kaplamanın dar olduğu yerlerde geçiş önceliğine uymama,

j) Manevraları düzenleyen genel şartlara uymama,

k) Yerleşim birimleri dışındaki karayolunun taşıt yolu üzerinde, zorunlu haller dışında park etme veya duraklama ve her durumda gerekli tedbirleri almama,

l) Park için ayrılmış yerlerde veya taşıt yolu dışında kurallara uygun olarak park edilmiş araçlara çarpma,

Halleri asli kusurlu sayılmıştır.

Dolayısıyla 2918 sayılı KTK ile Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları arasında terim birliği bulunmamaktadır. Birinde asli kusur diğerinde ağır kusur kavramı bulunmaktadır. Kasti hareket terimi ise 2918 sayılı KTK’nda yer almamaktadır. Bu nedenle Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarında yer alan ağır kusur kavramını 2918 sayılı KTK’nda yer alan asli kusur olarak kabul etmek yerinde olacaktır.

III. YARGITAY’IN KARARININ ELEŞTİRİSİ:

Aşağıya tam metnini aldığınız Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin kararında Yargıtay “Bilindiği üzere, ağır kusur kavramı özel hukuk kavramı olup kasıt olmamakla beraber kasta yakın bir kusurun mevcudiyetini ifade eder. Dava konusu olayda ise davalı sigortalı aracın sürücüsünün salt kırmızı ışıkta geçmesi nedeniyle trafik kurallarına aykırı davranışı nedeniyle %100 kusurlu bulunması, başlı başına kasıtlı yada ağır kusuru olduğu anlamına gelmez.” tespitinde bulunmuştur.

Burada dikkat edilmesi gereken ifade “salt kırmızı ışıkta geçme” eylemidir. Çünkü 2918 sayılı KTK m. 84/II Ancak, kazada bu hareketlerden herhangi biri, kazaya karışan araç sürücülerinden birden fazlası tarafından yapılmış veya kaza bu hareketler dışında kurallarla, yasaklamalara, kısıtlamalara ve talimatlara uyulmaması nedenlerinden doğmuşsa, karayolunu kullananlar için kusur oranı yönetmelikte belirtilen esaslara göre tespit edilir.” hükmünü getirerek meydana gelen kazada asli kusur sayılan durumların değişik olasılıklarının meydana gelebileceğini göz önüne almış ve bu durumun kusurun belirlenmesinde değerlendirilmesi gerektiğini yasa olarak belirlemiştir. Yasa metninden anlaşılmaktadır ki eğer kaza birden fazla aracın katıldığı bir kaza ise ve kazayı etkileyen başka etkenlerde varsa bunları da dikkate alarak kusur durumu tespit edilmelidir. Ancak böyle bir durum yoksa yani Yargıtay kararına konu olan somut olaydaki gibi kaza “salt kırmızı ışıkta geçme” nedeniyle meydana gelmişse o takdirde 2918 sayılı KTK m. 84/I-a’da yer alan “Kırmızı ışıklı trafik işaretinde veya yetkili memurun dur işaretinde geçme” kuralının ihlali nasıl olur da asli kusur, dolayısıyla Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarında yer alan ismiyle ağır kusur sayılmaz? Eleştirisini yaptığımız Yargıtay kararı bu konuda gerekçe sunmamaktadır.

Kazanın oluşumunda “salt kırmızı ışıkta geçme” eyleminden başka bir etken söz konusu değilse kazayı yapanın asli/ağır kusurlu sayılması bu durumda da sigorta şirketine Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının “Zarar Görenlerin Haklarının Saklı Tutulması Ve Sigortacının Sigortalıya Rücu Hakkı” başlıklı B.4 maddesinde yer alan Tazminatı gerektiren olay, sigortalının veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin kasti bir hareketi veya ağır kusuru sonucunda meydana gelmiş” olma hükmü gereği rücu hakkı tanınması gerekir.

IV. YARGITAY KARARI:

T.C.
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2016/3422
KARAR NO : 2016/6357
TARİH : 25/05/2016

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulü dair verilen hükmün süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

Davacı vekili, 08.02.2012 tarihinde müvekkili sigorta şirketine zorunlu mali sorumluluk sigorta poliçesi (ZMMS) ile sigortalı, davalı Mustafa Ünver’e ait 07 CHJ 70 plakalı araç sürücünün mobese kayıtlarına kırmızı ışık ihlali yaparak 07 CEH 77 plaklı araca çarparak hasar verdiğini, müvekkili sigorta şirketinin hasar bedelini ödediğini, müvekkilinin davalı sürücünün %100 ağır kusur sebebiyle rücu hakkı olduğunu, 3.776,00 TL’nin 30.05.2012 ödeme tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline tahsilini istemiştir.

Davalı vekili, Sigorta Genel şartlarına göre davacının rücu hakkı olmadığını belirterek davanın reddini istemiştir.

Mahkemece iddia, savunma ve toplanan kanıtlara göre; davanın kısmen kabulü ile 3.500,00 TL’nin 30.05.2012 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiz ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiş; hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, trafik sigortası sözleşmesinden kaynaklanan rücuen tazminat istemine ilişkindir.

ZMMS'de sigortacının rücu hakkı, TTK’nin 1301/2 maddesi 2918 sayılı KTK'nin 95/2 maddesi ile ZMSS poliçesi genel şartlarında düzenlemeye tabi tutulmuştur. ZMSS Poliçe Genel Şartlarının 4. maddesinde düzenlenen ağır kusur veya kasıt hali, oto yarışına katılma, ehliyetnamesiz motorlu araç kullanmak, uyuşturucu veya alkollü olarak araç kullanmak istiap haddinin aşılması, aracın çalınması veya gasp edilmesinde işletenin kusuru gibi haller sigortacının sigortalısına rücu sebeplerindendir.

Bu tür davalarda sigortacı, 2918 sayılı KTK'nin 95/2 maddesi uyarınca tazminat yüklülüğünün azaltılması ve kaldırılmasına ilişkin halleri 3. kişilere karşı ileri sürümeyeceğinden zarar görene ödeme yaptıktan sonra sigorta sözleşmesine ve bu sözleşmeye ilişkin kanun hükümlerine göre tazminatın kaldırılmasını ve indirilmesini sağlayabileceği oranda kendi sigorta ettirenine rücu edebilecektir. Sözleşme ve yasa gereği sigorta ettirenine karşı defi hakkı bulunan sigortacı bu hakka dayanarak kendi sigortalısına dönebilmektedir.

Davacı Işık Sigorta vekili, davalı Mustafa Ünver’e ait araç sürücünün kırmızı ışık ihlali yaparak başka araca çarparak hasar verdiğini, ZMSS poliçesi genel şartlarının 4/a maddesine göre de, tazminatı gerektiren olay yani rizikonun işleten ya da eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin kasti bir hareketi veya ağır kusuru sonucunda meydana gelmiş ise, sigortacının zarar görene ödeme yaptıktan sonra kendi sigortalısına rücu edebileceği hükme bağlanmış bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi, maddede tam kusurdan değil kasıt veya ağır kusurdan söz edilmektedir.

Hükme esas alınan bilirkişi raporunda sigortalı araç sürücüsünün kırmızı ışıklı trafik işaretinde geçme kuralını ihlal etmesi nedeniyle kazanın meydana gelmesinde %100 oranında yani tam kusurlu olduğu kabul edilmiş, mahkemece de bu nedenle davanın kabulü cihetine gidilmiştir. Bilindiği üzere, ağır kusur kavramı özel hukuk kavramı olup kasıt olmamakla beraber kasta yakın bir kusurun mevcudiyetini ifade eder. Dava konusu olayda ise davalı sigortalı aracın sürücüsünün salt kırmızı ışıkta geçmesi nedeniyle trafik kurallarına aykırı davranışı nedeniyle %100 kusurlu bulunması, başlı başına kasıtlı yada ağır kusuru olduğu anlamına gelmez. Üstelik böyle bir durumda hasarın teminat dışında kaldığını ispat yükü TTK'nin 1282.maddesi hükmü gereğince sigortacıya düşmektedir. Sigorta ettirene rücu sebepleri belirli olup davacı tarafından diğer rücu sebepleri ileri sürülüp kanıtlanmadığına ve mahkemenin kabul gerekçesi rücu sebeplerinden olmadığına göre davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu biçimde kabulüne şeklinde hüküm tesisi doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 25/05/2016 gününde oy birliğiyle karar verildi.

27 Aralık, 2018

DAVACININ SATIN ALDIĞI ARACIN TRAFİK ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜ KAYITLARINI SİGORTA KAYITLARINI TRAMER KAYITLARINI İNCELEME YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜNOLMADIĞINA İLİŞKİN YARGITAY KARARI VE ELEŞTİRİSİ


DAVACININ SATIN ALDIĞI ARACIN TRAFİK ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜ KAYITLARINI GORTA KAYITLARINI TRAMER KAYITLARINI İNCELEME YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜN OLMADIĞINA İLİŞKİN YARGITAY KARARI VE ELEŞTİRİSİ

I. GİRİŞ:

Ülkemizde yapılan otomobil satışları nedeniyle açılan davaların önemli bir bölümünü satılan otomobillerin satış öncesinde hasarlı ya da pert olması nedeniyle ayıba karşı sorumluluk nedenine dayalı tazminat davaları oluşturmaktadır. Bu makalemizde bu tür olaylarda satış öncesinde davacının satışa konu otomobilin durumunu davacının araştırma yükümlülüğü kapsamında davacının, satın aldığı aracın trafik şube müdürlüğü kayıtlarını, sigorta kayıtlarını, Tramer kayıtlarını inceleme ve Tramer’e sms atarak bilgi edinme yükümlülüğünün olmadığına ilişkin yargıtay kararı ve eleştirisini yapacağız.

II. TRAFİK ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜ KAYITLARI, SİGORTA KAYITLARI, TRAMER KAYITLARI NEDİR:

Tramer, Trafik Sigortaları Bilgi Merkezi kurumunun kısaltmasıdır. Bu sistem tüm sigorta bilgilerinin toplandığı bilgi deposudur. Tramer’den sorgulama yaparak herhangi bir araca ait sigorta işlemlerini görebileceğiniz gibi aracın ağır bir hasarı olup olmadığını ya da kaza bilgilerini takip edebilirsiniz. Yasal düzenlemeye bağlı resmi bir sicil değildir. Ancak özellikle ikinci el otomobil satışlarında alıcılar için önemli bir araştırma merkezi durumundadır.

Ülkemizdeki bütün trafik tescil işlemleri Trafik Şube Müdürlükleri tarafından yapılmaktadır. Otomobillerin trafik sicilleri bu kayıtlarda tutulmakta olup kime ait oldukları ve kime, ne zaman satıldıkları bu kayıtlara göre belirlenmektedir.

Otomobillerin sigorta kayıtları otomobilin sigortasını yapan ilgili sigorta şirketi tarafından tutulur. Otomobilin hangi tarihler arasında sigortalandığı, sigorta bedeli ve sigorta kapsamı bu kayıtlarla belirlenir. Otomobilin geçirdiği kaza nedeniyle sigortasının ne kadar ödeme yaptığı ve sigortasının devam edip etmediği yine bu kayıtlara göre belirlenir.

III. YARGITAY KARARININ ELEŞTİRİSİ:

Tam metnini aşağıya aldığımız Yargıtay 13. Hukuk Dairesi kararında 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 223’üncü maddesindeki “Alıcı, devraldığı satılanın durumunu işlerin olağan akışına göre imkân bulunur bulunmaz gözden geçirmek ve satılanda satıcının sorumluluğunu gerektiren bir ayıp görürse, bunu uygun bir süre içinde ona bildirmek zorundadır. Alıcı gözden geçirmeyi ve bildirimde bulunmayı ihmal ederse, satılanı kabul etmiş sayılır. Ancak, satılanda olağan bir gözden geçirmeyle ortaya çıkarılamayacak bir ayıp bulunması hâlinde, bu hüküm uygulanmaz. Bu tür bir ayıbın bulunduğu sonradan anlaşılırsa, hemen satıcıya bildirilmelidir; bildirilmezse satılan bu ayıpla birlikte kabul edilmiş sayılır.” hükmünü son derece dar yorumlamaktadır.

Yargıtay otomobilin satın alma tarihinde yetkili servis sorgulamasının davacı tarafından yapılabilecek olmasının, davacının ayıbı bildiği şeklinde yorumlanamayacağını aracın piyasa değerinden düşük satın alınmasının da davacının ayıbı bildiğine karine teşkil etmeyeceğini; Davacının, satın aldığı araçla ilgili olarak Trafik Şube Müdürlüğünce tutulan kayıtları, aracın sigorta kayıtlarını, Tramer kayıtlarını inceleme ve Tramer’e SMS atarak bilgi edinme yükümlülüğünün de olmadığını tespit etmiştir.

Aracın davacı tarafından piyasa değerinden düşük satın alınmasının davacının ayıbı bildiğine karine teşkil etmeyeceği konusundaki tespite bir itirazımız bulunmamaktadır. Ancak otomobilin satın alma tarihinde yetkili servis sorgulamasının davacı tarafından yapılabilecek olmasının, davacının ayıbı bildiği şeklinde yorumlanamayacağını ve davacının, satın aldığı araçla ilgili olarak Trafik Şube Müdürlüğünce tutulan kayıtları, aracın sigorta kayıtlarını, Tramer kayıtlarını inceleme ve Tramer’e SMS atarak bilgi edinme yükümlülüğünün de olmadığı tespitine katılmıyoruz.

6098 sayılı TBK m. 223’e göre; “Alıcı, devraldığı satılanın durumunu işlerin olağan akışına göre imkân bulunur bulunmaz gözden geçirmek ve satılanda satıcının sorumluluğunu gerektiren bir ayıp görürse, bunu uygun bir süre içinde ona bildirmek zorundadır.” Bu maddede yer alan “satılanın durumunu gözden geçirmek” yükümlülüğü sadece satılanın fiili durumunu kapsayan bir yükümlülüğü değil aynı zamanda satılanın satış önceki durumunu da kapsayan hukuki araştırma yükümlülüğünü de kapsamaktadır. Eğer davacının satılanın önceki durumunu kolay bir araştırma yaparak öğrenme olanağı varsa ve bu olanağını kullanması durumunda edineceği bilgiler sayesinde satılanı almaktan vazgeçecek ya da bu durumu fiyat pazarlığına yansıtacaksa o zaman satılanın önceki durumunu öğrenebileceği bilgi kaynaklarına erişebileceği halde hiçbir engel olmaksızın erişmekten vazgeçmesi ve satış işlemini tamamlaması yasanın kendisine yüklediği “satılanın durumunu gözden geçirmek” yükümlülüğünü yerine getirmediği anlamına gelir.

Otomobil satışlarında trafik şube müdürlüğü kayıtları, sigorta kayıtları ve Tramer kayıtları satışı yapılan otomobillerin satış öncesi hukuki ve fiili durumunu kolay bir araştırma yaparak öğrenme olanağı sağlayan bilgi kaynağı durumundadır. Bu kayıtlardan trafik şube müdürlüğü kayıtları resmi kayıt niteliğinde olup herkese açıktır. Tramer kayıtları ise resmi kayıt değildir ancak herkese açık olup bir telefon mesajı mesafesindedir.

Davacı eğer bu kayıtlardaki bilgilere sahip olması durumunda satılanın ayıplı olduğunun farkına varacak ve satılanın ayıplı olması nedeniyle de satın almaktan vazgeçecek ise bu kayıtların davacının “satılanın durumunu gözden geçirmek” yükümlülüğü kapsamında araştırma yapması gereken kayıtlar olduklarının kabulü gerekir. Çünkü davacı davasını satılanın ayıplı olması nedeniyle açmakta ve satılanın iadesi ile sözleşmeden dönülmesine karar verilmesini talep etmekte ya da bedel indirimi istemektedir. Bu durumda davacının bu yükümlülüğünü yerine getirmemesi hiç yaşanmayacak bir hukuki sorunun doğmasına kendi eliyle sebebiyet vermiştir ki bu durumun hukuki sorumluluğu sadece satıcı da değil aynı zamanda alıcı olarak kendisindedir. Dolayısıyla sonuçlarına da alıcı olan davacının katlanması gerekir. Bu gerekçelerle Yargıtay’ın kararı hatalıdır.

IV. YARGITAY KARARI:

T.C.
YARGITAY
13. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2014/37427
KARAR NO : 2015/28490
TARİH : 05/10/2015

Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

KARAR

Davacı, davalıdan dava konusu aracı 38.000,00 TL bedelle satın aldığını, aracı satın almasından sonra kasko sigortası yaptırmak istediğinde aracın pert olduğunu öğrendiğini, aracın ayıplı olarak yüksek bedelle satılması nedeniyle uğradığı zarara karşılık 11.000,00 TL'nin ihtar tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı; aracın tüm özelliklerinin satıştan önce davacıya bildirildiğini, davacının aracı inceleyerek ve ekspere götürerek hasarı bilerek aldığını savunmuş; davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir. 

Taraflar arasındaki uyuşmazlık, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 219 ve devamı maddelerinde düzenlenen, ayıptan sorumluluk hükümlerinden kaynaklanmakta olup, dava konusu aracın pert olduğu konusunda uyuşmazlık yoktur. Dosya kapsamına göre dava konusu aracın pert olduğu davacıdan gizlenmiştir.

Türk Borçlar Kanununun 223. maddesi hükmüne göre; alıcı, devraldığı satılanın durumunu işlerin olağan akışına göre imkân bulunur bulunmaz gözden geçirmek ve satılanda satıcının sorumluluğunu gerektiren bir ayıp görürse, bunu uygun bir süre içinde ona bildirmek zorundadır. Alıcı gözden geçirmeyi ve bildirimde bulunmayı ihmal ederse, satılanı kabul etmiş sayılır. Ancak, satılanda olağan bir gözden geçirmeyle ortaya çıkarılamayacak bir ayıp bulunması hâlinde, bu hüküm uygulanmaz. Bu tür bir ayıbın bulunduğu sonradan anlaşılırsa, hemen satıcıya bildirilmelidir; bildirilmezse satılan bu ayıpla birlikte kabul edilmiş sayılır.

Davacı, 08.02.2012 tarihinde noterden devraldığı aracı gizli ayıbı öğrenir öğrenmez 20.02.2012 tarihli ihtarname ile davalıya bildirmiş ve sonrasında bunu ileri sürerek eldeki davayı açmıştır. Mahkemece her ne kadar aracın piyasa değerinden düşük satın alınması ve satın alma tarihinde yetkili servis sorgulamasının davacı tarafından yapılabileceği belirtilerek, davacının ayıbı bildiğine kanaat getirilmiş ise de aracın piyasa değerinden düşük satın alınması davacının ayıbı bildiğine karine teşkil etmez. Davacının, satın aldığı araçla ilgili olarak Trafik Şube Müdürlüğünce tutulan kayıtları, aracın sigorta kayıtlarını, Tramer kayıtlarını inceleme ve Tramer’e SMS atarak bilgi edinme yükümlülüğü de yoktur.

Davalı taraf, satış öncesinde davacıyı aracın pert olduğu konusunda bilgilendirdiğini veya davacının bu hususu bildiğini ispatlayamamıştır. Satışa konu araç hukuki ayıplıdır. Ayıp davacıdan gizlenmiştir. Ayıbın gizlenmediğinin ispat yükü davalıda olup davalı üzerine düşen ispat yükünü yerine getirememiştir. Satıcı ayıpların varlığını bilmese bile onlardan sorumludur. Davalı satıcının ayıptan sorumluluk borcu bulunmaktadır. Davacının olayda kusurundan söz edilemez.

Yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda ayıptan sorumluluk hükümleri gereğince davacı uğradığı zararları akidi olan davalıdan isteyebilir. Davacı BK 219 ve sonraki ayıptan sorumluluk hükümlerine göre davalıdan ayıp oranında bedel indirimi istemekte haklıdır.

Mahkemece, açıklanan hususlar göz önünde tutularak davacının ayıp oranında bedel indirimi talebinin değerlendirilerek sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken, aksi düşüncelerle yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir. 

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; temyiz olunan kararın davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, HUMK’nun 440/III-2 maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 05/10/2015 gününde oy birliğiyle karar verildi.

18 Aralık, 2018

KOOPERATİF GENEL KURUL KARARI HAKKINDA VERİLEN İPTAL KARARIKESİNLEŞİNCEYE KADAR HÜKÜM VE SONUÇ DOĞURUR


KOOPERATİF GENEL KURUL KARARI
HAKKINDA VERİLEN İPTAL KARARI
KESİNLEŞİNCEYE KADAR HÜKÜM VE SONUÇ DOĞURUR

I. GİRİŞ:

Ülkemizde eskiden beri en çok görülen dava türlerinden biri kooperatif uyuşmazlıklarından kaynaklanan davalardır. Her yıl binlerce kooperatif uyuşmazlıklarından kaynaklı davalar açılmaktadır. Davaların önemli bir bölümünü de kooperatiflerin genel kurullarının iptali davaları oluşturmaktadır. Bu davalar devam ederken ya da iptal kararları verildikten sonra karar kesinleşinceye kadar kooperatif yönetim kurulları bir takım tasarruflarda bulunmaya devam etmekte ve bu da zincirleme başka anlaşmazlıkların doğmasına neden olmaktadır. Bu makalemizde hakkında iptal kararı verilen kooperatif genel kurul kararının kesinleşinceye kadar hüküm ve sonuç doğurup doğurmayacağı ve bunun hukuki sonuçlarını tartışacağız.

II. GEÇERSİZ KOOPERATİF GENEL KURUL KARARLARININ HUKUKİ NİTELİĞİ:

Aşağıya tam metnini aldığımız Yargıtay 23. Hukuk Dairesinin 2013/8106 Esas; 2014/2232 Karar ve 24.03.2014 Tarih sayılı kararında kooperatif genel kurul kararlarının geçersizliği 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu, 6762 sayılı eski Türk Ticaret Kanunu ve 6102 sayılı yeni Türk Ticaret Kanunu ile bu kanunun madde gerekçelerinin karşılaştırması yapılarak aşağıdaki gibi açıklanmaya çalışılmıştır. Buna göre;

1163 sayılı Kooperatifler Kanununda ve bu Kanunun 98’inci madde uygulaması ile bazı hallerde uygulanması mümkün olan ve dava tarihinde yürürlükte olan 6762 sayılı TTK’nda “yokluk” ya da “butlan” kavramlarına yer verilmemiş olup, doktrinde yapılan eleştiriler üzerine (dava tarihinden sonra yürürlüğe giren) 6102 sayılı TTK’nun 447’ maddesinde batıl sayılması gereken genel kurul kararlarına bazı örnekler verilmiş, madde gerekçesinde “butlan” teriminin tercih edildiği, bundan daha geniş olan “Hükümsüzlük” ve “Geçersizlik” terimlerinin tercih edilmediği vurgulanmıştır. Gerekçede “Tüm butlan hallerinin ve sebeplerinin kanunda gösterilmesi veya tanımlanması ise imkansızdır. Onun için batıl kararları iki kategoriye ayırmak, şekil yönünden batıl genel kurul kararlarını veya sebeplerini belirlemeyi içtihada ve öğretiye bırakmak, konu açısından batıl genel kurul kararlarına da sınırlayıcı olmamakla birlikte, örnekler göstererek kesin çizgilerle işaret etmek en isabetli yol olarak değerlendirilmiştir. " açıklamasına yer verilmiştir.”

Dolayısıyla kooperatif genel kurul kararlarının geçersizliği “butlan” olarak kabul edilmiştir.

Karar mutlak butlanı da aşağıdaki gibi açıklamıştır.

Bir hukuki işlem konusu (içeriği) itibariyle olduğu gibi meydana gelişi bakımından da emredici hukuk kurallarına aykırı bulunabilir. Meydana gelişe ilişkin olan emredici hukuk kuralları hukuki işlemin unsurlarını oluşturan, onun mevcudiyeti şartlarını belirleyen kurucu şekli nitelikte hükümlerdir ve bu özellikleriyle konuya (içeriğe) ilişkin olan maddi nitelikteki hükümlerden ayrılırlar. Öze ilişkin emredici hükümlere aykırılık halinde hukuki işlem şeklen mevcut ve meydana gelmiş olmakla beraber konusu bakımından amaçlanan hüküm ve sonuçları başlangıçtan itibaren hiç kimseye karşı doğurmaz. Kurucu şekli nitelikteki emredici hukuk kurallarına aykırılık halinde ise kurucu unsurların, örneğin irade beyanının veya kanuni şeklin eksikliği sebebiyle hukuki işlem şeklen meydana gelememektedir. İşte bu değişik özellikler göz önüne alınmak suretiyle öze ilişkin emredici hükümlere aykırılık halinde mutlak butlandan (...) söz edilmektedir.”

Mutlak butlanın hukuk hayatındaki yaptırımı da iptal edilebilirliktir. Bu durumu Yargıtay kararında;

Batıl bir hukuki işlem unsurları itibariyle şeklen ve fiilen mevcut olmakla beraber konusu veya içeriği bakımından amaçlanan hukuki hüküm ve sonuçları daha başlangıçtan itibaren hiç kimseye karşı meydana getiremez; yani mutlak olarak hükümsüzdür. Bu mutlak hükümsüzlük kural olarak düzeltilemez (ıslah edilemez) nitelikte olup, buna istinat etmekte hukuki yararı bulunan herkes tarafından ve bir süre ile sınırlı olmaksızın ileri sürülebilir ve mahkemeye sunulmuş olan olaylardan anlaşılmak koşulu ile Hakim tarafından da kendiliğinden (re'sen) göz önünde tutulur. Şeklen mevcut olan batıl bir hukuki işleme konversiyon (hukuki tahvil) yolu ile bir hukuki sonuç bağlanabilmesi mümkün olduğu gibi; bir hukuki işlemin butlanı da dürüstlük kuralına (TMK md. 2) aykırı olarak ileri sürülemez.”

şeklinde açıklamıştır. Dolayısıyla mutlak butlan halindeki genel kurul kararları iptale tabidir ve bu durumu hakem de kendiliğinden göz önüne almak zorundadır. Uygulamadaki hukuki sorunlarda bu kararların iptal edilebilir olmalarından kaynaklanmaktadır.

III. İPTAL EDİLEN KARARIN HUKUKİ DURUMU:

İptal edilen bir kooperatif genel kurul kararının uygulamasının mahkemenin vereceği iptal kararı ile hemen duracağı anlamına gelmemektedir. Genel kurul kararının uygulanmasının durması için mahkemenin verdiği iptal kararının kesinleşmesi gerekmektedir. Çünkü gerek Yargıtay gerekse doktrin iptal edilebilir tür kararlar için İptal edilebilir bir karar, şekil veya özü bakımından sakat olsa bile, iptaline dair hüküm kesinleşinceye kadar geçerli bir karar olarak kabul edilir.” tespitinde bulunmuştur. Dolayısıyla verilen iptal hükmü kesinleşinceye kadar uygulanamayacağından iptal edilen genel kurul kararı uygulanmaya devam edilecek ve bunun sonucunda da iptal edilen karara dayanılarak kooperatif yönetim kurulu bir takım tasarruflarda bulunabilecektir.

IV. TELAFİSİ İMKÂNSIZ ZARARLARIN ÖNLENMESİ İÇİN İHTİYATİ TEDBİR KARARI VERİLMELİDİR:

İptal kararının kesinleşmesi bekleninceye kadar iptal edilen genel kurul kararına dayanılarak kooperatif yönetim kurulunun bir takım tasarruflarda bulunmasını kooperatif ve üyeleri açısından telafisi imkânsız zararların doğmasına neden olabilir. Bunu önleminin tek hukuki yolu mahkemenin genel kurul kararının iptali ile birlikte genel kurul kararının yürürlüğünün durdurulması için 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 389 ve devamı maddelerine göre ihtiyati tedbir kararı vermesidir. Böylece mahkemenin verdiği iptal kararı kesinleşinceye kadar iptal edilen genel kurul kararının kooperatif yönetim kurulu tarafından uygulanması hukuken olanaksız hale gelir ve telafisi imkânsız zararların doğması da engellenir.

İhtiyati tedbir talebi dava açılırken davacı tarafça istenirse ve yargılamanın başında alınması sağlanırsa hukuki koruyuculuğu daha güçlü olur. Çünkü yargılama devam ederken de iptali istenen genel kurul kararı geçerliliğini devam ettirecektir. Yargılamanın başında talep edildiği halde ihtiyati tedbir kararı verilmemiş ise davanın kabulü ile birlikte ihtiyati tedbire de hükmedilmesi gerektiği mahkemeden talep edilmelidir. 6100 sayılı HMK m. 26 uyarınca taleple bağlılık ilkesi uyarınca mahkemenin kendiliğinden ihtiyati tedbire hükmetme yetkisi bulunmamaktadır.

V. YARGITAY KARARI:

T.C.
YARGITAY
23. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2013/8106
KARAR NO : 2014/2232
TARİH : 24.03.2014

Taraflar arasında görülen genel kurul kararının iptali davası sonucunda verilen hükmün düzeltilerek onanmasına ilişkin Dairemizin 10.07.2013 gün ve 3877 Esas, 4832 Karar sayılı ilamının karar düzeltme yoluyla incelenmesi davalı vekilince istenilmekle, dosya incelendi, gereği görüşüldü:

Davacı vekili, davalı kooperatifin 23.05.2010 tarihli genel kurul toplantısına bakanlık temsilcisinin katılmadığını, inşaatların yakında teslim edilecek olmasına, önceki genel kurulda aksi yönde karar alınmasına rağmen yönetim kurulu üyelerine aylık 5.500,00 TL ücret verilmesinin kararlaştırıldığını, muhalefetinin tutanağa geçirilmediğini ileri sürerek, genel kurulun iptalini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece davanın kısmen kabulü ile 23.03.2010 tarihli olağanüstü genel kurul toplantısının 7. maddesinin yok hükmünde olması sebebi ile iptaline, diğer istemlerin reddine dair verilen karar, davacı vekilinin temyizi üzerine, Dairemizin 19.04.2012 tarih ve 2011/5027 Esas, 2012/2973 Karar sayılı ilamıyla bozulmuş olup; bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda, genel kurul toplantısına hükûmet komiseri katılmadığı gibi komiser çağrıldığı ve beklenildiğine dair bilgi de bulunmadığı gerekçesiyle, davanın kabulü ile genel kurul toplantısının iptaline dair verilen karar, davalı vekilinin temyiz istemi üzerine, Dairemizin 10.07.2013 tarih ve 3877 Esas, 4832 Karar sayılı ilamıyla “Hüküm” bölümünün birinci bendinde yer alan “İptaline” ifadesinin hüküm fıkrasından çıkarılması ile yerine ''batıl olduğunun tespitine'' ifadesinin yazılması suretiyle, düzeltilerek onanmıştır.

Davalı vekili, karar düzeltme isteminde bulunmuştur.

1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun “Ticaret Bakanlığı temsilcileri ve kararların yürürlük şartı” başlıklı 87. maddesinin 2. fıkrasında, “Genel Kurul toplantıları Bakanlık temsilcisinin huzuru ile açılır ve devam eder” hükmüne; son fıkrasında ise “Ancak usulüne uygun müracaat yapıldığı halde, temsilci toplantıya gelmez ise toplantı icrasını temin etmek üzere, mahalli idare amirine durum bildirilir. Temsilci yine gelmez ise bir saat sonunda toplantıya başlanır” hükmüne yer verilmiştir. Aynı Kanun'un 87/6. maddesi uyarınca temsilcinin niteliği ve görevi ile ilgili olarak 24.04.1969 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe konulan "Kooperatif ve Üst Kuruluşların Genel Kurullarında Bulundurulacak Ticaret Bakanlığı Temsilcisinin Nitelik ve Görevleri Hakkında Tüzük"ün 4. maddesinde "Ancak, usulüne uygun şekilde istemde bulunulduğu halde temsilci toplantıya gelmezse, durum, o yerin mülkiye amirine bildirilir ve temsilci onun tarafından atanır." hükmüne yer verilmiş; 5, 6 ve 7. maddelerde toplantı öncesinde, toplantı sırasında ve sonrasında temsilcinin görevleri açıklanmıştır.

Öte yandan, aynı Kanun'un 98. maddesi yollamasıyla TTK’nun uygulanması gereken anonim şirketler ile ilgili “Sermaye Şirketlerinin Genel Kurul Toplantıları ve Komiserleri Hakkında Yönetmelik” hükümleri kooperatifler hakkında da kıyasen uygulanması gerekmekte olup, “Komiser Bulundurma Zorunluluğu” başlıklı 8. maddesinde, genel kurul toplantılarında komiser bulundurulmasının zorunlu olduğu, komiserin yokluğunda yapılan toplantılarda alınan kararların muteber olmadığı ve 16. maddesinde de genel kurul toplantılarında Bakanlık Komiserinin bulundurulması için; toplantının yer, gün ve saati bildirilmek suretiyle toplantı tarihinden en az 10 gün önceden şirketi temsil ve ilzama yetkili kişilerce imzalanmış bir dilekçe ile müracaat edilmesi gerektiği düzenlenmiştir. 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun 45/4, 87/4; ana sözleşmenin 30. maddesinde genel kurul toplantısının tarihi, yeri ve gündemi en az 15 gün önce ilgili Bakanlık İl Müdürlüğü'ne bildirilerek temsilci talebinde bulunulması ve ücretinin yatırılması gerektiği de öngörülmüştür. Görevlendirilen bakanlık temsilcisinin gelmemesi üzerine mahalli idare amirine durum bildirilmeli, temsilcinin bu bildirime ve bir saat beklenmesine rağmen yine gelmemesi halinde toplantıya başlanmalıdır. Bu prosedür uygulanmadan alınan kararların yok hükmünde sayılacağı, dolayısıyla genel kurul kararlarının iptalini talep ve dava etmek için anılan Kanun'un 53. maddesinde aranan ret oyu kullanılması ve muhalefet şerhi yazdırılması koşullarının aranmayacağı açıktır.

Somut olayda, davalı kooperatifin iptali istenilen 23.05.2010 tarihli genel kurul toplantısı için, anılan Kanun'un 45/4, 87/4; ana sözleşmenin 30. maddesi uyarınca süresinde Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'ndan temsilci talebinde bulunulduğu ve ücretinin yatırıldığı anlaşılmakta ise de, görevlendirilen bakanlık temsilcisinin gelmemesi üzerine mahalli idare amirine durum bildirilmeden, temsilcinin bu bildirime ve bir saat beklenmesine rağmen yine gelmemesi olgusu gerçekleşmeden toplantıya başlanıldığı anlaşılmıştır.

Anılan hükümlerde yer alan prosedürün eksiksiz uygulandığının davalı tarafça kanıtlanamaması karşısında, dava konusu genel kurulda alınan kararlar batıldır.

Bir hukuki işlem konusu (içeriği) itibariyle olduğu gibi meydana gelişi bakımından da emredici hukuk kurallarına aykırı bulunabilir. Meydana gelişe ilişkin olan emredici hukuk kuralları hukuki işlemin unsurlarını oluşturan, onun mevcudiyeti şartlarını belirleyen kurucu şekli nitelikte hükümlerdir ve bu özellikleriyle konuya (içeriğe) ilişkin olan maddi nitelikteki hükümlerden ayrılırlar. Öze ilişkin emredici hükümlere aykırılık halinde hukuki işlem şeklen mevcut ve meydana gelmiş olmakla beraber konusu bakımından amaçlanan hüküm ve sonuçları başlangıçtan itibaren hiç kimseye karşı doğurmaz. Kurucu şekli nitelikteki emredici hukuk kurallarına aykırılık halinde ise kurucu unsurların, örneğin irade beyanının veya kanuni şeklin eksikliği sebebiyle hukuki işlem şeklen meydana gelememektedir. İşte bu değişik özellikler göz önüne alınmak suretiyle öze ilişkin emredici hükümlere aykırılık halinde mutlak butlandan ve hukuki işlemin şekli unsurlarını tespit eden emredici hukuk kurallarına aykırılık sebebiyle hukuki işlemin mevcudiyet kazanamaması halinde ise hukuki işlemin yokluğundan söz edilmektedir. Yok hükmünde olan kararlar, baştan beri hüküm ifade etmezler ve bunların yok hükmünde olduğunun tespiti için açılacak davalarda genel kurulda muhalefette bulunmuş olma şartı aranmayacağı gibi, bir aylık hak düşürücü süre içinde açılmış olmaları da dinlenmeleri yönünden zorunlu değildir. Sonradan icazetle dahi geçerli hale gelmezler. Yokluk halinde, hukuki işlem bir veya daha fazla unsurunun yokluğu nedeniyle şeklen dahi olsa mevcudiyet (varlık) kazanamamaktadır. Hukuken yok olan bir işleme hiçbir hukuki sonuç bağlanabilmesi mümkün değildir. Genel kurula katılıp da ret oyu vermeyen üyenin yokluk halinin tespitini istemesinin TMK'nın 2. maddesine aykırı düştüğünün kabulü gerekir. Batıl bir hukuki işlem unsurları itibariyle şeklen ve fiilen mevcut olmakla beraber konusu veya içeriği bakımından amaçlanan hukuki hüküm ve sonuçları daha başlangıçtan itibaren hiç kimseye karşı meydana getiremez; yani mutlak olarak hükümsüzdür. Bu mutlak hükümsüzlük kural olarak düzeltilemez (ıslah edilemez) nitelikte olup, buna istinat etmekte hukuki yararı bulunan herkes tarafından ve bir süre ile sınırlı olmaksızın ileri sürülebilir ve mahkemeye sunulmuş olan olaylardan anlaşılmak koşulu ile Hakim tarafından da kendiliğinden (re'sen) göz önünde tutulur. Şeklen mevcut olan batıl bir hukuki işleme konversiyon (hukuki tahvil) yolu ile bir hukuki sonuç bağlanabilmesi mümkün olduğu gibi; bir hukuki işlemin butlanı da dürüstlük kuralına (TMK md. 2) aykırı olarak ileri sürülemez. Yokluk halinde bu hukuki imkanlar kesin olarak söz konusu değildir. İptali kabil kararlar ise, daha çok ortakların menfaatlerini koruyan düzenlemelere aykırılık teşkil eden, emredici kurallar dışında, yorumlayıcı ve şekle ilişkin kuralların ihlâl edildiği kararlardır. İptali gereken kararlar, baştan itibaren geçersiz olmadıklarından, iptal edilinceye kadar geçerli bir kararın hüküm ve sonuçlarını doğururlar. İptal edilebilir bir karar, şekil veya özü bakımından sakat olsa bile, iptaline dair hüküm kesinleşinceye kadar geçerli bir karar olarak kabul edilir. Kararın alınmasından itibaren üç ay içerisinde dava açılmazsa veya bu süre içinde açılan dava kesin hükümle reddedilirse söz konusu ayrılık ve bu nedenle kararın iptal edilebilirliği artık ileri sürülemez. (Prof. Dr. Erdoğan Moroğlu, Türk Ticaret Kanunu'na göre Anonim Ortaklara Genel Kurul Kararlarının Hükümsüzlüğü, 3. Bası, İstanbul, 2001, Sh. 18 vd.)

1163 sayılı Kooperatifler Kanununda ve bu Kanunun 98. madde uygulaması ile bazı hallerde uygulanması mümkün olan ve dava tarihinde yürürlükte olan 6762 sayılı TTK'nda "yokluk" ya da "butlan" kavramlarına yer verilmemiş olup, doktrinde yapılan eleştiriler üzerine (dava tarihinden sonra yürürlüğe giren) 6102 sayılı TTK’nun 447. maddesinde batıl sayılması gereken genel kurul kararlarına bazı örnekler verilmiş, madde gerekçesinde "butlan" teriminin tercih edildiği, bundan daha geniş olan "Hükümsüzlük" ve "Geçersizlik" terimlerinin tercih edilmediği vurgulanmıştır. Gerekçede "Tüm butlan hallerinin ve sebeplerinin kanunda gösterilmesi veya tanımlanması ise imkansızdır. Onun için batıl kararları iki kategoriye ayırmak, şekil yönünden batıl genel kurul kararlarını veya sebeplerini belirlemeyi içtihada ve öğretiye bırakmak, konu açısından batıl genel kurul kararlarına da sınırlayıcı olmamakla birlikte, örnekler göstererek kesin çizgilerle işaret etmek en isabetli yol olarak değerlendirilmiştir. " açıklamasına yer verilmiştir.

Bu durumda, onama ilamının sonuç bölümünde mahkeme ilamındaki "iptaline" ibaresinin "batıl olduğunun tespitine" şeklinde düzeltilmesi doğru olmuştur.

Gerekçeli karar başlığında 18.06.2010 olan dava tarihi, 04.07.2012 olarak yazılmış ise de, bu husus HMK'nın 304. maddesi uyarınca tarafların başvurusu üzerine ya da re'sen her zaman düzeltilebilecek maddi hata niteliğinde olduğundan, bozma nedeni yapılmamıştır.

Bu açıklamalara ve Yargıtay ilamında belirtilen gerektirici sebeplere göre, HUMK'nun 440. maddesinde sayılan hallerden hiçbirisine uymayan karar düzeltme isteminin reddi gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin karar düzeltme isteminin REDDİNE,1,95 TL harç ve takdiren 226,00 TL para cezasının karar düzeltme isteyenden alınarak Hazine'ye gelir kaydedilmesine, 24.03.2014 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

09 Aralık, 2018

AYNI MARKANIN FARKLI MALLAR/EMTİALAR YÖNÜNDEN TESCİL ETTİRİLMESİ


AYNI MARKANIN FARKLI MALLAR/EMTİALAR YÖNÜNDEN
TESCİL ETTİRİLMESİ 

I. GİRİŞ:

Marka ve patent hukukunda en çok görülen uyuşmazlıklardan biride aynı markanın birden çok mallar için ya da birden çok sınıfta bulunan emtialar için tescil ettirilmesi durumunda başkalarının bu markayı kullanamamasından kaynaklanmaktadır. Bu makalemizde bu konuyu Yargıtay kararları çerçevesinde ele alacağız.

II. UYGULAMADA YAPILAN MARKA BAŞVURULARI:

Bir çok şirket marka başvurusunu iştigal ettiği alan dışındaki başka ürünler için de yapmaktadır. Örneğin “A” isimli marka başvurusunu iştigal alanı ayakkabı imalatı olan bir şirket otomobil alım satım işi için de yapmakta ve kendi adına “A” markasının tescilini talep etmektedir. TPE yapılan tescil talebinde hukuka aykırı bir durum görmediğinde bu başvuruyu kabul etmekte ve böylece “A” markası hem ayakkabı imalatı için hem de otomobil alım satım işi için aynı şirket ya da kişi adına tescil edilebilmektedir. “A” markasını kendi adına tescil ettiren kişi bütün ticari hayatı boyunca sadece ayakkabı imalatı ile iştigal etmiş olsa ve hatta marka başvurusundan sonra da otomobil alım satım işi ile de hiç ilgilenmese de “A” markası otomobil alım satım işi için o kişi adına tescil edilmiş olmakta ve başka bir kişinin “A” markasını otomobil alım satım işi için kullanması engellenmektedir.

III. KULLANILMAYAN FARKLI EMTİALAR İÇİN MARKA BAŞVURUSUNDA BULUNULMASI KÖTÜNİYETLİDİR:

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi aşağıya tam metnini aldığımız 2016 / 14696 Esas; 2018 / 6029 Karar ve 04/10/2018 Tarih sayılı kararında bu konu ile ilgili olarak aşağıdaki tespitlerde bulunmuştur.

Öncelikle aynı markayı birden fazla emtia için tescil ettiren kişinin markasının “Tanınmış olması” gerekmektedir. Eğer birden fazla emtia için markayı tescil ettiren kişinin markasının tanınmışlık durumu söz konusu değilse markayı önceden tescil ettiren kişi ile başka emtialar ya da marka sahibinin kullanmadığı emtialar için tescil başvurusunda bulunan kişinin markalarında yer alan işaretlerin yüksek düzeyde benzerliği ve çekişmeli malların niteliği dikkate alınmak zorundadır. Yukarıda verdiğimiz örnekte “A” markasının hem ayakkabı imalatı hemde otomobil alım satımı için tescil ettirilmiş olması durumunda her iki mal ve hizmetin birbiriyle bir ilgisinin olmadığını göstermektedir.

Bu durumda tescilli markayı kullanmak isteyen kişinin markası kapsamındaki tüm emtialar yönünden iltibas tehlikesinin bulunduğu, bu marka başvurusunun kötü niyetli olduğu sonucuna ulaşılamayacağı tespit edilmiştir. Yani bir başka kişinin “A” markası için de otomobil alım satımı için ya da ayakkabı imalatı dışında bir emtia için marka başvurusunda bulunması durumunda iltibas tehlikesinden söz edilemeyecektir.

Ayrıca Yargıtay faaliyette bulunacağı sektörde markaya yatırım yapacak olan bir ticari işletmenin birbiriyle bu kadar alakasız bir çok marka için yakın dönemde marka başvurusu yapmış olmasının ve buna ilaveten yine faaliyette bulunacağı sektörde markaya yatırım yapacak olan bir başka ticari işletmenin tüm bu markaları birlikte devir alarak olağan bir ticari faaliyette bulunduğunun söylenemeyeceği, birbirinden bu denli farklı ve bu kadar çok sayıda markanın tescil ettirilmeye çalışılması ve devir alınmasının marka ticareti yapmaya yönelik kötü niyetli bir girişim olarak değerlendirildiği sonucuna varmıştır.

IV. MARKANIN TANINMIŞLIĞI ÖLÇÜTÜ:

Yargıtay aşağıya tam metnini aldığımız bu kararında markanın “tanınmış olmaması” durumunda bu tespitlerin geçerli olduğuna karar vermiştir. Markanın tanınmışlığının ölçütünü ise Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2010/11-695 Esas; 2011/47 Karar; 09.02.2011 Tarih sayılı kararında açıkça ortaya koymuştur.

Yargıtay HGK, tanınmış marka kavramı ile, bir ülkenin bir veya birkaç yöresinde tutunmuş markalar değil, dünya çapında olmasa bile, yurt içi ve yurt dışında ilgili çevrelerce bilinen; Paris Sözleşmesi’ne üye devletlerden birinin vatandaşına veya o ülkelerden birinde yerleşik olan ya da ticari veya sınai işletmeye sahip kişilere ait markaların kastedilmekte olduğunu tespit etmiştir.

WİPO (Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü) tanınmış marka kriterlerini tespit etmiş ve yayınlamıştır. TPE de 2004 yılında tanınmış marka kriterlerini açıklamıştır. Kararda Paris Sözleşmesine de yollamada bulunulmuştur. Paris Sözleşmesi’nde “iyi bilinen marka” ifadesi kullanılmıştır. Bu kavramla, dünya çapında olmasa bile, geniş halk kitlelerinin tanıdığı, yüksek ekonomik değere sahip marka ifade edilmek istenmiştir. Diğer bir deyiş ile, dünya çapında maruf olmasa bile Paris Sözleşmesi’ne üye ülkelerde, hatta üye ülkelerin bazılarında bilinen markanın tanınmış marka kategorisinde sayılması gerekir.

Tanınmış marka sahibinin 556 sayılı KHK’nin 7/1-(i) bendi, 8/4.fıkrası ve 42/1-(a) bendine göre; “tanınmış markasının aynı ya da benzerini” bir başkası tarafından farklı mallar ve hizmetler için yapılan marka başvurusuna itiraz ve tescil edildiği taktirde hükümsüzlüğünü istemek; yine aynı KHK’nin 9/1-(c) bendi ve 61. maddelerine göre de, “tanınmış markayı oluşturan işaretin aynı yada benzerinin” farklı mal ve hizmetler üzerinde kullanılmasının önlenmesini istemek hak ve yetkilerine sahip olacağını belirtmiştir.

Kararın yayınlanmasından sonra 556 sayılı KHK yürürlükten kalkmış ve onun yerini 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu almıştır. Bu kanunun 6’ncı maddesinin 4 ve 5’inci fıkralarına göre;

Paris Sözleşmesinin 1 inci mükerrer 6 ncı maddesi bağlamındaki tanınmış markalar ile aynı veya benzer nitelikteki marka başvuruları, aynı veya benzer mal veya hizmetler bakımından itiraz üzerine reddedilir.”

Tescil edilmiş veya tescil başvurusu daha önceki tarihte yapılmış bir markanın, Türkiye’de ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle haksız bir yararın sağlanabileceği, markanın itibarının zarar görebileceği veya ayırt edici karakterinin zedelenebileceği hâllerde, aynı ya da benzer markanın tescil başvurusu, haklı bir sebebe dayanma hâli saklı kalmak kaydıyla, başvurunun aynı, benzer veya farklı mal veya hizmetlerde yapılmış olmasına bakılmaksızın önceki tarihli marka sahibinin itirazı üzerine reddedilir.”

Yeni kanunun 4’üncü fıkrasında markanın “Tanınmış olma” ölçütünde Paris Sözleşmesine yollama yapmaktadır. 5’inci fıkrasında ise “Türkiye’de ulaştığı tanınmışlık düzeyi” ölçütü getirilmiş benzer markanın başvurusu için de “haklı bir sebebe dayanma hâli saklı kalmak kaydıyla” denilerek ayrık durum ortaya konulmuştur.

Yukarıda verdiğimiz örnek dikkate alındığında ayakkabı imalatı için “A” markasını tescil ettirmiş olan kişi Türkiye genelinde tanınmışlık düzeyine ulaşmışsa aynı ve benzer mal ve hizmetler yönünden 4’üncü ve 5’inci fıkra kapsamında bir başkasının “A” markasının başvurusunun tescilinin iptalini isteyebilecektir. Ancak oto alım satım işi için aynı tanınmışlık düzeyine ulaşmamışsa ve oto alım satımının ayakkabı imalatı ile bir ilgisi de bulunmadığından bu konudaki “A” markasının tescilinin iptalini de bir başka kişi 5’inci fıkradaki “haklı bir sebebe dayanma hâli” nedeniyle isteyebilecektir.

V. KULLANILMAYAN FARKLI EMTİALAR İÇİN MARKA BAŞVURUSUNDA BULUNULMASININ KÖTÜNİYETLİ KABUL EDİLDİĞİNE İLİŞKİN YARGITAY KARARI:

T.C.
YARGITAY
11. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2016/14696
KARAR NO : 2018/6029
TARİH : 04/10/2018

Taraflar arasında görülen davada Ankara 1. Fikri ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi’nce verilen 23.05.2016 tarih ve 2014/276-2016/145 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesinin davalı TPE vekili tarafından istenildiği ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi Mustafa İbrahim Adır tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, müvekkiline ait “crema d’oro” isimli markayı gerekçe göstererek davalı şirketin “crema doro” isimli marka başvurusuna iltibas, tanınmışlık ve kötü niyet vakıasına dayalı olarak TPE nezdinde itiraz ettiklerini, yapmış oldukları itirazın TPE YİDK tarafından kısmen kabul edildiğini ve davalı markasının 30’uncu sınıfta bulunan bir takım emtialar yönünden iptaline karar verildiğini, kurum kararının yerinde olmadığını, davalı marka başvurusunun marka kapsamında bulunan tüm emtialar yönünden iptali gerektiğini zira markaların ayırt edilemez derecede benzer olması ve markalar kapsamında yer alan emtiaların bağlantılı olmasının markalar arasında iltibasa sebep olacağını, davalının kötü niyetli başvurusuyla müvekkili markasının tanınmışlığından istifade etmeye çalıştığını ileri sürerek TPE YİDK’nin 2014-M-5548 sayılı kararının iptalini ve davalıya ait markanın dava sürecinde tescil edilmesi halinde hükümsüzlüğü ile sicilden terkinini talep ve dava etmiştir.

Davalı şirket davaya cevap vermemiş, davalı TPE vekili ise, davanın reddini talep etmiştir.

Mahkemece iddia, savunma ve benimsenen bilirkişi raporu doğrultusunda, davacının markasının tanınmışlığını ispat edemediği bu nedenle davalıya ait markanın tescilini farklı mallar yönünden 556 sayılı KHK’nin 8/4 maddesine göre engelleyemeyeceği ancak taraf markalarında yer alan işaretlerinin yüksek düzeyde benzerliği ve çekişmeli malların niteliği nazara alındığında; davalı markası kapsamındaki tüm emtialar yönünden 556 sayılı KHK’nin 8/1-b maddesine göre iltibas tehlikesinin bulunduğu, davalı marka başvurusunun kötü niyetli olduğu zira faaliyette bulunacağı sektörde markaya yatırım yapacak olan bir ticari işletmenin birbiriyle bu kadar alakasız bir çok marka için yakın dönemde marka başvurusu yapmış olmasının ve buna ilaveten yine faaliyette bulunacağı sektörde markaya yatırım yapacak olan bir başka ticari işletmenin tüm bu markaları birlikte devir alarak olağan bir ticari faaliyette bulunduğunun söylenemeyeceği, birbirinden bu denli farklı ve bu kadar çok sayıda markanın tescil ettirilmeye çalışılması ve devir alınmasının marka ticareti yapmaya yönelik kötü niyetli bir girişim olarak değerlendirildiği gerekçesiyle davanın kabulüne, TPE YİDK’nin 2014-M-5548 sayılı kararının iptaline, marka henüz tescil edilmediğinden hükümsüzlük talebiyle ilgili karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.

Kararı davalı TPE vekili temyiz etmiştir.

Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına ve marka başvurusunun kötü niyetli olduğunun belirlenmiş olmasına göre, davalı kurum vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde değildir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı Türk Patent Enstitüsü vekilinin temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun bulunan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye 6,70 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davalı TPE’den alınmasına, 04/10/2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

VI. MARKANIN TANINMIŞLIĞI ÖLÇÜTÜNE İLİŞKİN YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI:

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

ESAS NO : 2010/11-695
KARAR NO : 2011/47
TARİH : 09.02.2011

Taraflar arasındaki “markanın iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kayseri 3.Asliye Hukuk Mahkemesince, davanın reddine dair verilen 11.09.2007 gün ve 2006/414 E., 2007/420 K. sayılı kararın incelenmesi davacı ve davalı vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11.Hukuk Dairesinin 25.05.2009 gün ve 2008/2244 E., 2009/6321 K. sayılı ilamı ile;

("...Davacı vekili, müvekkilinin “BELLONA” markasını ilk kez 1956 yılında 30'ncu sınıfa giren çikolata, şekerleme, pasta ürünleri, meyveli kekler ve bisküviler için Almanya’da tescil ettirdiği gibi, markanın Madrid anlaşması çerçevesinde halen 28 ülkede, Madrid Protokolü çerçevesinde 7 ülkede tescilli olduğunu, müvekkilinin Madrid Protokolü çerçevesinde “Bellona” markasının tescili için yaptığı başvurunun davalının markası mesnet gösterilerek reddedildiğini, davalı şirketin 1-33 arası tüm sınıflar için anılan markayı adına tescil ettirdiğini, oysa, müvekkili adına toplam 35 ülkede tescilli “BELLONA” markasının uluslar arası alanda tanınmış bir marka olduğunu, markanın herhangi bir sınıf için davalı adına tescilinin mümkün olmadığı gibi, davalının markayı 20 nci sınıf hariç olmak üzere son beş yılda hiçbir şekilde kullanmadığını ileri sürerek, 556 sayılı KHK’nın 7/i ve 42.maddesi gereğince kötü niyetli tescil nedeni ile davalı adına tescilli markanın tüm sınıflar yönünden iptaline, aksi halde 5 yıl içinde kullanmama nedeni ile 20.sınıfa dahil mallar haricinde tüm sınıflar bakımından anılan KHK'nin 14. maddesi gereğince iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, müvekkilinin dava konusu markayı tanınmış marka haline getirdiğini savunarak, davanın usul ve esas yönünden reddini istemiştir.

Mahkemece, toplanan kanıtlar ve benimsenen bilirkişi raporu doğrultusunda, 556 sayılı KHK'nin 14.maddesinde markayı 5 yıl süre ile kullanmama halinde iptal öngörülmüş ve tanınmış markalar için bir istisna hükmü konmamış ise de, KHK'nin 8/4.maddesi ile 14.maddesinin birlikte değerlendirilmesinin zorunlu olduğu, bu bağlamada tanınmış markanın kullanılmayan ürünler bakımından 5 yıl geçmekle iptalinin talep edilmesinin KHK'nin amacına ve ruhuna aykırı olduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir.

Kararı, taraf vekilleri temyiz etmiştir.

1-Dava, kötü niyetli tescil nedeni ile davalı adına tescilli markanın tüm sınıflar yönünden iptali, olmadığı takdirde 5 yıl süre ile kullanmama nedeni ile 20. sınıf dışındaki mallar haricinde tüm sınıflar bakımından iptali istemine ilişkin olup, yukarıdaki özetten de anlaşılacağı üzere, taraflar arasındaki uyuşmazlık, davalı markasının tanınmış marka olmasına rağmen kullanmama nedeni ile iptalinin mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. Mahkemece benimsenen bilirkişi raporu doğrultusunda yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmiştir.

Oysa, markaların kullanılması başlıklı anılan KHK'nin 14.maddesi “Markanın, tescil tarihinden itibaren beş yıl içinde, haklı bir neden olmadan kullanılmaması veya bu kullanıma beş yıllık bir süre için kesintisiz ara verilmesi halinde, marka iptal edilir.” hükmünü 8/4.maddesi de “Marka, tescil edilmiş veya tescil için başvurusu daha önce yapılmış bir markanın aynı veya benzeri olmakla birlikte, farklı mallar veya hizmetlerde kullanılabilir. Ancak, tescil edilmiş veya tescil için başvurusu yapılmış markanın, toplumda ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle haksız bir yararın sağlanabileceği, markanın itibarına zarar verebileceği veya tescil için başvurusu yapılmış markanın ayırt edici karakterini zedeleyici sonuçlar doğurabileceği durumda, tescil edilmiş veya tescil için başvurusu daha önce yapılmış bir marka sahibinin itirazı üzerine, farklı mal veya hizmetlerde kullanılacak olsa bile, sonraki markanın tescil başvurusu ret edilir.” hükmüne haiz olup, 556 sayılı KHK'nin 14.maddesi tescilli marka sahibine seçtiği markasını kullanma zorunluluğu yüklediği kuşkusuzdur.Marka sahibine, markasını tescil ettirmesi nedeni ile tanınan koruma ve mutlak inhisarı hak, markanın işlevini yerine getirecek şekilde kullanılması koşuluna bağlanmıştır. Bu bağlamada, tanınmışlık hali, anılan madde de ne kullanmamanın bir gerekçesi veya bir kullanma kriteri koşulu olarak da sayılmamıştır. Mahkemenin kabulünün aksine, tanınmış markanın kullanılmayan ürünler bakımından 5 yıl geçmekle iptalinin talep edilmesinin KHK'nin amacına ve ruhuna da aykırı olmadığı gibi, 14.maddede ki hükmün tanınmış marka niteliğinde olmayan markalar yönünden geçerli bir hüküm olduğunun kabulünün de yasal bir dayanağı bulunmamaktadır. Zira, davalı markasının tanınmış marka olarak kabulü durumunda KHK'nin 8/4.maddesi hükmünce tescil istemine ilişkin başvurusunun yetkili mercice reddedileceği kuşkusuz olup, yukarıda anılan hükümlerin işlevlerinin farklı olduğu göz ardı edilmemelidir.

Bu durumda, mahkemece, yukarıda yapılan açıklamalar doğrultusunda, uyuşmazlığın esasına girilmek gerekirken yanlış ilkeye yanılgılı gerekçeye dayalı yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiştir.

2-Davalı vekilinin temyizine gelince; bozma neden ve şekline göre, davalı vekilinin temyiz itirazının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir...")

gerekçesiyle (1) numaralı bentte açıklanan nedenle, davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davacı yararına bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, kötü niyetli tescil nedeni ile davalı adına tescilli markanın tüm sınıflar yönünden iptali, olmadığı takdirde 5 yıl süre ile kullanmama nedeni ile 20. sınıf dışındaki mallar haricinde tüm sınıflar bakımından iptali istemine ilişkindir.

Mahkemece, davalının markasının tanınmış marka olduğu, tanınmış markanın kullanılmayan ürünler bakımından 5 yıl geçmekle dahi iptalinin istenemeyeceği gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiş; Özel dairece, karar, yukarıda yazılı gerekçe ile bozulmuş; mahkemece önceki gerekçeler tekrarlanmak suretiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararını, davacı vekili temyiz etmiştir.

Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; Marka Tescil Başvurularına Ait Mal ve Hizmetlerin Sınıflandırmasına İlişkin Tebliğin 1. ila 33.sınıflar arasında sayılan mallar için TPE nezdinde 1998/10679 sayı ile tescilli ve mahkeme kararıyla tanınmış marka statüsünde olduğu kabul edilen “BELLONA” markasının kullanıldığı sınıflardaki mallar yönünden 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 14. ve 42. maddeleri uyarınca kısmen hükümsüz kılınıp kılınamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle, konuyu düzenleyen hukuki düzenlemeler üzerinde durulmasında fayda bulunmaktadır.

Tanınmış marka kavramı ile, bir ülkenin bir veya birkaç yöresinde tutunmuş markalar değil, dünya çapında olmasa bile, yurt içi ve yurt dışında ilgili çevrelerce bilinen; Paris Sözleşmesi’ne üye devletlerden birinin vatandaşına veya o ülkelerden birinde yerleşik olan ya da ticari veya sınai işletmeye sahip kişilere ait markaların kastedilmektedir.

Kanunlarda genellikle tanınmış markanın tanımı yapılmamakta ve bu tanınmışlık kriterlerinin tespiti daha çok kuruluşlara ve mahkeme kararlarına bırakılmaktadır. Tabiatıyla, doktrin de, bu konuda kriterler önermektedir. Uluslararası anlaşmalarda da, tanınmış marka kriterlerine rastlanmaktadır. WİPO tanınmış marka kriterlerini tespit etmiş ve yayınlamıştır. TPE de 2004 yılında tanınmış marka kriterlerini açıklamıştır.

Paris Sözleşmesi’nde “iyi bilinen marka” ifadesi kullanılmıştır. Bu kavramla, dünya çapında olmasa bile, geniş halk kitlelerinin tanıdığı, yüksek ekonomik değere sahip marka ifade edilmek istenmiştir. Diğer bir deyiş ile, dünya çapında maruf olmasa bile Paris Sözleşmesi’ne üye ülkelerde, hatta üye ülkelerin bazılarında bilinen markanın tanınmış marka kategorisinde sayılması gerekir.

Ülkemizin de taraf olduğu Paris Sözleşmesi’nin 1.mükerrer 6.maddesi ve TRIPS Anlaşmasının 16. maddesinde tanınmış markaların korunmasına ilişkin hükümler getirilmiştir. 27.06.1995 tarihinde yürürlüğe giren 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile de anılan uluslar arası sözleşme hükümleri uyarınca tanınmış markalara sağlanan geniş korumanın kapsamı belirlenmiştir. Buna göre, tanınmış marka sahibi 556 sayılı KHK’nin 7/1-(i) bendi, 8/4.fıkrası ve 42/1-(a) bendine göre; ‘tanınmış markasının aynı ya da benzerini’ bir başkası tarafından farklı mallar ve hizmetler için yapılan marka başvurusuna itiraz ve tescil edildiği taktirde hükümsüzlüğünü istemek; yine aynı KHK’nin 9/1-(c) bendi ve 61.maddelerine göre de, ‘tanınmış markayı oluşturan işaretin aynı yada benzerinin’ farklı mal ve hizmetler üzerinde kullanılmasının önlenmesini istemek hak ve yetkilerine sahiptir.

556 sayılı KHK ile getirilen sistemde, marka koruması tescil ile sağlanır (m.6). Bu bağlamda, marka sahibine, özellikle üçüncü kişilerin tecavüzünü bertaraf etme yönünden tanınan tekel hakkının temel kaynağı tescil işlemidir. Buna göre, söz konusu tekel hakkı, marka niteliğindeki bir sözcüğün, şeklin, rengin, işaretin ya da bunların belirli bir şekilde bir araya getirilmiş halinin üçüncü kişilerin kullanımına kapanması sonucunu doğurur. Üstelik, önceden tescil edilen markanın tanınmışlık seviyesine ulaşmış olması halinde, farklı mal veya hizmetler bakımından yapılan tescil taleplerinin de sonuçsuz kalması söz konusu olmaktadır. Böylece; tescilin sağladığı mutlak nitelikli marka hakkı korunmasından ‘gerçekten’ kullanılan markaların yararlanması amaçlanmıştır.

556 sayılı KHK’nin 14.maddesi, 89/104/AET sayılı Marka Yönergesinin 10. ve 12.maddelerine uygun bir tarzda, tescilli marka sahibine seçtiği markasını “kullanma mükellefiyeti” yüklemektedir. Anılan madde ile, marka sahibi tarafından, haklı bir nedene dayanmaksızın, markanın, tescilden itibaren beş yıl boyunca kullanılmaması yahut kullanımına beş yıldan fazla ara verilmesi halinde, iptal edileceği öngörülmüştür. Marka sahibine, markasını tescil ettirmesi sebebiyle tanınan koruma ve mutlak inhisarı hak, markanın işlevini yerine getirecek şekilde kullanılması şartına bağlanmıştır.

Bu düzenleme ile, tescil işleminin KHK bakımından tüm sonuçları ile yarattığı tekel hakkının, markalar sicilini kullanılmayan, gözlerden uzak, bir köşeye atılmış ve kimselerin dokunamadığı markalar deposuna dönüştürmesi olgusu, markayı kullanma zorunluluğu ile, engellenmeye çalışılmıştır.

Tescil anında markanın önceden fiilen kullanılması yahut kullanmaya ilişkin niyetin varlığı aranmadığından, bu amaca ulaşmada en mantıklı yöntem, markanın tescilden sonraki dönemde fiilen kullanılması gerekliliğinin düzenlenmesidir. Gerçekten, markanın, tescil ile elde edilen ve yasaklama yetkisini içeren tekel hakkını haklı gösterecek nitelik ve kapsamda kullanımı şarttır. Markayı, 14.maddedeki şartlar dairesinde kullandığını ispat yükü marka sahibinin üzerindedir. Marka sahibi, gerekirse ticari defter ve belgelerini ibraz ederek bir markayı kullandığını ispatlamalıdır.

556 sayılı KHK sisteminde, markaya getirilen korumanın tescil yoluyla sağlandığı yukarıda belirtilmiştir. Bu bakımından tescilin getirdiği korumaya, yalnızca gerçekten kullanılan markaların layık olduğu düşüncesi, marka sahibi bakımından kullanım zorunluluğunun öngörülmesi sonucunu doğurmuştur.

KHK’nin 14.maddesi hükmü kullanma zorunluluğu bakımından iki farklı olasılığı düzenlenmiştir. Bunlardan birincisi, markanın tescilinden itibaren markanın beş yıl süreyle ciddi şekilde kullanılmaması; diğeri ise ciddi kullanıma beş yıl boyunca kesintisiz ara verilmesi halidir. Anılan beş yıllık süreye hoşgörü süresi denmektedir. Zira bu sürenin aşılmaması halinde, marka sahibinin markasını kullanmaması herhangi bir yaptırıma tabi tutulmayacak; bir diğer ifade ile, markanın hükümsüzlüğüne karar verilemeyecektir.

Kullanmamanın aralıksız beş yıl devam etmesi gerekliliği yukarıda yer alan her iki ihtimalde de söz konusudur. Buna göre, kullanımın mutlak surette sürekli olmasına gerek yoktur. Ciddi şekilde kullanılmak ve beş yılı aşmamak kaydı ile, markanın kullanımına ara verilebilir. Kullanılmayan süreler birbirine eklenmez. Her bir ciddi kullanım başlangıcı ile birlikte yeni bir beş yıllık süre işlemeye başlar.

Tescilli markanın kullanılması zorunluluğuna uyulmamasının yaptırımı 14.madde uyarınca markanın iptalidir. Ancak bununla markanın, KHK’nin 42.maddesi anlamında hükümsüzlüğü kastedilmiştir.

Fransa’da, tanınmış marka statüsünün, kısmi hükümsüzlüğe (iptale) engel olmayacağı, yargı kararlarında istikrar kazanmış bir yaklaşımdır. Buna paralel olarak, ATAD’ın “Adidas” kararında varılan sonuçlar benimsenecek olursa, markanın tanınmışlığı olgusunun, tek başına, çağrışım (bağlantı) ihtimalini de içeren karıştırma ihtimalinin varlığına delalet etmeyeceği kabul edilecek ve ilgili üçüncü kişilerin, kısmi hükümsüzlüğü talep bakımından hukuki menfaatlerinin bulunmadığından bahsedilemeyecektir. Buna göre, toplumda belirli bir tanınmışlığa ulaşmış markalar da, kullanılmayan mal veya hizmetler bakımından kısmen iptal edilebilecektir. Şayet üçüncü kişi, markanın aynısını, söz konusu farklı mal veya hizmetler için tescil ettirmek isterse, somut olayın özellikleri nazara alınarak. m.8’in şartlarının oluşup oluşmadığı tescil başvurusu sırasında incelenecektir (Yasaman, Marka Hukuku, Vedat Kitapçılık, Ekim 2004, s.628-657).

Anılan maddelerde belirtilen kullanmama nedeniyle hükümsüzlük davasında tanınmış markalar için bir ayrıcalık bulunmamaktadır.

556 sayılı KHK’nin 7/1-(i) bendin de atıf yapılan Paris Sözleşmesi’nin 1.mükerrer 6.maddesi ve yine bu sözleşmeye göre tanınmış marka hakkının korunmasını düzenleyen TRIPS Anlaşmasının 16/2, 3 fıkraları gereğince Paris Sözleşmesi anlamında tanınmış olduğu kabul edilen bir markanın tescilli olduğu sınıflardan farklı mal ve hizmetler yönünden de korunabilmesi için öncelikle, farklı mal ve hizmetlere ilişkin kullanımın, tescilli markanın sahibi ile bu mal ve hizmetler arasında bir bağlantı olduğu ihtimalinin varlığı ve bu kullanım sonucunda tescilli marka sahibinin menfaatlerinin zarara uğraması ihtimalini doğurması koşuluna bağlıdır.

Yine, 556 sayılı KHK’nin 8/4.fıkrasına göre de; tescilli ve tanınmış marka sahibinin, markasına tescilli olduğu mal ve hizmet sınıfından farklı sınıflarda yapılacak başvuru ve tescillere karşı koyabilmesi için markanın toplumda ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle haksız bir yararın sağlanabileceği, markanın itibarına zarar verebileceği veya markanın ayırt edici karakterini zedeleyici sonuçlar doğurabileceği durumlarının belirlenmesi koşullarına bağlıdır.

Bu bakımdan, somut uyuşmazlığın özelliklerine göre ve yukarıda açıklanan koşulların varlığı halinde tanınmış marka sahibinin bir başkasının farklı mal ve hizmetler için yaptığı marka başvurusunu yada kullanımını önlemek veya tescil edilmiş ise hükümsüz kıldırmak hak ve yetkilerine sahip olabileceği dikkate alındığında, 556 sayılı KHK’nin 14.maddesinin aynı KHK’nin tanınmış markalara daha geniş bir koruma sağlayan hükümleriyle birlikte değerlendirilmesi mümkün değildir.

Tanınmış markayı oluşturan işaretin aynı yada benzeri hakkında kısmi hükümsüzlük kapsamında kalan mal ve hizmetler için ileride bir başkası tarafından marka başvurusunda bulunulması veya kullanılması halinde, somut uyuşmazlığın özellikleri gözetilerek tanınmış markanın farklı mal ve hizmetler bakımından üçüncü kişi adına tescilin mümkün olup olmayacağı; yada üçüncü kişi kullanımının, tanınmış marka sahibinin marka hakkı korumasının kapsamında sayılıp sayılamayacağı hususu, başvuru esnasında TPE’nce veya dava yolu ile de mahkemelerce incelenecek bir husustur.

Bu durumun doğal sonucu olarak da, tanınmış markalar için dahi kullanılmayan sınıflar yönünden marka hakkı sahibinden başkasının tescil için yaptığı başvuru TPE tarafından doğrudan tescil talebinin reddi sonucunu doğurmayacak, üretilmeyen mal ve hizmetler yönünden marka tescilinin tanınmışlık düzeyine ulaşmış marka bakımından yukarıda sayılan sonuçları doğurup doğurmayacağına (ör:marka hakkı sahibinin menfaatlerine zarar verip vermeyeceği vb) göre araştırma ve değerlendirme yapılarak karar verilecektir.

Bu bakımdan TPE nezdinde tescilli ve tanınmışlık düzeyine ulaşmış markalar da; 556 sayılı KHK’nin 14. ve 42.maddeleri uyarınca kullanılmayan mal veya hizmetler bakımından kısmen iptal edilebilir.

Hal böyle olunca, tanınmış markanın farklı mal ve hizmetler için de genişletilmiş koruma sağladığı gerekçesiyle, 556 sayılı KHK’nin 14. ve 42. maddesi uyarınca tanınmış markanın sicilde tescilli olduğu, ancak kullanılmayan sınıflar yönünden de kısmi hükümsüzlük kararı verilemeyeceğine dair yerel mahkemenin direnmesi isabetli değildir.

Yerel Mahkemece, yanılgılı gerekçe ile önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 09.02.2011 gününde oy birliğiyle karar verildi.

28 Ekim, 2018

İPOTEĞE KONU ALACAKLARIN GÜNCEL EKONOMİK KOŞULLARA UYARLANMASI TALEP EDİLEMEZ


İPOTEĞE KONU ALACAKLARIN GÜNCEL EKONOMİK
KOŞULLARA UYARLANMASI TALEP EDİLEMEZ

I. GİRİŞ:

Asliye hukuk ve asliye ticaret mahkemelerinde görülen davaların önemli bir kısmını ipoteğin kaldırılması davaları oluşturmaktadır. Bu davalarda talep edilen ipoteğin kaldırılması taleplerine konu ipoteklerin bir kısmı ise talep tarihinden yıllar önce konulmuş ipoteklere dayanmaktadır. Aradan geçen zaman içinde değişen ekonomik koşullar nedeniyle taşınmaz üzerine konulan ipotek bedelleri günümüz ekonomik koşullarında alacaklıları tatmin etmeyen rakamlara gerilemiş hale gelmektedir. Bu nedenle ipoteğin kaldırılması davalarında ipotek alacaklıları karşı dava açmak yoluyla ipotek bedellerinin güncellenmesini talep etmektedirler. Bu makalemizde bu konuyu ele alacağız.

II. HUKUKUMUZDA İPOTEK TÜRLERİ:

Kısaca özetleyecek olursak hukukumuzda iki tür ipotek bulunmaktadır. Birincisi üst sınır ipoteği ikincisi de ana para ipoteğidir. Üst sınır ipoteği henüz doğmamış bir alacak için teminat amaçlı olarak kurulan ipotektir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 851 ve 881’inci maddelerinde ifadesini bulan muhtemel bir alacağın teminatı olarak tesis edilen üst sınır (limit) ipoteğinde borcun ulaşacağı miktar belirsiz olduğundan taşınmazların ne miktar için teminat teşkil edeceği ipotek akit tablosundaki limitle sınırlandırılmıştır. Ana para ipoteği ise belli bir borca karşılık olarak kurulan ipotektir.

III. İPOTEĞİN KALDIRILMASI DAVALARINDA UYARLAMA TALEP EDİLEMEMESİNİN NEDENLERİ:

4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 875’inci maddesine göre; taşınmaz rehininin alacaklıya sağladığı güvencenin kapsamına ana para, takip giderleri ve gecikme faizi, iflasın açıldığı veya rehinin paraya çevrilmesinin istendiği tarihe kadar muaccel olmuş üç yıllık faiz ile son vadeden başlayarak işleyen faiz girmektedir. Dolayısıyla üst sınır ipoteğinde 4721 sayılı TMK’nun 875’inci maddesinde belirtilen ve ipotekle teminat altına alınan ana borç, faiz, icra takip giderleri ve taraflarca kararlaştırılan eklentilerden oluşan toplam borç miktarının bu limiti aşması mümkün değildir. (Yargıtay HGK 24.05.1989 Tarih 1989/11-294 E. - 1989/378 K.) İpoteğin günümüzden yirmi yıl hatta otuz yıl önce konulmuş olması bu durumu değiştirmemektedir.

Kesin doğmuş ipotek de denilen anapara ipoteğinde, ipoteğin kapsamına, anapara, takip giderleri, yatırılan harçlar, alacaklı vekili için icra müdürlüğünce takdir edilen vekâlet ücreti, gecikme faizi ve sözleşmede yasal sınırlara uygun kararlaştırılan faizi girmektedir. İpotekli borç, ipotek belgesinde öngörülen sürenin dolmasıyla muaccel olur, alacaklı temerrüt faizini ancak bu tarihten sonra isteyebilir. Eğer ipotek süresiz olarak kurulduysa borç alacaklının ihtarıyla muaccel olur ve ihtar tarihinden itibaren gecikme faizi istenebilir. İcra müdür yardımcısı vade tarihinden tahsil tarihine kadar işleyecek faizleri hesaplayıp anaparaya ekler. Alacaklı ipotek akdi tablosunda belirlenmiş olan gerek temerrüt faizi ve gerekse akdi faiz oranına göre takipte bulunabilir. (Yargıtay 12. HD 09.07.2002 T.; 14236/15061) Temerrüt faizine yeniden temerrüt faizi işletilemez. İpoteğin bir yıl (altı ay) vadeyle faizsiz olarak kurulmuş olması halinde, alacaklı belirtilen bir yıl süre geçtikten sonra temerrüt faizi talep edebilir. (Yargıtay 12. HD 20.02.2006 T. 26399/3037)İpoteğin günümüzden yirmi yıl hatta otuz yıl önce konulmuş olması bu durumu değiştirmemektedir.
4721 sayılı TMK m. 864’e göre; Rehinin tapu kütüğüne tescil edilmesinden sonra alacak için zamanaşımı işlemez.” İpotekli alacaklar bu nedenle her zaman 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 148 ve devamı maddelerine göre takibe konulabilir. Alacaklının böyle bir hakkı varken çok uzun yıllar bu hakkını kullanmaması sonucunda alacağının değişen ekonomik koşullara göre değerinde azalma meydana geldiği gerekçesiyle 4721 sayılı TMK m. 875’de yazılı olan haklarının dışında başka ekonomik haklar talep etmesi TMK m. 2’deki dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Bu nedenle Yargıtay gerek üst sınır ipoteğinde gerekse ana para ipoteğinde ipoteğe konu alacağın güncellenemeyeceğini kabul etmekte ve bu konuda yerleşik kararları bulunmaktadır. Yargıtay’ın bu konudaki yerleşik kararlarından ikisinin tam metnini aşağıya aldım.

IV. ÜST SINIR İPOTEĞİNDE GÜNCELLEME OLAMAYACAĞINA İLİŞKİN YARGITAY KARARI:

Yargıtay
14. Hukuk Dairesi

Esas : 2011/10348
Karar : 2011/12622
Tarih : 25.10.2011

Davacılar vekili tarafından, davalılar aleyhine 08.01.2010 gününde verilen dilekçe ile ipoteğin fekki istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 10.06.2010 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kâğıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

KARAR:

Dava, 396 ada 1 sayılı parsel üzerine yapılan binanın 2, 3, 10 ve 11 numaralı bağımsız bölümler tapu kaydında mevcut ipotek şerhinin kaldırılması istemine ilişkindir.

Davalılar, arsa sahibi olduklarını, yüklenici ile 20.02.1995 tarihinde arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi düzenlediklerini, yüklenicinin edimlerini yerine getirmediğini, yapıya iskan alınamadığını, açılan davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, savunma doğrultusunda dava reddedilmiştir.

Hükmü, davacılar temyiz etmiştir.

İpotek kişisel bir alacağın teminat altına alınması amacını güden ve bir taşınmaz değerinden alacaklının alacağını elde etmesini sağlayan sınırlı bir ayni haktır. İpotek tesisi için rehin edilecek taşınmaz maliki ile alacaklı arasındaki anlaşmanın (rehin sözleşmesi) bulunması ve rehin sözleşmesinin Türk Medeni Kanununun 856. maddesi gereğince tapu siciline tescil edilmesi gerekir.

Alacak sona erdiği halde alacaklı, terkin taahhüdünü iradesiyle yerine getirmezse, taşınmaz maliki ipoteğin fekkini (kaldırılmasını) dava yolu ile isteyebilir.

Somut olayda; incelenen ve ipotek akdinin çerçevesini tayin eden 22.02.1995 tarihli resmi akit tablosu içeriğinden ipoteğin, ileride gerçekleşecek veya gerçekleşmesi muhtemel olan bir alacağın teminatı olarak tesis edildiği görülmektedir. Bu haliyle ipotek, azami meblağ (üst sınır ipoteği) ipoteğidir. Türk Medeni Kanununun 851 ve 881. maddelerinde ifadesini bulan azami meblağ (üst sınır) ipoteğinde alacağın ulaşacağı miktar önceden belirsiz olduğundan taşınmazın ne miktar için teminat teşkil edeceği ipotek akit tablosunda gösterilen limitle sınırlanabilir. Türk Medeni Kanununun 875. maddesinde belirtilen ve ipotekle teminat altına alınan ana borç, gecikme faizi, icra takip giderleri ve taraflarca kararlaştırılan eklentilerden oluşan borcun toplam miktarının bu limiti aşması olanaklı değildir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 24.05.1989 tarihli ve 1989/11-294 E.-1989/378 K. sayılı kararında da yukarıdaki kural benimsenmiştir. Bu kural uyarınca üst sınır ipoteğinde alacak bakımından bir üst sınır tespit edilerek teminatın kapsamı saptanmaktadır. Bu şekilde rehin edilen alacağın tutarı değil, ipotekli gayrimenkulün sorumlu olduğu üst miktar belirlenmektedir. O halde teminat, alacağı ve alacaklı icra takibi yapmışsa takip giderleri ile temerrüt faizlerini, üst sınıra kadar sınırlamaya tabi olmaksızın sağlamaktadır. Bu bakımdan üst sınır ipoteği kurulurken akit tablosuna üst sınır belirlenmesi yapıldıktan sonra " bu meblağa ilaveten" denilmek suretiyle ilave yapma olanağı bulunmamaktadır. Yapılsa da geçerli sayılmaz. Kısaca, ipoteğin üst sınır ipoteği olması durumunda borçlu sadece ipotek akit tablosunda belirtilen miktar ile sınırlı olmak üzere sorumludur.

Bütün bu açıklamaların sonucu doğrultusunda mahkemece yapılması gereken iş; resmi akit tablosundaki sözleşme hükmünü gözetilmek suretiyle alacaklının ipotekle teminat altına alınan anapara alacağı, sözleşmede 22 ay süreli faizsiz kaydı bulunduğundan bu sürenin bitiminden sonra talep edilebilecek gecikme faizi alacağı ile icra takibi yapıldığından takip giderlerinin ne olduğunu gerek duyulursa bilirkişiye hesaplatmak, bunların toplamını ipotek akit tablosunda gösterilen limiti aşmamak koşuluyla alacaklıya ödenmek üzere davacıya depo ettirmek, eksiksiz depo edilirse kayıtlardaki ipotek şerhini terkin etmek, kısmen ödeme yapılırsa davanın reddine karar verilmekle beraber ödenen bölümü kütüğün düşünceler sütununda gösterilmesine karar vermek olmalıdır.

Değinilen yönler gözetilmeden eksik inceleme ve araştırmayla kurulan hüküm açıklanan bütün bu nedenlerle bozulmalıdır.

KARAR : Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde iadesine, 25.10.2011 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

V. ANA PARA İPOTEĞİNDE GÜNCELLEME OLAMAYACAĞINA İLİŞKİN YARGITAY KARARI:
 
YARGITAY
13. Hukuk Dairesi
   
Esas : 2014/38030
Karar : 2015/30941
Tarih : 21/10/2015

Taraflar arasındaki terkin istemli davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

KARAR

Davacı, davalı ...'dan olan alacağına karşılık dava konusu ..... ada 1 parseldeki ( eski 1085 parsel ) davalı hissesine 23.02.1987 tarihinde ipotek tesis edildiğini geçen zaman süre içerisinde ipotek bedelinin değer kaybettiğini ileri sürerek, ipotek bedelinin günün şartlarına uyarlanması ve uyarlanacak bu bedelin davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davalıya olan borcunu ödediğini, savunarak ipoteğin kaldırılmasını dilemiştir.

Mahkemece, ipotekli alacağın zamanaşımına uğramayacağı gerekçe gösterilmek ve bilirkişi raporu esas alınmak suretiyle 30.294 TL’nin tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

İpotek kişisel bir alacağın teminat altına alınması amacını güden ve bir taşınmaz değerinden alacaklının alacağını elde etmesini sağlayan sınırlı bir ayni haktır. İpotek tesisi için rehin edilecek taşınmaz maliki ile alacaklı arasındaki anlaşmanın (rehin sözleşmesi) bulunması ve rehin sözleşmesinin Türk Medeni Kanunu'nun 856. maddesi gereğince tapu siciline tescil edilmesi gerekir.

Alacak sona erdiği halde alacaklı terkin taahhüdüne rağmen iradesiyle terkin talebinde bulunmazsa taşınmaz maliki ipoteğin fekkini (kaldırılmasını) dava yolu ile isteyebilir.

Somut olayda; 23.02.1987 tarihli ipotek akdinin çerçevesini tayin eden resmi akit tablosu içeriğinden ipoteğin, 3.000.000 TL karşılığı faizsiz ve 05.11.1987 vade tarihi belirlenmek suretiyle tesis edildiği görülmektedir. Açıklanan bu niteliğe göre ipotek, kesin borç (karz) ipoteğidir. Türk Medeni Kanunu'nun 875. maddesine göre kesin borç (karz) ipoteği, anapara yanında, gecikme faizini ve icra takibi yapılmışsa takip masraflarını da güvence altına alır. Bu kapsamda eldeki davada ipotek, kesin borç ( karz ) ipoteğine ilişkin olup, aleyhine ipotek tesis edilenin borcu, ipotek senedinde yer alan borç miktarı ve ödemede gecikilmesi halinde gecikme faizi kadar olduğundan ve lehine ipotek tesis edilen şahıs sadece bu miktarı ve icra takibi yapmış ise icra masraflarını isteyebileceğinden ipotek bedelinin uyarlanması mümkün değil ise de, davacı ipotek bedelinin uyarlanmasını ve uyarlanmış şeklinin tahsilini istediğinden ve davacının talebi içinde ipotek senedinde yer alan 3.000.000 TL’nin tahsiline dair talep olup olmadığı anlaşılmadığından, davacının talebi içinde ipotek bedeli olan 3.000.000 TL’nin (eski TL) tahsili talebi var ise davacı bunu isteme hakkına sahiptir. Bu itibarla öncelikle davacıya bu hususa ilişkin talebi açıklattırılarak bu kalem alacağın tahsili talebinin bulunması halinde davalıdan ödeme savunmasına ilişkin delilleri sorulup, alınarak ve davalının ödeme savunması üzerinde durularak hasıl olacak sonuca uygun karar verilmesi, davacının ipotek senedinde yer alan miktar için talebinin bulunmaması halinde ise davanın reddine karar verilmesi gerekir. Mahkemece değinilen bu yön gözardı edilerek yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır. Bozmayı gerektirir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan kararın davalı yararına BOZULMASINA, peşin alınan 517,50 harcın istek halinde iadesine, 21/10/2015 gününde oy birliğiyle karar verildi.