18 Nisan, 2017

BANKANIN HAYAT SİGORTASI YAPTIRMA ZORUNLULUĞUNUN KAPSAMI


BANKANIN HAYAT SİGORTASI YAPTIRMA
ZORUNLULUĞUNUN KAPSAMI

I. GİRİŞ:

Ülkemizde her yıl çok büyük ölçekte krediler alınıp verilmektedir. Bu kredilerin ödenmesini garanti altına almak için bankalar sigorta şirketleri ile ortak hareket edip alınan kredi için krediyi alan kişiye hayat sigortası yaptırmaktadırlar. Ancak bu hayat sigortaları süreli olup bitiminden sonra yenilenmesi tarafların istemine bağlıdır. Somut olay özelinde bankanın kredi için hayat sigortası yaptırma zorunluluğu bulunup bulunmadığını inceleyeceğiz.

II. HAYAT SİGORTASI YAPTIRMA ZORUNLULUĞU:

Bankaların verdikleri kredi için krediyi alan için hayat sigortası yaptırma zorunluluğu bulunmamaktadır. Yani hem kredi veren banka kredi borçlusunu hayat sigortası yaptırmaya zorlayamaz hem de krediyi alan kişi kendisini hayat sigortası yaptırması için bankayı zorlayamaz. Kişi eğer istiyorsa kendi olanakları ile hayat sigortası yaptırabilir ve aldığı krediyi bu sigortanın kapsamına sokabilir.

III. HAYAT SİGORTASININ YAPILMASI:

Banka tarafından kredinin verilmesi esnasında borçlu kişi hayat sigortası yapıldıysa hayat sigortasının süresi içinde meydana gelen ölüm olayları durumunda sigorta şirketi bakaya kredi borcunu ödemekle yükümlüdür. Ancak hayat sigortasının süresi dolduktan sonra bankanın hayat sigortasını yenileme ya da süresini uzatma zorunluluğu bulunmamaktadır. Yani kredi borçlusu beni daha önce hayat sigortası kapsamına almıştın, sigortanın süresi doldu, şimdi benim talebim olmaksızın bana yeniden hayat sigortası yapacaksın deme hakkına sahip değildir. Dolayısıyla kredi borçlusunun bir kere hayat sigortası yapılması sigorta süresinin bitiminde her iki tarafa da sigorta süresini uzatma ya da yeni bir hayat sigortası yaptırma hakkı vermemektedir.

IV. HAYAT SİGORTASININ YENİLENMESİ YA DA SÜRESİNİN UZATILMASI:

Hayat sigortasının bir kere yenilenmesi ya da bir kere süresinin uzatılması durumunda ise hukuki durum değişmektedir. Hayat sigortası bir kere yenilenir ya da süresi bir kere uzatılırsa bu durumda Yargıtay’ın tam metnini aşağıya aldığımız Hukuk Genel Kurulu kararında tespit ettiği gibi taraflar arasında bir “güven” ilişkisi kurulmuş demektir. Yani krediyi veren banka krediyi verirken hayat sigortası yapmakta, hayat sigortasının süresi dolduğunda ise hayat sigortasını yenilemekte ya da süresini uzatmakta ve böylece kredi borcu bitinceye kadar kredi borçlusunun hayat sigortası kapsamında tutulacağına ilişkin olarak kredi borçlusuna güven aşılamaktadır.

Bu noktadan sonra hayat sigortasının süresi biter ve sürenin bitiminden hemen sonra ölüm gerçekleşirse bu durumda banka hayat sigortasını tekrar yenilemediği için ya da tekrar süresini uzatmadığı için hukuken sorumlu kalmaya devam eder. Kredi borçlusunun arta kalan borcunun hayat sigortası kapsamında olması durumunda nasıl ki hayat sigortası tarafından borcu karşılanacaksa bu durumda da kredi borçlusunun arta kalan borcunu üstlenmek zorunda olup mirasçılarına yönelemez.

V. YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI:

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

ESAS NO : 2009/13-433
KARAR NO : 2009/580
TARİH : 23.12.2009

Taraflar arasındaki “İtirazın iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 7. Tüketici Mahkemesince verilen 23.10.2007 gün ve 2007/177 E.-829 K. sayılı davanın reddine ilişkin kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 28.11.2008 gün ve 2008/9343-14269 sayılı ilamı ile, (…Davacı, davalıların murisi Gülizar Bademci’ye 29.4.2005 tarihli sözleşme ile 60.000.00 YTL konut kredisi kullandırıldığını, 15.08.2006 tarihinde Gülizar Bademci’nin vefat ettiğini, mirasçısı olan davalıların kredi borcunu ödemediği gibi, girişilen icra takibine haksız olarak itiraz ettiğini ileri sürerek, itirazın iptaline karar verilmesini istemiştir.

Davalılar, murisleri Gülizar Bademci’ye konut kredisi kullandırıldığını ve kredi sözleşmesi gereğince Gülizar Bademci lehine hayat sigortası yapılması gerektiğini, davalı banka ilk yıl için bunun yerine getirildiğini, ancak, ertesi yıl için hayat sigortasının yenilenmediğini ve murislerine bilgi de verilmediğini, bu hususun sözleşmeye aykırılık teşkil ettiğini, şayet hayat sigortası yaptırılsaydı davacının kredi alacağını hayat sigortacısı şirketten öncelikle tahsil edebileceğini belirterek davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davalıların murisi Gülizar Bademci’ye konut kredisi kullandırıldığı, kredi sözleşmesine göre kredi kullanan lehine hayat sigortası yapılmasının gerektiği, davacı bankanın ilk yıl için bu yükümlülüğün yerine getirmesine rağmen müteakip yıl için hayat sigortasının yenilenmediği, sigorta yapılması hususunun davacı banka yararına olduğu gibi kredi borçlusu yararına da olduğu, tacir ve güven müessesesi olan davacı bankanın hayat sigortasını yenilememekle ve kredi borçlusuna durumu haberdar etmemekle ağır kusurlu olduğu, kredi borçlusu davalıların murisi Gülizar’ın kredi borcu tam ödenmeden ölümü ile kredi borcunun sigorta tazminatından ödenme imkanının kalmadığı, buna sebebiyet veren davacı bankanın bakiye kredi alacağını talep edemeyeceği sonucuna varılarak davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Yukarıda da kısaca özetlendiği gibi dava, davalıların miras bırakanı tarafından kullanılan konut kredisinin kısmen ödenmemesi üzerine davacı banka tarafından girişilen icra takibine vaki itiraz nedeniyle itirazın iptaline ilişkindir. Taraflar arasındaki uyuşmazlık, kredi borçlusunun hayat sigortası ile sigortalanması hususunu düzenleyen kredi sözleşmesinin 10. maddesindeki düzenleme karşısında davalıları borçtan kurtaran bir davacı kusurunun bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davalıların miras bırakanı Gülizar Bademci’nin 29.04.2005 tarihli sözleşmeye istinaden davacı bankadan 48 ayda geri ödeme koşulu ile 60.000.00 YTL tutarında konut kredisi kullandığı, geri ödemeler devam ederken kredi borçlusu Gülizar’ın 15.08.2006 tarihinde öldüğü, kredi taksitlerinin ödenmemesi üzerine davacı bankanın hesabı kat ederek 11.01.2007 tarihinde davalılar aleyhine icra takibine giriştiği ve davalıların itirazı üzerine icra takibinin durduğu dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Davalılar gerek davaya karşı verdikleri cevap dilekçelerinde gerekse yargılama sırasındaki beyanlarında, kredi sözleşmesinin 10. maddesine göre davacı bankanın kredi borçlusu Gülizar’a hayat sigortası yaptırması gerektiğini, nitekim ilk yıl yaptırdığını, müteakip yıl sigorta yaptırmadığını, şayet sigorta yapılsa idi, bankanın dair ve mürtehin sıfatı ile kredi borcunun sigortacıdan tahsil edebileceğini ileri sürmüşlerdir.

Davacı banka ile davalıların miras bırakanı Gülizar arasında düzenlenen kredi sözleşmesinin 10. maddesinde aynen; “Borçlu, banka ile mutabık kaldığı ve aşağıda yer alan prim ödeme koşulları kapsamında, belirlenen sigorta şirketine banka alacağının tamamen tahsil edileceği tarihe kadar hayat sigortası yaptırmayı ve bu sigortada Akbank T.A.Ş.’nin dain ve müstehin olarak gösterildiğini, sigorta süresi içinde borçlunun vefatı halinde sigorta şirketince ödenecek tazminattan o tarihteki bankaya olan borcun mahsubundan sonra kalacak olan meblağın kanuni mirasçılarına ödenmesini, iş bu sigorta sözleşmesinin kredi geri ödeme süresi sonuna kadar yenileneceğini kabul, beyan ve taahhüt etmiştir.” şeklinde düzenleme yapılmıştır. Böyle bir düzenleme karşısında davacı bankanın TTK’nun 1321.maddesi anlamında menfaat sahibi olduğu ve yine anılan yasanın 1329.maddesi hükmü gereğince de sözleşmeden doğan hak ve menfaatleri sigortacıdan talep etmeye hakkı olduğu tartışmasızdır. Davacı bankanın kredi borçlusunun hayat sigortası yapılmasındaki asıl amacının kredi borcunun teminat altına alınması olduğu muhakkaktır. Belli bir prim ödeme borcu getirmekle birlikte hayat sigortası kapsamına alınmasında sigortalının da bir menfaatinin olduğu da açıktır. Böyle bir uyuşmazlıkta öncelikle sözleşme ile hangi tarafa veya taraflara hangi yükümlülüklerin getirildiği üzerinde önemle durulmalıdır. Yukarıda metni aynen alınan kredi sözleşmesinin 10.maddesindeki düzenlemede hayat sigortası ile ilgili davacı bankaya değil kredi borçlusuna bir yükümlülük getirildiği açık ve belirgindir. Davacı bankanın kendisi için zorunluluk getirmeyen ve kredi borcunun teminatlarından ilke olarak her zaman vazgeçebileceğinin kabulü gerekir. Bunun aksi, ancak, davacı banka kredi borçlusunu ilk yıl olduğu gibi müteakip yıl veya yıllar sigortalattığı halde devam eden yıl sigortalatmaz ve durumdan sigortalıyı haberdar etmez ise tartışılabilir. Şayet banka kredi borçlusunu birden fazla yıl sigortalatmış ise artık bundan sonraki yıllar için kredi borçlusuna sigortanın yenileneceği hususunda bir güven vermiş olacaktır. Bu halde dahi, sigortanın yenilenip yenilenmediği kredi borçlusu tarafından takibi gerekeceğinden, tarafların müterafik kusuru üzerinde durulmalıdır. Somut olayda ise, davacı banka ilk yıl sigorta yaptırmış, diğer yıl yaptırmamıştır. Bu durumda bankanın sigortanın yenileneceği ve bunun banka tarafından yerine getirileceği hususunda bir güven verdiğinden de söz edilemez. Böyle olunca mahkemece, davalıların sorumlu oldukları kredi borcu miktarı belirlenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yanlış değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, davalıların miras bırakanı tarafından kullanılan konut kredisinin kısmen ödenmemesi üzerine davacı Banka tarafından girişilen icra takibine vaki itirazın iptali istemine ilişkindir.

Yerel mahkemenin "davanın reddine" dair verdiği karar Özel Dairece yukarıda yazılı nedenle bozulmuş; Yerel mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Davacı Banka ve davalıların murisi Gülizar Bademci arasındaki 29.04.2005 tarihli Konut Kredisi Sözleşmesiyle murise konut kredisi kullandırıldığı, geri ödemeler devam ederken murisin 15.08.2006 tarihinde vefatından sonra kredi taksitlerinin ödenmemesi nedeniyle davacı Banka tarafından davalı mirasçılar aleyhine girişilen icra takibine vaki itiraz üzerine eldeki davanın açıldığı anlaşılmaktadır.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; birinci yıl için murise kendiliğinden hayat sigortası yaptıran davacı Bankanın, müteakip yıllar için bunu yaptırması gerekip gerekmediği ve bu konuda kredi kullanana güven verip vermediği, sözleşmenin 10. madde hükmü uyarınca davalıları borçtan kurtaran bir davacı kusuru bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

Sözleşmenin “Hayat Sigortası” başlığı altında düzenlenen 10. maddesinde, “Borçlu, Banka ile mutabık kaldığı ve aşağıda yer alan prim ödeme koşulları kapsamında, belirlenen sigorta şirketine Banka alacağının tamamen tahsil edileceği tarihe kadar Hayat Sigortası yaptırmayı ve bu sigortada Akbank T.A.S.’nin dain ve mürtehin olarak gösterildiğini, sigorta süresi içinde borçlunun vefatı halinde sigorta şirketince ödenecek tazminattan o tarihteki Banka’ya olan borcun mahsubundan sonra kalacak olan meblağın kanuni mirasçılarına ödenmesini, işbu sigorta sözleşmesinin kredi geri ödeme süresi sonuna kadar yenileneceğini, kabul, beyan ve taahhüt etmiştir.” hükmü öngörülmüştür.

Kredi kullandırırken hayat sigortası yapan Bankanın, kullandırmış olduğu krediyi teminat altına almak istemesi doğaldır. Hayat sigortası yapılmasındaki temel amaç kredi borcunun teminat altına alınması olduğuna göre, sözleşme ile hangi tarafa yükümlülükler getirildiğinin, bu kapsamda değerlendirilmesi ve sonuca ulaşılması gerekir.

Az yukarıda içeriği açıklanan Kredi Sözleşmesinin 10. maddesinde yer alan ifadele göre, borçlu müteveffa Gülizar Bademcinin, “…belirlenen sigorta şirketine Banka alacağının tamamen tahsil edileceği tarihe kadar Hayat Sigortası yaptırma…” yükümlülüğü altına girdiği kuşkusuzdur.

Sözleşmede kredi veren sıfatını haiz olan Bankanın, 10. maddeyle getirmiş olduğu düzenleme, kendi lehine koyduğu bir hükümdür. Bu yönüyle Bankanın, kendi lehine yaptığı bir düzenlemenin aleyhine yorumlanarak yükümlülük altına sokulması olanaklı değildir.

Davacı Banka, sözleşmenin akdedildiği tarihte hayat sigortası yaptırmış, müteakip yıl için hayat sigortasını yenilememiştir. Kural olarak, bankanın, kendi lehine bir düzenleme içeren kredi borcunun teminatından her zaman vazgeçebileceği duraksamadan uzaktır.

Bundan ayrı; birinci yıl için murise kendiliğinden hayat sigortası yaptıran davacı Bankanın, müteakip yıllar için kredi borçlusunu sigortalatmış olup da, devam eden yıl sigortalatmaz ve durumdan sigortalıyı haberdar etmez ise ancak bu halde kredi borçlusuna sonraki yıllar için güven vermiş olacağından söz edilmesi olanaklıdır.

Sonuç itibariyle, ilk yıl hayat sigortası yaptırmış bulunan davacı Bankanın takip eden yıl için sigorta yaptırmadığı, dolayısıyla bu konuda davacılar murisine güven vermediği, sözleşmenin 10. madde hükmü uyarınca davalıları borçtan kurtaran bir davacı kusuru bulunmadığı açıktır.

Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyularak davalıların sorumlu oldukları kredi borcu miktarının belirlenmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, hatalı belirleme ve değerlendirme sonucu davanın reddine dair verilen kararda direnilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 23.12.2009 gününde oy birliği ile karar verildi.

11 Nisan, 2017

TASARRUFUN İPTALİ DAVALARINDA YETKİ İTİRAZI VE ZORUNLU DAVA ARKADAŞLIĞI


TASARRUFUN İPTALİ DAVALARINDA
YETKİ İTİRAZI VE ZORUNLU DAVA ARKADAŞLIĞI

I. GİRİŞ:

Bu makalemizde tasarrufun iptali davalarında yetki itirazının önemli bir ayrıntısı olan zorunlu dava arkadaşlığının yetki itirazına etkisini tartışacağız.

II. TASARRUFUN İPTALİ DAVASI:

Tasarrufun iptali davaları 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 277 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Günlük hayatımızda borçlu kişiler genellikle haciz öncesinde bir kısım mallarını hacizden kurtarmak için haciz uygulanmadan önce başkalarına muvazaalı/danışıklı olarak satış yapmaktalar. Yapılan bu satış gerçekte bir satış işlemi değil haciz tehlikesine karşı yapılmış bir danışıklı işlem niteliğindedir. 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu 277 ve devamı maddelerinde düzenlenen iptal davası açma hakkı bu şekilde kötüniyetli hareket eden borçlulara karşı alacaklıların haklarını korumalarına yardımcı olan bir dava türüdür.

III. TASARRUFUN İPTALİ DAVALARINDA YETKİLİ VE GÖREVLİ MAHKEME:

Tasarrufun iptali davaları için 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu özel bir yetki ve görev düzenlemesine gitmemiştir. Bu nedenle 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 50’inci maddesinin göndermesi ile bu davalarda yetki ve görev 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümlerine göre belirlenecektir.

Tasarrufun iptali davaları mal varlığı değerlerine ilişkin olması nedeniyle 6100 sayılı HMK m. 2 uyarınca asliye hukuk mahkemelerinin görev alanındadır.

Yetkiye gelince HMK’da tasarrufun iptali davaları ile ilgili özel bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu nedenle HMK m. 6’daki genel yetki kuralı uygulanır. Yani davalının bulunduğu yer mahkemesi yetkilidir. Dava taşınmazın aynını ilişkin olmadığından taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinin yetkili olacağına ilişkin hüküm bu davalarda uygulanmaz.

Tasarrufun iptali davalarında en az iki davalı bulunur. Biri borçlu diğeri ise borçlunun malını devrettiği üçüncü kişi. Bu iki kişinin yerleşim yerleri farklı ise bu durumda davacı HMK m.7’ye göre her iki davalının yerleşim yerinden birini tercih ederek davasını açabilecektir.

IV. TASARRUFUN İPTALİ DAVALARINDA ZORUNLU DAVA ARKADAŞLIĞI:

Tasarrufun iptali davalarında hem borçlunun hem de borçlunun taşınmazını devrettiği üçüncü kişinin davalı olarak gösterilmesi zorunludur. Çünkü dava sonucunda verilecek hüküm her ikisinin de mal varlığında bir değişikliğe neden olacaktır. Borçlunun taşınmazını muvazaalı/danışıklı olarak devrettiği anlaşılırsa tasarrufun iptaline yani satışın iptaline karar verilecektir. Bu durumda taşınmazı satın almış olan üçüncü kişinin adına kayıtlı olan tapu kaydı iptal edilecek ve borçlu davalının adına yeniden tapu kaydı oluşturulacaktır. Dolayısıyla her iki davalı içinde tek bir hüküm kurulması zorunluluğu bulunmaktadır. Bu hükme karşı her ikisinin de itiraz kanun yoluna gidebilmeleri için her ikisinin de davada taraf olmaları zorunludur. Bu nedenle her iki davalı açısından zorunlu dava arkadaşlığı bulunmaktadır. Nitekim HMK m. 59’a göre;

Maddi hukuka göre, bir hakkın birden fazla kimse tarafından birlikte kullanılması veya birden fazla kimseye karşı birlikte ileri sürülmesi ve tamamı hakkında tek hüküm verilmesi gereken hallerde, mecburi dava arkadaşlığı vardır”

V. ZORUNLU DAVA ARKADAŞLIĞININ YETKİ İTİRAZINA ETKİSİ:

HMK m. 60’a göre;

Mecburi dava arkadaşları, ancak birlikte dava açabilir veya aleyhlerine de birlikte dava açılabilir. Bu tür dava arkadaşlığında, dava arkadaşları birlikte hareket etmek zorundadır. Ancak, duruşmaya gelmiş olan dava arkadaşlarının yapmış oldukları usul işlemleri, usulüne uygun olarak davet edildiği hâlde duruşmaya gelmemiş olan dava arkadaşları bakımından da hüküm ifade eder.”

Usul kanununun bu maddesine göre “dava arkadaşları birlikte hareket etmek zorundadır” dolayısıyla yetki itirazında bulunacak olan davalının yetki itirazının geçerli olması aynı itirazı diğerinin de ileri sürmesine bağlıdır. Örneğin davalı borçlunun yetki itirazında bulunmasına karşın davalı üçüncü kişi süresi içinde böyle bir itirazda bulunmamışsa bu itiraz geçerli bir yetki itirazı olmayacaktır. Davalı borçlu yetki itirazında bulunmuşsa ve davalı üçüncü kişide yetki itirazında bulunmuşsa o zaman her ikisinin de yetki itirazını usulüne uygun şekilde yapıp yapmadığına bakılacaktır. Yani yetki itirazları süresinde mi? Yetki itirazlarında yetkili mahkemeyi göstermişler mi? Eğer yetki itirazı süresinde ve yetki itirazında yetkili mahkemeyi de göstermişlerse bu durumda geçerli bir yetki itirazı var demektir ve mahkemece yetki itirazı öncelikle karara bağlanmak zorundadır. Nitekim tam metnini aşağıya alıntıladığımız Yargıtay kararında Yargıtay’da aynı tespitte bulunmuştur.

VI. YARGITAY KARARI:

T.C.
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2014/17147
KARAR NO : 2014/13325
TARİH : 14.10.2014

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı mahkemenin yetkisizliğine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, davalı borçlu Ayhan Özyirmidokuz hakkında yaptıkları takip sırasında borçluya ait Mobil İletişim AŞ ait (B) grubu hisselerinin 199.000 adetini davalı Aydın Mıstaçoğlu'na 500 adet hissesini ise diğer davalı Rasim Mıstaçoğlu'na alacaklılarından mal kaçırmak amacıyla adına devir ettiğini tesbit ettiklerinden İİK'nun 277 ve devamı maddelerine göre borçlu ve davalı üçüncü kişiler arasındaki tasarrufun iptalini istemişlerdir.

Davalı Aydın ve Rasim Mıstaçoğlu vekilleri,süresinde ayrı ayrı verdikleri cevap dilekçeleri İstanbul olması nedeni ile yetkili mahkemenin İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi olduğunu belirterek yetki itirazında bulunmuşlardır.

Davalı borçlu, duruşmalara katılmamış ve cevap dilekçesi sunmamıştır.

Mahkemece, davacı alacaklı ve borçlu arasında imzalanan sözleşme ile yetkili mahkemenin Adana olduğu belirtilmiş ise de bunun sözleşmenin taraflarını bağladığı üçüncü kişiler yönünden bağlayıcılığı olmadığı, ancak davalı üçüncü kişilerin süresinde yetki itirazında bulundukları ve ikametgahlarının İstanbul olması nedeni ile ortak yetkili mahkemenin İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi olduğundan mahkemenin yetkisizliğine istem halinde dosyanın yetkili mahkemeye gönderilmesine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Uyuşmazlık, İİK'nun 277 ve devamı maddelerine göre açılan tasarrufun iptali davasına ilişkindir.

Bu tür davalarda, borçlu ve üçüncü kişiler zorunlu dava arkadaşı olup davalı tarafında yer almaları gerekmektedir. Öte yandan tasarrufun iptali davasında yetki kamu düzenine ilişkin olmadığından yetki itirazının zorunlu dava arkadaşı olan borçlu ve üçüncü kişiler tarafından birlikte ve süresinde yapılması gerekir. Somut olayda itiraz sadece davalı üçüncü kişiler tarafından ileri sürülmüş, borçlunun böyle bir itirazı olmamıştır.

Bu durumda, zorunlu dava arkadaşı olan davalıların usule uygun olarak yaptıkları bir itiraz olmadığından mahkemece, sadece üçüncü kişilerin itirazı ile yetkisizlik kararı vermesi usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ:Yukarıda açıklanan nedenlerle, davacı alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacı alacaklıya geri verilmesine 14.10.2014 günü oy birliğiyle karar verilmiştir.

Başkan Üye Üye Üye Üye
A.Velioğlu A.Ş.Sertkaya A.Orhan M.Özcan S.Kul

05 Nisan, 2017

KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA DAVALARINDA GÖREV SORUNU


KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA DAVALARINDA
GÖREV SORUNU
I. GİRİŞ:

Ülkemizde kamu hizmetleri nedeniyle çok sayıda kamulaştırma işlemi yapılmaktadır. Bu işlemler nedeniyle de kamulaştırma davaları açılmaktadır. Bu makalemizde kamulaştırmasız el atma davalarında hangi yargı yerinin görevli olduğu konusunu inceleyeceğiz.

II. KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA:

Kamulaştırmasız el atam durumunu Anayasa Mahkemesi 25.09.2013 gün 2013/93 Esas, 2013/101 Karar sayılı kararında “Kamulaştırmasız el atmadan söz edilebilmesi için taşınmaz zilyetliğinin idareye geçmesi ve taşınmazın fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş olması gerektiği...” şeklinde tanımlamıştır. Dolayısıyla öncelikle taşınmazın zilyetliği yani fiili hakimiyeti idareye geçmiş olmalı ve yine fiilen taşınmaz kamu hizmetine tahsis edilerek kullanılmaya başlanmış olmalıdır. Dolayısıyla fiili bir durumun yaratılmış olması gerekmektedir.

III. İMAR KISITLAMALARINDAN KAYNAKLANAN DURUMLAR:

İmar kısıtlamalarından kaynaklanan durumlarda aynı fiili durumun gerçekleştiği söylenemez. Örneğin bir taşınmazın imar planı içinde okul olarak gösterilmesi durumunda sadece hukuki bir durumun yaratıldığından söz edebiliriz. Bu durumda taşınmazın zilyetliği malikte kalmaya devam etmekte olup, yalnızca malikin tasarruf yetkisinin ilgili mevzuattan kaynaklanan bazı kısıtlamalara maruz kaldığı söylenebilir. Fiili bir durumdan söz edilemez.

IV. KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA DAVALARINDA ADLİ YARGI GÖREVLİDİR:

Yukarıda belirttiğimiz durumlarda yani idarenin fiilen taşınmazın zilyetliğini ele aldığı ve taşınmazı kamu hizmetine tahsis ettiği durumlarda ortada bir idari işlem olmadığı için yetkili ve görevli mahkeme taşınmazın bulunduğu yerdeki asliye hukuk mahkemeleridir. Çünkü doğrudan malikin zilyetliğine yönelik bir müdahale/el atma bulunmaktadır. Bu el atmanın temelinde bir idari tasarruf ya da işlem bulunmamaktadır. Dolayısıyla öncelikle iptali istenebilecek bir hukuki durum söz konusu değildir.

V. İDARİ YARGININ GÖREVLİ OLDUĞU ALAN:

11.06.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6487 sayılı Yasanın 21. maddesi ile Kamulaştırma Kanununun Geçici 6’ıncı maddesinde yapılan değişiklik ile; “Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır.” hükmü getirilmiştir. Bu yasa değişikliği ile öngörülen durum idarenin aldığı bir karar ya da idari işlemle bir taşınmazın hukuki durumunda değişikliğe gitmesi ve o taşınmazın sahibinin tasarruf hakkının kısıtlanması durumudur. Taşınmazın sahibi idarenin bu işlemi ile artık taşınmazın halen mülkiyetine ve zilyetliğine sahip olsa da tasarruf edebilme olanağını büyük ölçüde yitirmektedir. İşte bu ve benzeri durumlar için yasa idari yargıda dava açabilme olanağı getirmiştir. Bu durumun kamulaştırmasız el atma davalarından iki önemli farkı bulunmaktadır. Birincisi temelinde bir idari işlem olması ve bu işlem sonucunda tasarruf yetkisinin kısıtlanmasıdır. İkincisi ise taşınmazın sahibi taşınmaz üzerindeki zilyetliğini devam ettirmektedir. Yani taşınmaz fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş değil hukuken kamu hizmetine imar planı içinde tahsisi edilmiş durumdadır. Nitekim tam metnini aşağıya alıntıladığımız Yargıtay 5. Hukuk Dairesi’nin 2013/25968 Esas; 2014/8956 Karar ve 31.03.2014 tarihli kararında da aynı hukuki durum tespit edilmiştir.

VI. YARGITAY KARARI:

T.C.
YARGITAY
5. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2013/25968
KARAR NO : 2014/8956 

Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın yargı yönünden reddine dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay'ca incelenmesi, davacılar vekilince verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla, dosyadaki belgeler okunup uyuşmazlık anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:

Dava kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.

Mahkemece, dava konusu taşınmaza fiilen el atılmadığı, bu itibarla davanın idari yargıda görülmesi gerektiği kabul edilerek dava dilekçesinin yargı yolu bakımından reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekilince temyiz edilmiştir.

Yapılan yargılama sırasında dava konusu taşınmaza idarece fiilen el atılmadığı anlaşılmıştır.

11.06.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6487 sayılı Yasanın 21. maddesi ile Kamulaştırma Kanununun geçici 6. maddesinde yapılan değişiklik ile; “Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır.” hükmü getirilmiştir.

Öte yandan Anayasa Mahkemesi'nin 25.09.2013 gün 2013/93 Esas, 2013/101 Karar sayılı ilamında da; “Kamulaştırmasız el atmadan söz edilebilmesi için taşınmaz zilyetliğinin idareye geçmesi ve taşınmazın fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş olması gerektiği; imar kısıtlamalarında taşınmazın zilyetliğinin malikte kalmaya devam etmekte olup, yalnızca malikin tasarruf yetkisinin, ilgili mevzuattan kaynaklanan bazı kısıtlamalara maruz kaldığı, bu nedenle imar kısıtlamalarından kaynaklanan tazminat davalarının idari yargıda açılabileceği” kabul edilmiştir.

Açıklanan nedenlerle yargı yolu bakımından mahkemenin görevsizliği nedeniyle dava dilekçesinin reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.

Davacılar vekilinin temyiz itirazları yerinde olmadığından usul ve yasaya uygun hükmün ONANMASINA, peşin alınan temyiz ve temyize başvurma harçlarının Hazineye irad kaydedilmesine, 31.03.2014 gününde oy çokluğuyla karar verildi.

Başkan Üye Üye Üye Üye

N.Başsorgun S.Z.Piyale Y.Tosun Ö.Avcı S.Mermerci

(Karşı oy) (Karşı oy)

KARŞI OY

Dava, kamu hizmetine tahsis edilen taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkin olup mahkemece dava dilekçesinin görev yönünden reddine hükmolunmuş ve Dairenin çoğunluk görüşü doğrultusunda davaya idari yargıda bakılması gerektiğinden bahisle hükmün onanmasına karar verilmiş ise de bu görüşün yerinde olmadığı kanaatindeyiz. Şöyle ki;

Dosyada bulunan kanıt ve belgelerden dava konusu taşınmaza davalı idarece fiilen el atılmadığı, ancak anaokulu alanı olarak kamu hizmetine tahsis edildiği anlaşılmaktadır.

6830 sayılı, 2942 sayılı ve bunu değiştiren 4650 sayılı Kamulaştırma Kanunlarında kamulaştırmasız el atma ile ilgili düzenlemeler bulunmamaktadır.

Kamulaştırmasız el atma 16.05.1956 gün 1-6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararı ile hukuk sistemimizde düzenlenmiştir. Bu kararla; taşınmazına kamulaştırmasız el atılan kişinin kamu tüzel kişiliğine karşı meni müdahale (el atmanın önlenmesi) davası açabileceği, ya da fiili duruma razı olarak kamu tüzel kişiliğine karşı mülkiyet hakkının devrine karşılık taşınmaz bedelinin tahsili istemli dava da açabileceği kabul edilmiştir.

İçtihadı Birleştirme kararının yol göstericiliği ile uzun yıllar fiili el atmalarda el atmanın önlenmesi ve taşınmaz bedelinin tahsili davaları Dairemizce çözümlenmiştir.

Anayasanın 38. maddesi mülkiyet hakkını korumaktadır. Mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilir (35/2). Bu da Anayasanın 46. maddesinde düzenlenen kamulaştırma yoluyla mümkündür.

Görüldüğü gibi Anayasamız kamulaştırmasız el atmayı düzenlememiştir.

Yasalarımıza “kamulaştırmasız el atma” kavramı 5999 sayılı Kamulaştırma Kanununda değişiklik yapılmasına ilişkin kanun ile 30.06.2010 tarihinde 2942 sayılı Yasaya eklenen geçici 6. madde ile girmiştir. Maddenin başlığı “ Kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazmin” olup, 09.10.1956 tarihi ile 04.11.1983 tarihi arasında “ fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara; kısmen veya tamamen irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiili olarak el konulması sebebiyle malik tarafından ilgili idareden tazminat talebinde bulunulması” halinde izlenecek yasal prosedür] düzenlemiştir.

Yargıtay HGK’nun 15.12.2010 gün ve 2010/5-662-651 sayılı kararında açıklandığı üzere uzun yıllar kamu hizmetine tahsis edilen ancak amacın fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı idarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan idarece engellendiği kuşkusuzdur.

Malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile, imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Bundan da öte; programa alınmayarak amacın fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis etmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle idarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu muhakkaktır.

11.02.1959 gün ve 1958/17-1959/15 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre de; idarenin kamulaştırma yapmaksızın mülkiyet hakkına müdahale ederek taşınmazın aynına el atması durumunda uyuşmazlıkların adli yargıda görülmesi gerekir.

5999 ve 6487 sayılı Yasalarda düzenlenen ve Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 6. madde bir tasfiye yasasıdır. 1956-1983 tarihleri arasındaki uyuşmazlıkları düzenlemektedir.

6487 sayılı Yasanın metni 5999 sayılı Yasa ile aynıdır. Aynı olan metne eklemeler vardır. Her iki metinde de fiilen el atılan taşınmazlara ilişkin düzenleme getirilmektedir.

5999 ve 6487 sayılı Yasalar ile geçici 6. madde olarak yapılan ekleme Kamulaştırma Kanununa girdiğine göre 2942 sayılı Yasanın yetkili ve görevli mahkeme ve yargılama usulü başlığını taşıyan 37. maddesi “Bu Kanundan doğan tüm anlaşmazlıkların adli yargıda çözümlenmesi gerekenleri, taşınmaz malın bulunduğu yer asliye hukuk mahkemelerinde basit yargılama usulü ile görülür.” demektedir. O zaman bu Yasada açıkça “idari yargıda görülür” şeklinde düzenlenmeyen uyuşmazlıklar, Adli Yargıda taşınmazın bulunduğu yer Asliye Hukuk Mahkemesinde görülecektir.

4650 sayılı Yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun, 09.10.1956 ile 04.11.1983 tarihleri arasında, kamulaştırmasız el atılan taşınmazlar ile ilgili olarak açılacak davalarda uygulanacak usul ve esaslara ilişkin tasfiye hükümlerini içeren geçici 6. maddesinde, 11.06.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6487 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik ile “… uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03.05.1985 tarih ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra, idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalarda uygulanır.” Hükmü getirilmiş ise de sözü edilen geçici yasa hükmü 09.10.1956 ile 04.11.1983 tarihleri arasındaki kamulaştırmasız el atmalarla ilgili olup, idari yargıda görülebilecek işleri de 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemlerle sınırlamıştır.

Taşınmaz maliki, 3194 sayılı İmar Kanununa göre, idarenin yaptığı eylem ve işleme karşı idari yargılama usulü çerçevesinde, işlemin iptali için bir dava açabilecektir. Bu düzenleme taşınmaz bedelinin tahsiline dönük olarak açılacak davaların, idari yargıda görüleceği şeklinde bir hüküm içermemektedir.

Bundan ayrı Anayasa Mahkemesinin 25.09.2013 gün ve 2013/93 esas, 2013/101 sayılı ilamı Anayasanın 153. maddesi kapsamında bir iptal kararı olmayıp kurumları bağlayıcı nitelikte değildir.

Bu durumda kamulaştırma yapmaksızın suskun ve pasif kalmak ve işlem tesis etmemek veya eylemli olarak el atmak arasında kullanmaya engel sınırlamalar açısından bir fark yoktur. Mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonuç doğmaktadır.

Sonuç olarak;

1)6487 sayılı Yasanın 6. maddesi, 09.10.1956 ile 04.11.1983 tarihleri arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmazlarla ilgili olarak açılacak davalarda uygulanacak usul ve esaslara ilişkin tasfiye hükümlerini içerdiğinden, daha sonraki uyuşmazlıklara uygulanamayacağı;

2)6487 sayılı Yasa ile Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 6. maddesinin 10. fıkrasındaki açıklamada; taşınmaz bedelinin tahsili davalarının da İdari Yargıda görüleceğine dair hüküm bulunmaması nedeniyle, bu davalarda da Kamulaştırma Kanununun 37. maddesi uyarınca adli yargının görevli ve yetkili olacağı;

3)16.05.1956 gün 1-6 sayılı; 11.02.1959 gün 1958/17 – 1959/15 sayılı; İçtihadı Birleştirme ve HGK'nun 15.12.2010 gün ve 2010/662-651 sayılı kararları göz önüne alındığında da, Adli Yargının görevli olacağı gerekçesiyle, çoğunluk kararına katılmıyor ve Adli Yargının görevli olduğunu bu nedenle işin esası incelenerek karar verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. 31.03.2014

Üye Üye
Sinan Zeki Piyale Özcan Avcı

02 Nisan, 2017

KAYIP KAÇAK BEDELİ DAVALARINDA ANAYASA MAHKEMESİNİN İPTAL KARARINDAN SONRAKİ HUKUKİ DURUM



KAYIP KAÇAK BEDELİ DAVALARINDA
ANAYASA MAHKEMESİNİN İPTAL KARARINDAN
SONRAKİ HUKUKİ DURUM

I. GİRİŞ:

Geçtiğimiz yıllarda en çok karşılaşılan dava türlerinden biri de kayıp kaçak bedeli davalarıdır. Bu konuda 6446 sayılı yasada önemli değişiklikler yapıldı ve gerek görülmekte olan davalarda gerekse yeni açılan davalarda mahkemelerin dikkat edecekleri konularda değişiklikler oldu. Kayıp kaçak bedeli davalarının son hukuki durumunu incelediğimiz makalemizden sonra Anayasa Mahkemesi bu davalara uygulanacak 6446 sayılı yasanın ilgili maddelerinin iptali istemini karara bağlayarak bu konudaki belirsizliği giderdi. Bu makalemizde anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararından sonraki hukuki durumu ele alacağız.

II. KAYIP KAÇAK BEDELİ:

Kayıp kaçak bedeli olarak ifade edilen bedel enerji şirketlerinin enerjiyi iletirken yaşadıkları kayıpların ve kaçak kullanımların bedelini abone olan tüketicilerden aldığı alacak kalemini ifade etmektedir. Bugüne kadar tartışma konusu olmasının nedeni enerji şirketlerinin kaçak enerji kullanımını önleyememelerinden kaynaklı kayıplarının yükünü tüketicinin üzerine yıkma çabası içinde olmasıdır. Yargıtay bu bedelin tüketiciden alınamayacağına karar vermekle bu konuda çok sayıda dava açılmasının da yolunu açmış oldu.

III. KAYIP KAÇAK BEDELİ DAVALARINDA DAVACININ TALEBİ:

Bu davalarda davacı, davalı elektrik şirketinin kendilerinden kayıp kaçak bedeli, dağıtım bedeli, iletim bedeli, PHS okuma bedeli adı altında haksız tahsilatta bulunduğunu, tahsil ettiği bu haksız bedellerin KDV’sini de ayrıca tahsil ettiğini, söz konusu tahsilatların hukuka aykırı olması nedeniyle kendilerine iadesine karar verilmesini talep etmektedir. Dolayısıyla kayıp kaçak bedeli kavramının içine dağıtım bedeli, iletim bedeli, PHS okuma bedeli gibi başka kalemlerde girmektedir. Ayrıca bu bedeller enerji şirketi tarafından kazanç sayıldığından vergilendirilmekte ve bu bedellerin KDV’si de yine tüketiciden alınmaktadır. Bu nedenle bu davayı açanlar kendilerine yansıtılan KDV’nin de iadesini talep etmektedirler.

IV. 6446 SAYILI YASADA YAPILAN DEĞİŞİKLİK VE ANAYASA MAHKEMESİNİN İPTAL KARARI:

6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu 17’inci maddesinin (ç) bendinde ve 10’uncu fıkrasında 04.06.2016 tarihinde aşağıdaki gibi değişiklik yapılmıştı. Buna göre;

ç- Dağıtım tarifeleri: Dağıtım şirketleri tarafından hazırlanacak olan dağıtım tarifeleri, elektrik enerjisinin dağıtım sistemi üzerinden naklinden yararlanan tüm gerçek ve tüzel kişilere eşit taraflar arasında ayrım gözetmeksizin uygulanacak hizmetlere ilişkin fiyatları, hükümleri ve şartları içerir. Dağıtım tarifeleri; dağıtım sistemi yatırım harcamaları, sistem işletim maliyeti, teknik ve teknik olmayan kayıp maliyeti, kesme - bağlama hizmet maliyeti, sayaç okuma maliyeti, reaktif enerji maliyeti gibi dağıtım faaliyetinin yürütülmesi kapsamındaki tüm maliyet ve hizmetleri karşılayacak bedellerden oluşur. Dağıtım şirketlerinin tarifelerine esas alınacak teknik ve teknik olmayan kayıplara ilişkin hedef oranlar bu kayıpları düşürmeyi teşvik edecek şekilde Kurul tarafından belirlenir. Kurulca belirlenen hedef oranlarını geçmemek kaydı ile teknik ve teknik olmayan kayıplara ilişkin maliyetler dağıtım tarifelerinde yer alır ve tüketicilere yansıtılır. Teknik ve teknik olmayan kayıplara ilişkin hedef oranlarının tespiti ve değiştirilmesi ile oluşacak maliyetin tarifelerde yer alması ve tüketicilere yansıtılmasına ilişkin usul ve esaslar Kurul tarafından düzenlenir.”

(10) Kurum tarafından gelir ve tarife düzenlemeleri kapsamında belirlenen bedellere ilişkin olarak yapılan başvurularda ve açılan davalarda; tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin, Kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır.”(Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği yasa hükmü budur)

Bu maddelere göre davacının talep ettiği kayıp kaçak bedeli, dağıtım bedeli, iletim bedeli, PHS okuma bedeli ve bunlara ilişkin KDV’nin tüketicilerden alınabileceği ve bu bedellere ilişkin olarak açılacak davalarda da yargısal denetimin “bu bedellerin, Kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu” belirlenmişti. Ancak Anayasa mahkemesi 6446 sayılı yasanın 17’inci maddesinin 10’uncu fıkrasını iptal etmiştir.

Açılmış olan davalarla ilgili olarak da aynı yasanın Geçici 20’inci maddesine aşağıdaki düzenleme getirilmişti. 

Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp - kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17’nci madde hükümleri uygulanır.”

Anayasa Mahkemesi bu maddenin iptal istemini reddetmiştir.

V. ANAYASA MAHKEMESİNİN KARARININ İNCELENMESİ:

6446 sayılı yasa açılmış olan davalarla ilgili olarak Geçici 20’inci maddesi ile aşağıdaki düzenlemeyi getirmişti.

Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp - kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17’nci madde hükümleri uygulanır.”

Anayasa Mahkemesi 6446 sayılı yasanın Geçici 20’inci maddesinin iptal istemini aşağıdaki gerekçelerle reddetmiştir.

Anayasa’nın 10. maddesinde yer verilen “eşitlik ilkesi” ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunla aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanunlar karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu bağlamda eşitlik ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için bir yasanın aynı hukuksal durumda olanlar arasında bir ayrım veya ayrıcalık yaratması gerekir. Dava konusu kuralla dağıtım tarifeleri içerisinde öngörülen maliyet ve hizmet bedelleri, elektrik enerjisinin dağıtım sistemi üzerinden naklinden yararlanan tüm gerçek ve tüzel kişilere uygulanması öngörüldüğünden kuralda eşitlik ilkesine aykırılık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’ya aykırı bulunmayarak iptal talebinin reddine karar verilmiştir.”

Anayasa Mahkemesinin bu kararı ile 6446 sayılı yasanın Geçici 20’inci maddesi yürürlüğe girmeden önce açılmış bulunan kayıp kaçak bedeli ile ilgili dava ve icra takiplerinde de 6446 sayılı yasanın 17’inci maddesinin uygulanmaya devam edeceği kesinleşmiştir. 6446 sayılı yasanın Geçici 20’inci maddesi yürürlüğe girmeden önce açılmış olan davalarda önceki yasa hükmünün uygulanması gerektiği tezi Anayasa mahkemesi tarafından kabul görmemiştir. Anayasa Mahkemesi bu kararı ile yasaların geriye yürümezliği ilkesini de ihlal etmiştir. Dolayısıyla derdest olan davalarda da artık bu madde hükümleri uygulanacaktır.

6446 sayılı yasa ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesinin verdiği ikinci karar ise 17’inci maddenin 10’uncu fıkrasının iptali kararıdır. İptal edilen fıkra aşağıdaki gibidir.

(10) Kurum tarafından gelir ve tarife düzenlemeleri kapsamında belirlenen bedellere ilişkin olarak yapılan başvurularda ve açılan davalarda; tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin, Kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır.”(Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği yasa hükmü budur)

Bu fıkraya göre davacının talep ettiği kayıp kaçak bedeli, dağıtım bedeli, iletim bedeli, PHS okuma bedeli ve bunlara ilişkin KDV’nin tüketicilerden alınabileceği ve bu bedellere ilişkin olarak açılacak davalarda da yargısal denetimin “bu bedellerin, Kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu” belirlenmişti.

Anayasa Mahkemesi 6446 sayılı yasanın 17’inci maddesinin 10’uncu fıkrasını aşağıdaki gerekçelerle iptal etmiştir.

Dava konusu kuralla EPDK tarafından gelir ve tarife kapsamında düzenlenen ve tüketicilerden tahsil edilen bedellerin iadesi talebiyle tüketici hakem heyetlerine başvurulması veya bu bedellerin tazmini talebiyle mahkemelerde dava açılması durumunda tüketici hakem heyetleri veya mahkemelerin yetkisi sadece tüketicilerden tahsil edilen bu bedellerin Kurumun düzenleyici işlemlerine uygun olarak tahsil edilip edilmediğinin denetlenmesiyle sınırlı tutulmak suretiyle hak arama hürriyetine sınırlama getirilmektedir.

Mahkemeye erişim hakkı, hak arama özgürlüğünün bir gereği olmakla birlikte hak arama özgürlüğünün varlığının kabulü için tek başına yeterli bulunmamaktadır. Kişilere yargı mercileri önünde dava açma hakkı tanıyan bir düzenlemenin aynı zamanda yargı mercilerinin etkili bir yargılama yapmasını engelleyen kurallar içermesi hâlinde bu düzenlemenin hak arama özgürlüğüne uygun olduğundan söz edilemez.

EPDK tarafından gelir ve tarife kapsamında düzenlenen ve tüketicilerden tahsil edilen bedellerin iadesi talebiyle yapılan başvurularda ve açılan davalarda tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin söz konusu bedellerin kurumun düzenleyici işlemlerine uygun olup olmadığının yanı sıra uyuşmazlıkla ilgili diğer mevzuat hükümlerini de gözetmeleri adil yargılanma yapılmasının bir gereğidir.

EPDK tarafından gelir ve tarife düzenlemeleri kapsamında belirlenen bedellere ilişkin olarak yapılan başvurularda ve açılan davalarda tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin yetkisinin bu bedellerin sadece Kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğunu öngören kural, hak arama özgürlüğüne ölçüsüz bir müdahalede bulunmakta ve hakkın özünü zedelemektedir. Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilmiştir.”

İptal edilen maddede “bu bedellerin, Kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu” sınırlaması getirilmişken Anayasa Mahkemesi bu sınırlamayı tamamen kaldırmıştır. Dolayısıyla Anayasa mahkemesi kayıp kaçak bedellerinin tüketiciden tahsil edilmesinde Anayasaya aykırı bir durum görmezken bu tahsilatın yasalara uygun yapılmasının ve bunun yargısal olarak denetiminin önünü açmıştır.

6446 sayılı EPDK yasasında yapılan değişiklikle enerji şirketlerinin tahsil ettiği ücretler yasal hale gelmişti. Ancak EPDK’nın belirleyeceği miktarlarda tahsil edilebileceği sınırı getirilmişti. Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile derdest davalarda ve yeni açılacak davalarda mahkemeler EPDK’nın düzenleyici işlemleriyle sınırlı olmadan daha kapsamlı bir teknik ve hukuki araştırma yaparak karar vermek durumunda olacaklar. Bu amaçla dosya teknik bilirkişiye gönderilerek davacının talep ettiği kayıp kaçak bedeli, dağıtım bedeli, iletim bedeli, PHS okuma bedeli ve bunlara ilişkin KDV’nin teknik olarak uygun olup olmadığının tespitinin yapılması istenilmeli, gelen rapor bütün enerji ve tüketici mevzuatı açısından da hakim tarafından hukuki değerlendirilmeye bağlı tutularak bir karar verilmelidir. Enerji mevzuatının içine de yine EPDK’nın düzenleyici işlemleri girecektir. Bu durumda hakimin EPDK’nın düzenleyici işlemleri ile daha üst norm olan ve tüketiciyi koruyan kanunların hükümlerini karşılaştırma yaparak bir karar vermesi gerekecektir. Bu durumda özel genel kanun çatışması ile enerji mevzuatında üreticiyi ve şirketleri koruyan hükümler ile tüketici mevzuatında tüketiciyi koruyan hükümler karşı karşıya gelecektir ki kayıp kaçak bedeli konusu ne yazık ki kapanmamıştır. Sadece yeni bir hukuki tartışmaların kapısını aralamıştır. 

VI. AÇILMIŞ OLAN DAVALARLA İLGİLİ AYRIK DURUM:

Eğer davalı enerji şirketi hukuka aykırı kayıp kaçak bedeli tahsilatı yapmışsa bu durumda yaptığı fazla tahsilatı iade etmek zorunda olduğundan davanın kabulüne karar verilmek zorundadır. Eğer davalı enerji şirketi hukuka uygun şekilde kayıp kaçak bedeli tahsilatı yapmışsa bu durumda davayı açtığı tarihte davacının yürürlükteki yasaya göre haklı olduğu tespit edilirse dava konusuz hale gelmiş demektir. Dava konusuz hale geldiğinden karar verilmesine yer olmadığına kararı verilecektir.

6446 sayılı EPDK yasasında yapılan değişiklikle derdest davalar konusuz hale gelmiştir. Bu nedenle Ankara Bölge Adliye Mahkemesi’nin 2016/16 Esas; 2016/16 Karar ve 14.12.2016 tarihli kararında; “Davanın konusuz kalması halinde, mahkemece; yargılamaya devam edilerek davanın açıldığı tarih itibariyle hangi tarafın haklı olduğunun tespit edilmesi, o taraf lehine yargılama giderleri ve vekalet ücretine karar verilmesi gerekir. Başka bir deyişle, yürürlüğe giren yeni yasa nedeniyle konusuz kalan davada, yeni yasanın yürürlüğe girmemiş olması halinde, davanın açıldığı tarih itibariyle haklı olan ve davasını avukat ile takip eden taraf lehine “maktu vekalet” ücretine hükmedilmesi, yargılama giderlerinin ise karşı taraftan tahsiline karar verilmesi gerekmektedir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 18.11.2009 tarih, 2009/18-421 E.-2009/526 K. sayılı ilamında “Dava tarihinde davasında haklı bulunan davacının, sonradan yürürlüğe giren yasa nedeniyle haksız duruma düşmesi söz konusu olmadığından, davacı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiği belirtilmiştir.” şeklindeki tespite uygun olarak davanın konusuz kalması nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına ilişkin hüküm kurulacaktır.

Ayrıca yasa değişikliği öncesinde ki durum değerlendirildiğinde davacıdan haksız olarak kayıp kaçak bedeli, dağıtım bedeli, iletim bedeli, PHS okuma bedeli ve bunlara ilişkin KDV’nin tahsil edildiği tespit edilmişse davanın açıldığı tarihte davacının haklı olduğu ortaya çıkacaktır. Bu nedenle davacı lehine yargılama giderlerine hükmedilmesine zorunludur.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 18.11.2009 tarih, 2009/18-421 E.-2009/526 K. sayılı kararında “Dava tarihinde davasında haklı bulunan davacının, sonradan yürürlüğe giren yasa nedeniyle haksız duruma düşmesi söz konusu olmadığından, davacı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiği” tespit edildiğinden ve yasal vekâlet ücreti aynı zamanda 6100 sayılı HMK m. 323/I-ğ hükmüne göre yargılama gideri olduğundan davacı lehine maktu vekâlet ücretine de hükmedilmesi gerekir.

Özetleyecek olursak 6446 sayılı yasada değişiklik yapıldığı tarihte derdest olan davalarda önce tahsil edilen miktarın yürürlükteki bütün enerji ve tüketici mevzuatına göre hukuka uygun olup olmadığına bakılacak, hukuka aykırı ise davanın kabulüne karar verilecek, hukuka uygun ise dava konusuz kaldığı gerekçesiyle karar verilmesine yer olmadığına kararı verilecek ve dava açıldığı tarihte eğer davacı haklı durumdaysa davacı lehine yargılama giderlerine ve buna bağlı olarak da vekâlet ücretine hükmedilecektir.

Ankara Bölge Adliye Mahkemesi Kararının karar verilmesine yer olmadığına ilişkin tam metni ve hüküm fıkrası örneği aşağıdadır.

VII. HÜKÜM ÖRNEĞİ:

HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere;

1-Konusuz kalan dava hakkında KARAR VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA,

2-Alınması gereken 29,20TL harcın peşin alınan 324,48 TL 'den mahsubu ile fazladan alınan 295,28 TL 'nin talep halinde davacı veya vekiline iadesine,

3-Davacı tarafından yapılan 250,00TL bilirkişi masrafı, 412,50 TL tebligat posta masrafı olmak üzere toplam 612,50TL 'nin davalıdan alınarak davacıya verilmesine,

4-Davacı kendini bir vekil ile temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte olan A.A.Ü.T göre 1.800,00TL maktu vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacıya VERİLMESİNE,

5-Taraflarca dosyaya yatırılan ve kullanılmayan gider avansının karar kesinleştiğinde re'sen taraflara İADESİNE,

Dair taraf vekillerinin yüzlerine karşı gerekçeli kararın tebliğinden itibaren iki hafta içerisinde İstinaf yolu açık olmak üzere alenen verilen karar açıkça okunup, usulen anlatıldı.06/09/2016

VIII. ANKARA BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ KARARI:

T.C.

ANKARA

BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ

24.HUKUK DAİRESİ


ESAS NO : 2016/16

KARAR NO : 2016/16

TARİH : 14/12/2016

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A

K A R A R



BAŞKAN : FATMA ATABEKOĞLU (28493)

ÜYE : ÖZKAN TUNCER (33264)

ÜYE : SEVAL AKTEN (37215)

KATİP : DERYA TÜRKSOY (121532)

Mahkemece verilen karara karşı davalı vekilince istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.

İstinaf taleplerinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya okunup gereği düşünüldü:

TALEP: Davacı vekili dava dilekçesinde, davacı ile davalı arasında imzalanan abonelik sözleşmeleri gereğince davalı kurum tarafından davacı şirketten tahsil edilen kayıp-kaçak ve sayaç okuma bedeli olarak fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 19.000.00 TL alacağın davalıdan faiziyle tahsilini talep etmiştir.

CEVAP :Davalı vekili cevap dilekçesinde, davanın usulden ve esastan reddini istemiştir.

MAHKEME KARARI: Mahkemece, taraflar arasında imzalanan elektrik enerjisi satışına ilişkin abonelik sözleşmesine istinaden davalı tarafından davacıdan tahsil edilen kayıp-kaçak bedeli ve sayaç okuma bedelinin yargılama sırasında yürürlüğe giren kanunla yasal dayanağının oluştuğu ve davanın konusuz kaldığı gerekçesiyle konusuz kalan davanın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına, davanın açıldığı tarihteki mevzuat ve yerleşik Yargıtay içtihatları da gözetilerek hakkaniyet gereği davanın açılmasına sebebiyet veren davalı aleyhine yargılama gideri ve maktu vekalet ücretine hükmedilmesine karar verilmiş, davalı vekilince istinaf talebinde bulunulmuştur.

İLERİ SÜRÜLEN İSTİNAF SEBEPLERİ: Davalı vekili, davanın reddedilmiş olmasına rağmen yargılama giderlerinin ve vekalet ücretinin davalıdan tahsiline karar verilmesinin, davalı yararına nispi vekalet ücretine hükmedilmemesinin AAÜT ile usul ve yasaya aykırı olduğunu belirterek istinaf yoluna başvurmuştur.

GEREKÇE: Davada, elektrik abonesi olan davacıdan tahsil edilen kayıp-kaçak vs. bedelin davalıdan tahsili talep edilmektedir.

Taraflar arasında birden fazla Elektrik Abone Sözleşmesi'nin düzenlendiği ve sözleşmelerin halen geçerli olduğu anlaşılmaktadır.

Kayıp-kaçak, dağıtım ve iletim bedeli, sayaç okuma ve perakende satış hizmet bedeli ile ilgili Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 21.05.2014 tarih ve 2013/7-2454 E.- 2014/679 K. sayılı kararı ile Anayasa'nın "Vergi Ödevi" başlıklı 73.maddesinde "Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır. Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi Bakanlar Kuruluna verilebilir" şeklindeki düzenlemeye göre kayıp-kaçak, sayaç okuma, dağıtım, perakende hizmet ve iletim bedeli uygulamasının EPDK kararları ve tebliğleri çerçevesinde uygulama arz eden kanunlar ve ikincil mevzuat hükümleri çerçevesinde EPDK tarafından belirlenerek uygulandığından bu tarihteki mevcut hukuki düzenlemenin EPDK'na sınırsız bir fiyatlandırma ve tarife unsuru belirleme hak ve yetkisi vermediği, özellikle kaçak elektrik bedellerinin kurallara uyan abonelerden tahsili yoluna gitmenin hukuk devleti ve adalet düşünceleri ile bağdaşmadığı, bu faturalara yansıtılan diğer kalemlere ilişkin bedel miktarlarının şeffaflık ilkesi ile denetlenebilmesi ve hangi hizmetin karşılığında ne kadar bedel ödendiğinin bilinmesinin de şeffaf hukuk devletinin vazgeçilmez unsuru olduğundan EPDK kararları ile bu bedellerin mevcut mevzuat kapsamında tüketicilerden alınması doğru bulunmayarak hukuka uygun olmadığı kabul edilmiştir.

Dava tarihinden sonra, 17.06.2016 tarihinde 29745 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 6719 sayılı Kanun'un 21.maddesi ile 6446 sayılı Kanun'un 17.maddesinin birinci, üçüncü ve dördüncü fıkraları ile altıncı fıkrasının (a), (ç), (d) ve (f) bentleri değiştirilmiş ve aynı maddeye eklenen 10. bent ile; "Kurum tarafından gelir ve tarife düzenlemeleri kapsamında belirlenen bedellere ilişkin olarak yapılan başvurularda ve açılan davalarda; Tüketici Hakem Heyetleri ile mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin, Kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır" hükmü getirilmiştir.

Ayrıca, 6719 sayılı Kanun'un 26.maddesi ile 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'na eklenen Geçici 19.madde de; "Bu maddeyi ihdas eden Kanunla öngörülen düzenlemeler yürürlüğe konuluncaya kadar, Kurul tarafından yürürlüğe konulan mevcut yönetmelik, tebliğ ve Kurul kararlarının bu Kanuna aykırı olmayan hükümlerinin uygulanmasına devam olunur" ve Geçici 20.madde de ise, "Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp-kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17.madde hükümleri uygulanır" hükmü düzenlenmiştir. Söz konusu maddeye göre Tüketici Hakem Heyetleri'nin ve mahkemelerin bu konuda açılacak davalarda inceleme ve araştırma yetkileri geçmişe de etkili olarak sadece dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp-kaçak bedellerinin Kurumun bu konulardaki düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlanmıştır. Diğer bir ifade ile yerindelik denetimi yapılamayacağı kabul edilmiştir.

Dava tarihinden sonra yürürlüğe giren 6719 sayılı Kanun ile yapılan değişikliklerin Kanunun 17.06.2016 yürürlük tarihinden önceki dönemde geçerli olan EPDK kararlarına dayanılarak tahsil edilmiş dava konusu kayıp kaçak ve sayaç okuma bedelleri ile ilgili olarak açılan ve halen devam eden alacak davalarında da geçmişe etkili olacak şekilde uygulanması gerektiği anlaşılmaktadır.

Bundan başka, davanın devamı sırasında, dava konusu alacağın ödenmesi, menkul malın davacıya teslim edilmesi, gayri menkulün tahliye edilmesi gibi nedenlerle veya davanın açılmasından sonra yürürlüğe giren yeni bir kanun yada Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararı nedeniyle davanın konusuz kalması mümkündür. Davanın konusuz kaldığının tespit edilmesi halinde, mahkemece; esas (asıl talep) hakkında "Davanın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına" ilişkin hüküm kurulması gerekmektedir. Bu tür kararlar, hükümler gibi (eda, tespit, inşai) nihai kararlardandır. Mahkeme kararı, aynı zamanda dava konusu hakkın mevcut olmadığını da tespit ettiği için tespit hükmü niteliğindedir.

Davanın konusuz kalması halinde, mahkemece; yargılamaya devam edilerek davanın açıldığı tarih itibariyle hangi tarafın haklı olduğunun tespit edilmesi, o taraf lehine yargılama giderleri ve vekalet ücretine karar verilmesi gerekir. Başka bir deyişle, yürürlüğe giren yeni yasa nedeniyle konusuz kalan davada, yeni yasanın yürürlüğe girmemiş olması halinde, davanın açıldığı tarih itibariyle haklı olan ve davasını avukat ile takip eden taraf lehine "maktu vekalet" ücretine hükmedilmesi, yargılama giderlerinin ise karşı taraftan tahsiline karar verilmesi gerekmektedir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 18.11.2009 tarih, 2009/18-421 E.-2009/526 K. sayılı ilamında "Dava tarihinde davasında haklı bulunan davacının, sonradan yürürlüğe giren yasa nedeniyle haksız duruma düşmesi söz konusu olmadığından, davacı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiği" belirtilmiştir.

6719 sayılı Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce alınan bilirkişi raporunda davacının 24.808.13 TL alacaklı olduğu açıklanmıştır.

Somut olayda, dosya kapsamı mevcut delil durumu ve ileri sürülen istinaf sebepleri dikkate alındığında, mahkemece; kurulan hükümde isabetsizlik görülmediğinden davalı vekilinin istinaf talebinin esastan reddine karar verilmiştir.

HÜKÜM : Yukarıda açıklanan nedenler ile;

1-KDZ. EREĞLİ 1.ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ (ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ SIFATIYLA)' nin 06/09/2016 tarih, 2015/146 E.-2016/328 K. sayılı kararı usul ve yasaya uygun bulunduğundan, davacı vekilinin istinaf başvurusunun HMK'nın 353/1-b.1 maddesi gereğince ESASTAN REDDİNE,

2-İstinaf harçları peşin alındığından yeniden harç alınmasına yer olmadığına,

3-Davalı tarafından yapılan istinaf yargılama giderlerinin kendi üzerinde bırakılmasına,

4-Kararın ilk derece mahkemesince taraflara tebliğine,

Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda oy birliği ile KESİN olmak üzere 06/12/2016 tarihinde karar verildi.