14 Aralık, 2016

ZARAR GÖRENLERİN ÇOKLUĞU HALİNDE SİGORTA ŞİRKETLERİNİN KAZA BAŞINA MADDİ TAZMİNAT SORUMLULUĞU


ZARAR GÖRENLERİN ÇOKLUĞU HALİNDE
SİGORTA ŞİRKETLERİNİN
KAZA BAŞINA MADDİ TAZMİNAT SORUMLULUĞU

I. GİRİŞ:

Ülkemizde en çok meydana gelen olaylardan biri trafik kazalarıdır. Her yıl binlerce kaza meydana gelmekte ve bu kazalar nedeniyle de yine birlerce dava açılmaktadır. Bu makalemizde aynı kazada birden fazla zarar gören araç bulunması durumunda sigorta şirketinin bu zararlara karşı olan sorumluluğunun üst sınırını ele aldık.

II. ZORUNLU MALİ SORUMLULUK SİGORTASI:

Hukukumuzda zorunlu mali sorumluluk sigortası 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 91 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Bu maddelerde sigortanın kapsamı, kapsam dışında kalan konular, en az sigorta tutarı, tazminatın azaltılmasının veya kaldırılması sonucunu doğuran durumlar, sağlık hizmet bedellerinin ödenmesi ve zarar görenlerin çokluğu durumunda yapılacak işlemler düzenlenmiştir. Makalemizin konusunu da zarar görenlerin çokluğu durumunda yapılacak işlemler oluşturmaktadır.

III. ZARAR GÖRENLERİN ÇOKLUĞU DURUMUNDA SİGORTA ŞİRKETİNİN SORUMLULUĞU:

Zarar görenlerin çokluğu durumunda sigorta şirketinin sorumluluğu 2918 sayılı KTK’nun 96’ıncı maddesine göre belirlenecektir. Bu maddeye göre;

“Zarar görenlerin tazminat alacakları, sigorta sözleşmesinde öngörülen sigorta tutarından fazla ise zarar görenlerden her birinin sigortacıya karşı yöneltebileceği tazminat talebi, sigorta tutarının tazminat alacakları toplamına olan oranına göre indirime tabi tutulur.”

2918 Sayılı KTK'nun 96’ıncı maddesi sigortacıyı sigorta poliçesindeki miktarla sorumlu tutmuştur. Bu maddeye göre zarar görenlerin birden fazla olması ve tazminat alacakları toplamının, sigorta sözleşmesinde öngörülen sigorta tutarından fazla olması halinde sigorta tutarının, tazminat alacakları toplamına olan oranına göre indirime tabi tutularak sigorta şirketinden tahsil edilecek tazminat alacağının belirlenmesi gerekir. Başka bir ifade ile sigorta şirketi zarar görenlere ödemeleri garameten paylaştırma yaparak gerçekleştirecektir. Nitekim Yargıtay 17. Hukuk Dairesi 2014/711 Esas; 2014/2182 Karar ve 20.02.2014 tarihli kararında da bu durumu tespit etmiştir. (Kararın tam metni aşağıdadır.)

Bu karara göre;

“Bir trafik kazasında davaya konu kazada birden fazla aracın hasar gördüğünün anlaşılmasına göre davalı sigorta şirketinin poliçe kapsamında zarar görenlere karşı tazmin etmesi gereken sorumluluğu belirlenirken kazadan dolayı tüm zarar görenlere karşı yapabileceği toplam ödeme tutarının ancak poliçede belirtilen kaza başına maddi sorumluluk teminatı ile sınırlı bulunduğunun göz önüne alınması gerekir.”

Yargıtay bu kararı ile sigorta şirketinin birden fazla kişiye karşı sorumluluğunun doğması durumunda sorumlu olduğu miktarın poliçede yazılı olan miktarla sınırlı olacağını tespit etmiştir. Bu durumda mahkemenin yapacağı işlem sigorta şirketinin ödemeleri garameten doğru yapıp yapmadığını araştırmaktır. Eğer sigorta şirketi poliçe miktarı ile sınırlı olan ödemeleri her bir zarar görene orantısal olarak yani garameten paylaştırmışsa davacının kendi payına düşenden daha fazlasını sigorta şirketinden talep etmeye hakkı olmayacaktır. Zarar görenler isterlerse zarar veren kişiye dava açmakta serbesttirler.

IV. İLGİLİ YARGITAY KARARI METNİ:

T.C.
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2014/711
KARAR NO : 2014/2182
TARİH : 20.02.2014

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabul kısmen reddine dair verilen hükmün süresi içinde davalılar Hasan Hüseyin Ayyıldız ve Yapı Kredi Sigorta A.Ş vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR:

Davacı vekili, davalılara ait araçların karıştığı zincirleme trafik kazasında müvekkiline ait aracın hasarlandığını, araç için çekici ücreti ödendiğini, müvekkilinin, evinden işyerine gidip gelmesi için ulaşım gideri sarf ettiğini, araçtaki zararın tespit edilmesi için masraf yapıldığını belirterek şimdilik 4.750,00 TL hasar, 141,60 TL çekici gideri, 138,20 TL tespit gideri ve 20 gün için 28 TL ulaşım gideri toplamı 5.057,80 TL'nin kaza tarihinden işleyecek yasal faizi ile davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini talep etmiş; 30.09.2005 tarihli oturumda davalı Adnan Aydın Dinç hakkındaki davayı takip etmediğini beyan etmiştir.

Davalı Yapı ve Kredi Sigorta A.Ş vekili, davalı Hasan Hüseyin Ayyıldız'ın sürücüsü olduğu, diğer davalı Babayiğit Ltd. Şti.'ne ait aracın müvekkili nezdinde trafik sigorta poliçesi bulunduğunu, kaza başına 8.000,00 TL, araç başına 4.000,00 TL limitinin olduğunu, somut olayda kazaya birden fazla aracın karıştığını, bu halde ZMSS poliçesinde gösterilen kaza başına maddi hasar limiti ile sorumlu olacaklarını ve 2918 sayılı KTK'nun 96. maddesine göre garameten paylaştırma yapılması gerektiğini, sigortalının kusuru oranında sorumlu olacaklarını, temerrüde düşünülmediklerini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalı Hasan Hüseyin Ayyıldız vekili, kusur oranını, hasar miktarını, tespit raporunu kabul etmediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalı Axa Sigorta A.Ş vekili, müvekkilinin, davalı Sefer Keleş'in işleteni ve sürücüsü olduğu aracın trafik sigortacısı şirketi olduğunu, sigortalının kusuru oranında azami poliçe limiti ile sorumluluklarının bulunduğunu, çekici ücreti, ulaşım gideri gibi dolaylı zararların teminat kapsamında olmadığını, temerrüde düşürülmediklerini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davanın kısmen kabulü ile 4.250,00 TL hasar bedeli, 141,60 TL çekici ücreti toplamı 4.391,60 TL'nin 3.293,73 TL'sinin davalılar H. Hüseyin Ayyıldız, Babayiğit Gıda Ltd. Şti. ve Yapı Kredi Sigorta A.Ş den 15.01.2005 olay tarihinden işleyecek yasal faizi ile (sigorta şirketi poliçe limiti ve dava tarihinden işleyecek faizi ile sorumlu olmak üzere), 1.097,90 TL'sinin davalılar Sefer Keleş ile Axa Sigorta A.Ş.'den 15.01.2005 kaza tarihinden işleyecek yasal faizi ile (Sigorta Şirketi poliçe limiti ve dava tarihinden işleyecek faizi ile sorumlu olmak üzere) tahsiline, ulaşım giderine ilişkin talebin ve diğer davalılar hakkındaki davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davalılar Hasan Hüseyin Ayyıldız vekili ile Yapı Kredi Sigorta A.Ş vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1- Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde ve özellikle, ceza yargılaması sırasında alınan ve kesinleşen bilirkişi raporundaki kusur dağılımının oluşa uygun olması sebebiyle benimsenmesinde ve uzman bilirkişice düzenlenen maddi tazminata ilişkin raporun hükme esas alınmasında bir usulsüzlük bulunmamasına göre davalı Hasan Hüseyin Ayyıldız vekilinin tüm, davalı Yapı Kredi Sigorta A.Ş vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2- Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi tazminat istemine ilişkindir. Davalı Yapı Kredi Sigorta A.Ş, diğer davalılardan Hasan Hüseyin'in sürücüsü, Babayiğit Gıda Ltd. Şti.'nin işleteni olduğu aracın trafik sigortacısıdır. Davaya konu trafik kazası, zincirleme kaza şeklinde meydana gelmiş olup aynı olay nedeniyle davacının aracı dışındaki başka araçlar da hasarlanmıştır.

2918 Sayılı KTK'nun 96. maddesi uyarınca, zarar görenlerin birden fazla olması ve tazminat alacakları toplamının, sigorta sözleşmesinde öngörülen sigorta tutarından fazla olması halinde sigorta tutarının, tazminat alacakları toplamına olan oranına göre indirime tabi tutularak sigorta şirketinden tahsil edilecek tazminat alacağının belirlenmesi gerekir.

Davaya konu kazada davacıya ait araç dışında başka araçların da hasar gördüğünün anlaşılmasına göre davalı sigorta şirketinin poliçe kapsamında zarar görenlere karşı tazmin etmesi gereken sorumluluğu belirlenirken kazadan dolayı tüm zarar görenlere karşı yapabileceği toplam ödeme tutarının ancak poliçede belirtilen kaza başına maddi sorumluluk teminatı ile sınırlı bulunduğunun göz önüne alınması gerekir. Nitekim davalı sigorta şirketi vekili 28.03.2005 tarihli cevap dilekçesinde; kazaya birden fazla aracın karıştığını, kaza başına maddi hasarlarda poliçe limitinin 8.000,00 TL olduğunu (temyiz dilekçesinde limitin 10.000,00 TL. olduğu belirtildi) belirterek KTK'nun 96. maddesine göre gareme hesabı yapılması gerektiğini savunmuştur. Davalı sigortacı vekili temyiz dilekçesinde aynı olay sebebiyle, kazaya karışan 34 VK 7590 plakalı araçla ilgili Axa Sigorta A.Ş tarafından Bolu 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/76 Esas sayılı dosyasında açılan davanın derdest olduğunu, 06 GZE 17 plakalı araçla ilgili Axa Sigorta A.Ş tarafından Bolu 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2010/50 Esas sayılı dosyasında açılan davanın Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/76 Esas sayılı dosyası ile birleştirildiğini, 41 EF 243 plakalı araçla ilgili İstanbul 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2006/124 Esas sayılı dosyasında açılan davada 3.159,00 TL. tazminata hükmedildiğini, ferileriyle birlikte bu meblağın icra dosyasına ödendiğini belirtmiştir.

Bu durumda mahkemece, öncelikle davalı sigorta şirketi vekili tarafından bildirilen dava dosyalarının mahkemelerinden getirtilmesi, davalı sigortacıdan davaya konu kaza nedeniyle, davacı aracı dışında hasarlanan araçlarla ilgili hak sahiplerine yaptığı ödeme belgelerinin ibrazının istenilmesi davalı sigortacının olay tarihinde sorumlu olduğu poliçe limitinin tespit edilmesi, daha sonra KTK'nun 96.maddesi hükmüne göre davalı Yapı Kredi Sigorta A.Ş’nin, davacıya karşı poliçe kapsamında ödemekle yükümlü olduğu miktarın sigorta konusunda uzman bilirkişi vasıtasıyla hesaplattırılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu biçimde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda 1 numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı H. Hüseyin Ayyıldız vekilinin tüm, davalı Yapı Kredi Sigorta A.Ş. vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, 2 numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı Yapı Kredi Sigorta A.Ş. Vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün bu davalı lehine BOZULMASINA aşağıda dökümü yazılı 159,74 TL kalan harcın temyiz eden davalı Hasan Hüseyin Ayyıldız'dan tahsiline, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalı Yapı Kredi Sigorta A.Ş'ye geri verilmesine 20.02.2014 gününde oy birliğiyle karar verildi.

Başkan Üye Üye Üye Üye

A.Velioğlu L.E.Köksal A.Orhan E.S.Baydar S.N.Canpolat

12 Aralık, 2016

FATURALARIN TEBLİĞİ, TEBLİĞİN İSPATI VE SÖZLEŞMEYE UYGUNLUĞUNUN İSPATI


FATURALARIN TEBLİĞİ, TEBLİĞİN İSPATI VE SÖZLEŞMEYE UYGUNLUĞUNUN İSPATI

I. GİRİŞ:

Ülkemiz ticari hayatının en önemli unsurlarından biri de faturalardır. Faturaların muhatap kişiye ulaşıp ulaşmadığının belirlenmesi uygulamada çok büyük sorunlara neden olmaktadır. Bu makalemizde faturanın ilgili kişiye ulaşmasının ispatı konusunu ele alacağız.

II. FATURALARIN TEBLİĞ ŞEKLİ:

Faturanın ilgili kişi için hukuken değer ifade edebilmesi için faturanın ilgili kişiye ulaşmış olması gerekir. Faturayı gönderenin bu durumu ispatlaması da fatura bedelini isteyebilmesi için önemlidir. Ancak yasalarımızda faturanın tebliği şekle bağlı kılınmamıştır. Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2015/7613 Esas; 2016/190 Karar sayılı kararına göre faturanın tebliği yazılı veya sözlü herhangi bir şekilde yapılabilir. (Yargıtay kararının tam metnini makalenin sonunda bulabilirsiniz) Yargıtay bu kararında tebliğin nasıl yapılacağını ayrıntısı ile tespit etmiştir. Buna göre fatura tebliğinin;

  1. Muhatap hazır ise kendisine elden verilmesi,
  2. İmza karşılığı elden tebliğ yolu ile,
  3. Noter aracılığıyla,
  4. Telgraf, teleks yolu ile veya PTT aracılığıyla,
  5. Faks çekilmesi yoluyla,
  6. Güvenli elektronik imza ile elektronik posta gönderilmesi yoluyla
yapılması uygundur. Faturaların borçluya tebliğ edilip edilmediği bu şekilde belirlenecektir.

III. FATURA İÇERİĞİNİN KANITLANMASI VE SÖZLEŞMEYE UYGUNLUĞUNUN İSPATI:

Fatura tebliğ edilmiş ve 8 günlük itiraz süresi içerisinde itiraz edilmemişse eğer faturanın içeriğinin sözleşmeye uygun olduğunun alacaklı tarafça kanıtlanmış olduğu ve sadece fatura içeriğinin kesinleştiği, bunun aksinin yani faturaların içeriğinin sözleşmeye uygun olmadığının ve kesinleşmediğinin kanıt yükünün bu kez borçluya geçtiği kabul edilmelidir.

Faturaların tebliğ edildiğinin alacaklı tarafça kanıtlanamaması ya da kanıtlanıp da süresinde iade edildiğinin borçlu tarafça kanıtlanması halinde, borçlu taraf alacaklının hizmet vermediğini savunmakta ise, faturaya konu hizmetin verildiğinin alacaklı tarafça kanıtlanması gerekecektir.

Borçlunun faturaları tebliğ alıp süresinden sonra iade etmesi halinde de faturanın alacaklı tarafça gönderilmesi şeklindeki icabı, borçlunun, faturayı defterine kaydetmemek ve hizmet almadığını savunmak suretiyle, kabul etmemesi durumunda da hizmetin verildiğini alacaklı kanıtlamalıdır.

Borçlu faturayı kendi defterine kaydetmekle birlikte süresinde itiraz ve iade etmesi halinde de hizmetin verildiğini yine alacaklının kanıtlaması gerekecektir. Bu durumlarda alacaklının delillerinin toplanıp değerlendirilmesi, eğer borçlunun faturaları kendi defterlerine kaydetmesi (faturaları deftere kayıt öncesinde ya da sonrasında süresi geçtikten sonra itiraz ve iade etmiş olması) halinde alacaklının, hizmet vermiş olsun ya da olmasın, 6100 sayılı HMK'nın 222’inci maddesi (6762 sayılı eski TTK'nun 84 ve 85’inci maddeleri) uyarınca alacağını ispatladığının kabul edilmesi gerekecektir. Aynı durum borçlunun faturaları deftere kayıt öncesinde ya da sonrasında süresi geçtikten sonra itiraz ve iade etmiş olması durumu içinde geçerlidir.

IV. SONUÇ:

Meydana gelebilecek uyuşmazlıkların en başından önlenebilmesi için faturaların yukarıda Yargıtay kararında tespit edildiği şekilde gönderilmesi uyuşmazlık halinde ispat kolaylığı açısından çok büyük kolaylık sağlayacaktır. Makalemize konu ilgili Yargıtay kararının tam metnini aşağıya alıyoruz.

T.C.
YARGITAY
23. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2015/7613
KARAR NO : 2016/190
TARİH :18.01.2016

Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

KARAR:

Davacı vekili, müvekkili şirket ile davalı arasında 01.01.2011 tarihli Ticari Şartlar Anlaşmasının düzenlendiğini, davalının sözleşmenin uygulanması sonucu oluşan borcunu ödememesi üzerine hakkında icra takibi başlatıldığını, ancak davalının haksız itirazı nedeniyle takibin durduğunu ileri sürerek, itirazın kısmen iptali ile takibin müvekkilinin defterlerinde kayıtlı 10.176,21 TL asıl alacak, 446,22 TL işlemiş faiz olmak üzere toplam 10.622,43 TL üzerinden devamını ve %20 icra inkar tazminatının tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davacı şirketin 01.01.2011 tarihinden sonra müvekkili şirketin ürünlerinin tanıtımına ilişkin insert, mega event veya yüklendiği sair tanıtım taahhütlerini yerine getirmediğini, yerine getirdiği tanıtım hizmetinin 2010 yılına ait olduğunu, sözleşme tarihinden sonra bastırdığı tanıtım materyallerinde müvekkili şirkete ait ürünlerin tanıtımının yapılmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, benimsenen bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre, davacının usulüne uygun ticari defterlerinde davalıdan 10.176,22 TL alacak kaydının bulunduğu, davalının ise davacının sözleşme kapsamında taahhüt ettiği promosyon, aktivite ve ürünlerin tanıtımına ilişkin hizmetin sözleşme döneminde yerine getirilmediğini savunduğu, davacının ticari defterlerinin usulüne uygun, davalının ticari defterlerinin ise usulsüz olduğu, usulüne uygun ticari defterlerin defter sahibi ve karşı taraf lehine delil oluşturacağı, davalı defterlerinde kayıtlı iade faturalarının davacı defterlerinde yer almadığı gibi davalının iade faturalarının içeriğini ve davacıya teslimini ispata yönelik yazılı bir delil bildirmediği, yalnız banka aracılığı ile 25.05.2011 tarihinde 2.580,29 TL ödendiğine ilişkin banka kayıtlarına dayandığı, davacının ticari defterlerinde kayıtlı olmasa da davalının bu miktar ödemeyi ispat ettiği gerekçesiyle, davanın kısmen kabulü ile Antalya 14. İcra Müdürlüğü'nün 2012/11050 Esas sayılı dosyasındaki takibe yönelik itirazın kısmen iptaline, takibin 7.595,92 TL asıl alacağa takip tarihinden itibaren değişen oranlarda avans faizi uygulanmak suretiyle devamına ve % 20 icra inkar tazminatı tutarı 1.519,18 TL'nin davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiştir.

Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.

Dava, itirazın iptali istemine ilişkindir.

Davalının ticari defterleri ile ilgili düzenlenen 02.12.2013 havale tarihli raporda; davalının kayıtlarına göre davacıya 6.007,57 TL borcunun olduğu, davacı kayıtlarına göre davacının davalıdan 10.176,21 TL alacaklı olduğu, davalı kayıtlarında olmayan 30.01.2012 tarih 384,70 TL, 29.02.2012 tarih 1.203,66 TL bedelli 2 faturanın davalıya tebliğine ilişkin belge ile, 17.05.2012 tarihli 2.580,29 TL ödemeye ilişkin belgeye rastlanmadığı, bu belgelerin sunulması halinde, davacının davalıdan 10.176,21 TL alacaklı olduğu görüşü bildirilmiştir.

Bunun üzerine, davacı tarafın talebi ile, faturaların tebliğine ilişkin olarak Aras Kargo ve Uzman Dağıtıma yazılar yazılmış ancak herhangi bir gönderi bilgisine rastlanmadığı bildirilmiştir. Yine davacı tarafça, davalıya yapılan 2.580,29 TL ödemeye ilişkin banka dekontu sunulmuştur.

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nun 27.06.2003 tarih ve 2001/1 E., 2003/1 K. sayılı ilamında da açıklandığı üzere; Bir faturayı alan kişi aldığı tarihten itibaren sekiz gün içinde faturanın içerdiği bilgilere itiraz etme hakkına sahiptir. Aksi taktirde faturanın içeriğini kabul etmiş sayılır. (Fatura ve dava tarihinde yürürlükte olan 6762 sayılı TTK'nın m. 23/2.) Bu hüküm, fatura içeriğinden kabul edilen hususlara ilişkin olarak, faturayı düzenleyenin lehine; adına fatura düzenlenenin aleyhine bir karine getirmektedir. Bu karine, faturanın ispat gücüne yönelik bir düzenlemeyi ortaya koymaktadır. Diğer anlatımla, fatura, düzenleyen aleyhine delil olduğu gibi, kendisi faturayı düzenlemediği halde tebliğinden itibaren sekiz gün içinde itiraz etmeyen aleyhine de delil olabilecektir. Faturanın adına tanzim edilen aleyhine ispat vasıtası olması, yani, faturayı alan kişinin fatura kendinden sadır olmamakla birlikte aleyhine delil teşkil etmesi TTK'nın 23. maddesinin 2. fıkrasında düzenlenen ve yukarıda ayrıntısı açıklanan bu karineden kaynaklanmaktadır. İşin bedeli sözleşme kurulurken kararlaştırılmış olup, fatura ise bu aşama ile ilgili değil, ifa safhası ile ilgili bir belgedir. Fatura öncesinde taraflar arasında borç doğurucu hukuki ilişkinin bulunması, faturanın da bu ilişki nedeniyle düzenlenmiş olması gerekir. Faturayı alan (faturayı defterlerine kaydetmemesi koşulu ile) akdi ilişkiyi inkâr ettiğinde, faturayı gönderenin önce akdi ilişkiyi kanıtlaması gerekir. Fatura, sözleşmenin kurulması safhasıyla ilgili olmayıp ifasına ilişkin olduğundan öncelikle temel bir borç ilişkisinin bulunması gerekir. 6762 sayılı TTK'nın 23. maddesinin 2. fıkrasındaki karine aksi ispat edilebilen adi bir karinedir. 2. fıkra gereği sekiz gün içinde faturaya itiraz edilmesi durumunda fatura içeriğinin doğru olduğunu faturayı düzenleyen tacirin ispat etmesi gerekir. Taraflar arasında bu tür bir sözleşme ilişkisi yoksa, düzenlenen belge fatura değildir. Bu belge belki icap olarak kabul edilebilir ki, buna itiraz edilmemesi, anılan 23/2. madde hükmü anlamında sonuç doğurmaz. Öte yandan, sadece faturanın tebliğ edilmiş olması akdi ilişkinin varlığını ispatlamaz. Karşı tarafın akdi ilişkiyi inkâr etmesi halinde tacir, öncelikle akdi ilişkiyi başkaca delillerle ispatlamalıdır. Akdi ilişkinin ispatlanamaması halinde faturanın anılan fonksiyonundan yararlanma imkânı yoktur. Faturanın ispat aracı olması, ancak niteliği gereği faturaya geçirilmesi gereken bilgiler (olağan içerik) hakkında geçerlidir. Sözleşmenin ifa safhasıyla ilgili olarak düzenlenen faturanın şekli ve kapsamının ne olması gerektiği konusunda, Türk Ticaret Kanunu'nda özel bir hüküm bulunmamakta, anılan Yasa'nın 23. maddesinde neyi ifade ettiği açıklanmaksızın faturanın içeriğinden söz edilmektedir. Faturanın zorunlu içeriği ve şekil şartlarına ilişkin ayrıntılı düzenleme Vergi Usul Kanunu'nda yer almaktadır. Faturanın olağan içeriği, akdin ifası ile ilgili hususlarla sınırlıdır (VUK'nun m. 230). Dolayısıyla, faturanın içeriği, faturanın bu temel niteliğine uygun olmadığı takdirde, sekiz günlük itiraz süresinin geçirilmesi bu hususları yazılı delil haline getirmez. Faturaya itiraz, faturanın teslim alındığı tarihten itibaren sekiz gün içinde yapılmalıdır. İtirazın sekiz gün içinde karşı tarafa varması şart değildir. Sekiz günlük süre, hak düşürücü süre veya zamanaşımı süresi değildir. Sadece ispat yükünün yer değiştirmesi açısından önem taşır. Sekiz günlük süre içinde itiraz edildiği taktirde, fatura içeriğinin sözleşmeye uygun olduğunu ispat külfeti faturayı veren tarafa ait iken, sekiz günlük sürenin geçmesinden sonra itiraz edilmesi halinde, fatura içeriğinin sözleşmeye uygun olmadığını ispat külfeti faturayı alan tarafa ait olur. Faturayı alan her türlü delille bu külfeti yerine getirebilir. (Geniş bilgi için Bkz: Prof. Dr. Sami Karahan, Ticari İşletme Hukuku, 23. Baskı, Eylül 2012, Konya; Sh 111 vd.)

Faturanın tebliği şekle bağlı değildir, yazılı veya sözlü herhangi bir şekilde yapılabilir. Muhatap hazır ise kendisine elden verilmesi, değil ise herhangi bir şekilde gönderilmesi mümkündür. Ancak, uyuşmazlık halinde ispat kolaylığı açısından, fatura tebliğinin noter aracılığıyla ya da imza karşılığı elden tebliğ yolu ile ya da telgraf, teleks yolu ile veya PTT aracılığıyla ya da faks çekilmesi yahut güvenli elektronik imza ile elektronik posta gönderilmesi şeklinde yapılması uygundur. Faturaların borçluya tebliğ edilip edilmediği, itiraza uğrayıp uğramadığı belirlenmeli, faturaların tebliğ edilmiş ve 8 günlük itiraz süresi içerisinde itiraz edilmemiş olduğunun tespiti halinde faturaların içeriğinin sözleşmeye uygun olduğunun alacaklı tarafça kanıtlanmış olduğu ve sadece fatura içeriğinin kesinleştiği, bunun aksinin yani faturaların içeriğinin sözleşmeye uygun olmadığının ve kesinleşmediğinin kanıt yükünün bu kez borçluya geçtiği kabul edilmelidir. Faturaların tebliğ edildiğinin alacaklı tarafça kanıtlanamaması ya da kanıtlanıp da süresinde iade edildiğinin borçlu tarafça kanıtlanması halinde, borçlu taraf alacaklının hizmet vermediğini savunmakta ise, faturaya konu hizmetin verildiğinin alacaklı tarafça kanıtlanması; borçlunun faturaları tebliğ alıp süresinden sonra iade etmesi halinde de faturanın alacaklı tarafça gönderilmesi şeklindeki icabı, borçlunun (faturayı defterine kaydetmemek ve hizmet almadığını savunmak suretiyle), kabul etmemesi ya da borçlunun faturayı kendi defterine kaydetmekle birlikte süresinde itiraz ve iade etmesi halinde hizmetin verildiğini yine alacaklının kanıtlaması gerekeceğinden, bu doğrultuda alacaklının delillerinin toplanıp değerlendirilmesi, şayet borçlunun faturaları kendi defterlerine kaydetmesi (faturaları deftere kayıt öncesinde ya da sonrasında süresi geçtikten sonra itiraz ve iade etmiş olması) halinde alacaklının (hizmet vermiş olsun ya da olmasın) HMK'nun 222. (6762 sayılı TTK'nın 84. ve 85.) maddesi uyarınca alacağını ispatladığının kabul edilmesi gerektiği gözetilmelidir.    

Mahkemece, davacı tarafça yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda, 30.01.2012 ve 29.02.2012 tarihli faturaların davalıya tebliğinin ve bu faturalara dayalı olarak hizmet verildiğinin kanıtlanamadığı gerekçesiyle, fatura bedelleri toplamı olan 1.588,36 TL'nin davacı alacağından mahsubu gerekirdi.

Ne var ki, davalının bu fatura bedellerinden sorumlu tutulmasına ilişkin karar, davalı tarafça temyiz edilmediğinden, bu husus bozma nedeni yapılmamıştır.

2.580,29 TL'lik ödeme yönünden ise; taraflar arasında akdedilen, davalının satıcı olarak adlandırıldığı, "Ticari Şartlar Anlaşması"n da davalının mal satışı, davacının ise reklam ve tanıtım hizmeti yapmasına yönelik sözleşme ilişkisi bulunduğu anlaşılmaktadır. 2.580,29 TL'lik ödemenin davacı tarafça davalıya yapılan bir ödeme olduğu dosya kapsamından anlaşılmış olup, mahkemenin aksini kabulü hatalı olmuştur. Ne var ki, davacı tarafça bu ödemenin ne sebeple iade edilmesi gerektiği hususunda herhangi bir açıklama yapılmamış, bilirkişi tarafından ödemenin sebebi ile ilgili herhangi bir görüş bildirilmemiştir.

Dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunan TBK'nun 78/1. maddesi, "Borçlanmadığı edimi kendi isteğiyle yerine getiren kimse, bunu ancak, kendisini borçlu sanarak yerine getirdiğini ispat ederse geri isteyebilir." hükmünü içermektedir.

Bu durumda mahkemece, davacıdan bu ödemenin iadesinin istenmesinin sebebi ile ilgili açıklama alınıp, taraflar arasındaki ticari ilişkide mevcut borcun tasfiyesi için yapılmış olan ödemelerin iadesinin istenemeyeceği gözetilerek, iadenin istenmesinin sebebi konusunda TBK'nın 78. maddesi kapsamında bir sebep ileri sürülmemesi durumunda, şimdiki gibi bu miktar ile ilgili istemin reddine karar verilmesi, bu ödemenin davacı tarafından, davalı adına üçüncü kişiye yapılan bir ödeme olup, davalının borcu olduğunun açıklanması durumunda ise, taraflardan bu husustaki delilleri toplanıp gerekirse taraf defterleri üzerinde bilirkişi incelemesi yapılıp, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeye ve yanılgılı gerekçeye dayalı olarak yazılı şekilde hüküm kurulması doğru olmamıştır.

Öte yandan, 14.02.2013 olan dava tarihinin, gerekçeli karar başlığında 19.02.2013 olarak yazılmış olması da doğru olmamıştır.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün, davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 18.01.2016 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

11 Aralık, 2016

İNTİFADAN MEN KOŞULU ARANMAYAN HALLER


İNTİFADAN MEN KOŞULU ARANMAYAN HALLER

I. GİRİŞ:

Ülkemizde en çok karşılaşılan dava türlerinden biri de ecrimisil davalarıdır. Daha çok mirasçılar arasında görülen bu davaların en önemli koşullarından biri intifadan men koşulunun gerçekleşmiş olmasıdır. Yargılamalar esnasında ilk olarak çözülmesi gereken konu olarak karşımıza çıkan intifadan men koşulunun aranmadığı durumları yani istisnalarnı bu makalemizde inceleme konusu yapacağız.

II. İNTİFADAN MEN NEDİR?

İntifadan men davacının dava konusu taşınmazı kullanım hakkının her hangi bir sebeple men edildiği yani engellendiği bir hukuki duruma girmiş olmasıdır. İntifadan men koşulu gerçekleşmeden ecrimisil davası açılması hukuken mümkün değildir. Çünkü ecrimisil davasında davacı kendisinin paydaş olmasına karşın kullanmadığı bir taşınmazdaki kullanamamasından kaynaklı zararını talep etmektedir. Bu sebeple davacı öncelikli taşınmazı kendisinin kullanamadığını ispatlamalı ve kendisi kullanamadığı için gelirinden yoksun kaldığını kanıtlamalıdır. İntifadan men koşulu bu sebeple ecrimisil davalarında ön koşul olarak ortaya çıkar ve hakim tarafından da kendiliğinden araştırılmak zorundadır.

III. İNTİFADAN MEN KOŞULUNUN ARANMADIĞI DURUMLAR:

Ecrimisil davalarında intifadan men koşulunun aranmadığı bazı durumlar vardır ki bu durumlar intifadan men koşulunun istisnası olarak Yargıtay kararları ile ortaya çıkmıştır. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 2014/19173 Esas; 2015/2149 Karar sayılı kararında bu konuda yeterli açıklama bulunmaktadır. (Kararın tam metnini makalenin sonunda bulabilirsiniz.) Bu karara göre intifadan men koşulunun aranmayacağı durumlar aşağıdaki gibidir.

  1. Davaya konu taşınmazın kamu malı olması,
  2. Ecrimisil istenen taşınmazın bağ, bahçe gibi doğal ürün veren yerlerden olması,
  3. Ecrimisil istenen taşınmazın iş yeri, konut gibi kiraya verilerek hukuksal semere elde edilen yerlerden olması,
  4. Paylı taşınmazı işgal eden paydaşın bu yerin tamamında hak iddiasında bulunması ve diğerlerinin paydaşlığını inkar etmesi,
  5. Paydaşlar arasında yapılan kullanım anlaşması sonucu her paydaşın yararlanacağı ortak taşınmaz veya bölümlerin belirli halde bulunması,
  6. Davacı tarafından diğer paydaşlar aleyhine daha önce bu taşınmaza ilişkin, el atmanın önlenmesi, ortaklığın giderilmesi, ecrimisil ve benzeri davalar açılması veya icra takibi yapılmış olması,
  7. Taşınmazın getirdiği ürün itibariyle, kendiliğinden oluşan ürünler; biçilen ot, toplanan fındık, çay ya da muris tarafından kurulan işletmenin ya da, başlı başına gelir getiren işletmelerin işgal edilmesi.
Yargıtay’ın sözü geçen kararında tek paragraf halinde belirtilen bu durumlar intifadan men koşulunun aranmayacağı ayrık durumları oluşturmaktadır.

IV. İNTİFADAN MEN KOŞULUNUN ARANMADIĞI DURUMLARIN AÇIKLANMASI:

Buna göre;

Öncelikle kamu malı niteliğindeki taşınmazlarda intifadan men koşulu aranmayacaktır. Bir taşınmazın niteliği konusunda anlaşmazlık varsa yani kamu malı mı yoksa özel mülkiyete bağlı bir mal mı olduğu konusunda bir anlaşmazlık varsa ve davacı kamu kurumu taşınmazın kamu malı niteliğinde olduğunu iddia ediyorsa bu durumda mahkeme intifadan men koşulu aramayacaktır.

Taşınmazın bağ, bahçe gibi doğal ürün veren yerlerden olması durumu tarım ürünlerinin yetiştiği yerlerdir. Örneğin üzüm bağı ya da çay tarlası buna örnek verilebilir. Buralarda yetişen ürünlerin toplanması ve pazarlanması belli bir emek istemesi nedeniyle birden fazla kişinin böyle bir taşınmazda faaliyet yürütmesi fiilen mümkün olamayacağından intifadan men durumu fiilen taşınmazı elinde bulunduran kişinin bu tarım faaliyetine başlamasıyla gerçekleşmiş demektir.

İş yeri, konut gibi kiraya verilerek hukuksal semere elde edilen yerlerde de aynı durum geçerlidir. Bir taşınmazın aynı anda iki paydaş tarafından kiraya verilmesi hukuken mümkün değildir. İçlerinden birinin taşınmazı kiraya vermesi ve semeresini almaya başlamasıyla diğer paydaş için intifadan men koşulu kendiliğinden gerçekleşmiş demektir. Bunun için ayrıca intifadan men gerçekleştiğini ispatlamasına gerek yoktur.

Paylı taşınmazı işgal eden paydaşın bu yerin tamamında hak iddiasında bulunması ve diğerlerinin paydaşlığını inkar etmesi durumunda ise tamamen mülkiyet karinesine ilişkin bir hak iddiası vardır ki bunun için de intifadan men koşulunun aranmasına gerek yoktur. Çünkü taşınmazı işgal eden taraf mülkiyet karinesine dayanarak bu işgali gerçekleştirmekte ve taşınmazı fiilen elinde tutmaktadır. Bu fiili durum davalı açısından intifadan men yani kullanım hakkının engellenmesi halini kendiliğinden yaratmaktadır.

Paydaşlar arasında yapılan kullanım anlaşması sonucu her paydaşın yararlanacağı ortak taşınmaz veya bölümlerin belirli halde bulunması yani taşınmazın fiilen taksim edilmiş olması durumunda da intifadan men durumu aranmaz. Çünkü fiilen taksim edilen taşınmazda taşınmazın kim tarafından neresinin kullanılacağı bellidir. Bu durumda davacı için taşınmazın kendisine ayrılan yeri için kullanım hakkı belirlenmiş diğer yer için de kullanımı engellenmiştir. Bu durumda kendisine ait olan kısım işgal edildiğinde artık intifadan men koşulu aramaya gerek yoktur çünkü taşınmazın diğer paydaşa kalan kısmından kullanım hakkını kendisi fiilen taksim sonucu bırakmış ve kendisine ayrılan kısma çekilmiştir. Bu yerinde işgal edilmesi ecrimisil davası açmak için yeterlidir.

Davacı tarafından diğer paydaşlar aleyhine daha önce bu taşınmaza ilişkin, el atmanın önlenmesi, ortaklığın giderilmesi, ecrimisil ve benzeri davalar açılması veya icra takibi yapılmış olması bu taşınmazın kullanım hakkı konusunda çekişme olduğunu göstermektedir. Hukuken taraflar arasında çekişme varsa ve bu konu mahkemeye yukarıda sayılan türden davalarla yansımışsa bu durumda davacının söz konusu taşınmaz üzerindeki kullanım hakkının çekişme nedeniyle kısıtlandığı bir karine olarak ortaya çıkar.

Muris tarafından kurulan işletmenin ya da, başlı başına gelir getiren işletmelerin işgal edilmesi de aynı sonucu doğurur. Çünkü mirasçılar arasında aynen taksimi mümkün olmayan işletmelerde taraflardan birinin işletmeyi işgal etmesi durumunda diğer paydaşların bu işletmeyi kullanma hakları da tamamen ortadan kalkacaktır. Bu durumda ayrıca intifadan men koşulunun aranmasına gerek yoktur.

V. BU KOŞULLARIN AÇIKÇA SAYILDIĞI İLGİLİ YARGITAY KARARI:

T.C.
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2014/19173
KARAR NO : 2015/2149
TARİH : 16.02.2015

Taraflar arasında görülen ecrimisil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacılar vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi Esra Çakır'ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

KARAR:

Dava, paydaşlar arasında ecrimisil isteğine ilişkindir.

Davacılar, miras bırakanları Süleyman Fidan'dan intikal eden 442 ve 446 parsel sayılı taşınmazların kiraya verilmek suretiyle davalılar tarafından kullanıldığını, taşınmazları kullanamadıkları gibi gelirlerinden de faydalanamadıklarını ileri sürerek son 5 yıllık dönem için 17.500,00.-TL ecrimisile karar verilmesini istemişlerdir.

Davalılar, dava konusu kiraya verildiği ileri sürülen binaların masrafı kendileri tarafından karşılanarak yapıldığını ve başka taşınmaz üzerinde bulunduğunu, herhangi bir gelir elde edilmediğini bildirip davanın reddini savunmuşlardır.

Mahkemece, davacılar tarafından taşınmazlarda kiracı olarak bulunan kişilere gönderilen 14.2.2012 tarih, 5408 yevmiyeli ihtarnameyle davalılar ile 3. kişiler olan kiracılar arasındaki kira sözleşmelerine icazet verdikleri, bu nedenle haksız işgal tazminatı talep edemeyecekleri, davalı Sayim tarafından kullanılan ekmek satış dükkanı ile ilgili taleplerin haksız olduğu ve intifadan men koşulunun gerçekleşmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu 442 ve 446 parsel sayılı taşınmazlarda davacılar, davalılar ve dava dışı Meryem Mıhçı'nın el birliği halinde malik oldukları, bu taşınmazlara bitişik 443 parsel sayılı taşınmazın tarafların murisi Süleyman Fidan, 445 parsel sayılı taşınmazın (davalı Nail'in çocukları) dava dışı Hakan ve Gökhan Fidan adına kayıtlı olduğu, davalıların 443 parsel sayılı taşınmazda bulunan binada davacıların oturduklarını beyan ettikleri, mahkemece yapılan keşifte 446 parsel sayılı taşınmazda, zemin katında ekmek satış dükkanı ve kahvehane bulunan üst katları mesken olarak kullanılan bina ile bitişiğinde kahvehanenin eki olarak kullanılan sundurma bulunduğunun, taş atölyesi olarak kiraya verilen binanın büyük kısmının 442 parsel, küçük kısmının 445 parsel üzerinde kaldığının tespit edildiği, dinlenen tanıkların, dava konusu 442 ve 446 parseller üzerindeki ekmek satış dükkanı, kahvehane ve taş atölyesinin davalılarca kiraya verildiğini beyan ettikleri, davalı tanığı ve kiracı Mehmet Kükmen'in davacılardan Saime ve Fatma'nın da kira sözleşmesinde imzaları bulunduğunu, bu sözleşmelerin onların da muvafakati ile yapıldığını beyan ettiği ve davalılarca bir kısım kira sözleşmeleri sunulduğu, davacı tanığı Hilal Mıhçı'nın ise dayıları olan davalıların Mehmet Kükmen ile sözleşme yaparken davacılara da kira parası vereceklerini söyleyerek kira sözleşmesini Saime Fidan'a imzalattıklarını, onun da kira alacağını düşünerek sözleşmeyi imzaladığını beyan ettiği, davacıların davalılarla aralarında uzun zamandır husumet bulunduğunu, ağır baskı, hakaret ve tehdit altında olduklarını belirtip buna ilişkin soruşturma evrakları ile ceza mahkemesi kararlarını dosyaya ibraz ettikleri anlaşılmaktadır.

Hemen belirtilmelidir ki, dava konu taşınmazlarda taraflar paydaştırlar. Paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan her zaman payına vaki el atmanın önlenilmesini ve/veya ecrimisil isteyebilir. El birliği mülkiyetinde de paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan ortaklar aleyhine ecrimisil davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı ecrimisil davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay içtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu, kesin sonuç getiren taksim veya ortaklığın satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.

Kural olarak, men edilmedikçe paydaşlar birbirlerinden ecrimisil isteyemezler. İntifadan men koşulunun gerçekleşmesi de, ecrimisil istenen süreden önce davacı paydaşın davaya konu taşınmazdan ya da gelirinden yararlanmak isteğinin davalı paydaşa bildirilmiş olmasına bağlıdır.

Ancak, bu kuralın yerleşik yargısal uygulamalarla ortaya çıkmış bir takım istisnaları vardır. Bunlar; davaya konu taşınmazın kamu malı olması, ecrimisil istenen taşınmazın (bağ, bahçe gibi) doğal ürün veren ya da (iş yeri, konut gibi) kiraya verilerek hukuksal semere elde edilen yerlerden olması, paylı taşınmazı işgal eden paydaşın bu yerin tamamında hak iddiası ve diğerlerinin paydaşlığını inkar etmesi, paydaşlar arasında yapılan kullanım anlaşması sonucu her paydaşın yararlanacağı ortak taşınmaz veya bölümlerinin belirli bulunması, davacı tarafından diğer paydaşlar aleyhine daha önce bu taşınmaza ilişkin, el atmanın önlenmesi, ortaklığın giderilmesi, ecrimisil ve benzeri davalar açılması veya icra takibi yapılmış olması halleridir. Bundan ayrı, taşınmazın getirdiği ürün itibariyle de, kendiliğinden oluşan ürünler; biçilen ot, toplanan fındık, çay yahut muris tarafından kurulan işletmenin ya da, başlı başına gelir getiren işletmelerin işgali halinde intifadan men koşulunun oluşmasına gerek bulunmamaktadır.

Bu nedenle, davaya konu taşınmazlar yönünden sayılan istisnalar dışında intifadan men koşulunun gerçekleşmesi aranacak ve intifadan men koşulunun gerçekleştiği iddiası, her türlü delille kanıtlanabilecektir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 27.02.2002 gün ve 2002/3-131 E, 2002/114 K sayılı ilamı)

25.05.1938 tarih ve 29/10 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ve Yargıtay'ın aynı yoldaki yerleşmiş içtihatları uyarınca ecrimisil davaları beş yıllık zamanaşımına tabi olup bu beş yıllık süre dava tarihinden geriye doğru işlemeye başlar.

Yukarıdaki ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin hüküm kurmaya yeterli ve elverişli olduğunu söyleyebilme olanağı bulunmamaktadır. Şöyle ki; davacılar 442 ve 446 parsel sayılı taşınmazlar üzerinde bulunan kahvehane, ekmek satış yeri ve taş ocağının davalılarca kiraya verildiği, kendilerini tehdit ve baskı altında tutarak kira gelirlerinden pay vermedikleri iddiasıyla eldeki davayı açmışlardır. Tüm dosya kapsamı ve tanık beyanlarına göre davacıların çekişme konusu taşınmazlarda kullandıkları ya da kullanabilecekleri bir yer bulunup bulunmadığının araştırılmadığı, davalı Sayim tarafından kullanılan ekmek satış dükkanı için ise intifadan men koşulunun gerçekleşip gerçekleşmediği yönünde taraflar arasındaki ceza soruşturma ve davaları ile tanık beyanlarının değerlendirilmediği görülmektedir. Kiraya verilen yerler için paydaşlar arasında intifadan men şartı aranmayacağı ve paydaşlardan bir ya da bir kaçının imzaladığı kira sözleşmesinin diğer paydaşları bağlamayacağı kuşkusuzdur.

Hâl böyle olunca, dava konusu 442 ve 446 parsel sayılı taşınmazlarda davacıların çekişmesiz olarak kullandıkları ya da kullanabilecekleri bir yer bulunup bulunmadığının araştırılması, yeniden tanık beyanlarına başvurulması, ekmek satış yeri olarak kullanılan dükkan bakımından intifadan men koşulunun gerçekleşip gerçekleşmediğinin yukarıda değinilen ilke ve olgular dikkate alınarak değerlendirilmesi; davacıların bu taşınmazlarda kullandıkları ya da kullanabilecekleri bir yer bulunmadığı saptanır ise davalılarca kiraya verilen kahvehane ve taş ocağı ile ekmek satış yeri ile ilgili keşfe katılan bilirkişilerce ortak düzenlenecek rapor esas alınarak davacıların payları oranında belirlenecek ecrimisile hükmedilmesi, aksi halde davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması doğru değildir.

Davacıların temyiz itirazı açıklanan nedenlerden ötürü yerindedir. Kabulüyle, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 16.02.2015 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

18 Kasım, 2016

ANONİM ŞİRKETLERDE TAŞINMAZLARIN SERMAYE OLARAK KONULMASI YOLUYLA SERMAYE ARTTIRIMINDA MAHKEME AŞAMASINDA İZLENECEK YOL


ANONİM ŞİRKETLERDE
TAŞINMAZLARIN SERMAYE OLARAK KONULMASI YOLUYLA
SERMAYE ARTTIRIMINDA MAHKEME AŞAMASINDA İZLENECEK YOL

I. GİRİŞ:

Ülkemizde ticari hayatın gelişmesi ile birlikte şirketleşmelerde de artış yaşanmıştır. Şirketler hukuku bugün ülkemizde Türkiye’ye özgü önemli içeriklere sahip bir duruma gelmiştir. Özellikle büyük şirketlerin şirketler hukuku konusunda çok iyi hukuk danışmanlarına sahip olmaları gerektiği ortadadır. Bu makalemizde sıkça rastlanan bir hukuki işlemi, anonim şirketlerin taşınmazları sermaye olarak koymak yoluyla sermaye arttırımının mahkeme aşamasını açıklamaya çalışacağız.

II. SERMAYE ARTTIRIMININ HUKUKİ DAYANAĞI:

Sermaye arttırımının hukuki dayanağı TTK m. 342 ve 343’üncü maddeleridir.

Madde 342- (1) Üzerlerinde sınırlı ayni bir hak, haciz ve tedbir bulunmayan, nakden değerlendirilebilen ve devrolunabilen, fikrî mülkiyet hakları ile sanal ortamlar da dâhil, mal varlığı unsurları ayni sermaye olarak konulabilir. Hizmet edimleri, kişisel emek, ticari itibar ve vadesi gelmemiş alacaklar sermaye olamaz.

(2) 128 inci madde hükmü saklıdır.

Madde 343- (1) Konulan ayni sermaye ile kuruluş sırasında devralınacak işletmelere ve ayınlara, şirket merkezinin bulunacağı yerdeki asliye ticaret mahkemesince atanan bilirkişilerce değer biçilir. Değerleme raporunda, uygulanan değerleme yönteminin somut olayın özellikleri bakımından herkes için en adil ve uygun seçim olduğu; sermaye olarak konulan alacakların gerçekliğinin, geçerliğinin ve 342 nci maddeye uygunluğunun belirlendiği, tahsil edilebilirlikleri ile tam değerleri; ayni olarak konulan her varlık karşılığında tahsis edilmesi gereken pay miktarı ile Türk Lirası karşılığı, tatmin edici gerekçelerle ve hesap verme ilkesinin icaplarına göre açıklanır. Bu rapora kurucular ve menfaat sahipleri itiraz edebilir. Mahkemenin onayladığı bilirkişi kararı kesindir.

III. TAŞINMAZLARIN SERMAYE OLARAK KONULMASINDA İZLENECEK YOL:

Taşınmazlar yasada açıkça belirtilmez. Bunun yerine ayni sermaye kavramı kullanılmaktadır. Ayni sermaye içine taşınmazlarla birlikte fikrî mülkiyet hakları ile sanal ortamlar da dâhil, mal varlığı unsurları girmektedir. Bizim incelemesini yapacağımız konu doğrudan taşınmazların ayni sermaye olarak konulması üzerinedir.

A. Yetkili Mahkeme:

Konulan ayni sermaye yani taşınmazlar ile kuruluş sırasında devralınacak işletmelere ve ayınlara, şirket merkezinin bulunacağı yerdeki asliye ticaret mahkemesince atanan bilirkişilerce değer biçilir. Bu sebeple hasımsız olarak düzenlenecek bir dilekçe ile taşınmazın bulunduğu yerdeki asliye ticaret mahkemesine ya da bu görevi gören asliye hukuk mahkemesine başvuruda bulunulması gerekmektedir.

B. İşin Niteliği:

Sermaye arttırımı için asliye ticaret mahkemesine yapılacak başvuru HMK m. 382/I,e,5 hükmü uyarınca çekişmesiz yargı işi niteliğindedir.

C. Yargılama Yöntemi:

HMK m. 385 çekişmesiz yargı işlerinin basit yargılama yöntemine bağlı olduğunu düzenlemiştir. Bu nedenle gerekli görülmediği sürece duruşma açılmasına gerek yoktur. Mahkeme dosya üzerinden de işlemleri yaparak karar verebilir.

IV. BİLİRKİŞİ RAPORU HAZIRLANMADAN ÖNCE YAPILACAK HAZIRLIK İŞLEMLERİ:

Asliye ticaret mahkemesince bilirkişi raporu hazırlanmadan önce öncelikle taşınmazın tapu kayıtları ve kadastro haritaları getirtilmeli ve dosya içine alınmalıdır. Ayrıca taşınmazda kiracı varsa taşınmazın getireceği gelir durumunun tespiti içinde kira sözleşmelerinin dosya içine alınması gerekir.

Bu belgelerin getirtilmesinden sonra taşınmazla ilgili olarak bu belgeler üzerinden inceleme yapılmalıdır. Tapu kayıtlarında yapılacak incelemede bu taşınmazın üzerinde sınırlı ayni bir hak, haciz ve tedbir bulunup bulunmadığı ve nakden değerlendirilmesine engel bir durum bulunup bulunmadığı incelenmelidir.

Birkaç örnekle durumu açıklayalım. Tapu kaydı üzerinde kamulaştırma şerhi varsa bu taşınmazın ayni sermaye olarak konulması hukuken sıkıntı yaratabilir. Her ne kadar alacaklarda sermaye olarak konulabiliyor olsa da taşınmazın değeri kamulaştırma sonucunda belli olacağından asliye ticaret mahkemesine başvuruda bulunulduğu tarihte değeri belirsiz durumda olacaktır. Hazırlanacak bilirkişi raporu ile kamulaştırma işlemi sonucunda tespit edilecek bilirkişi raporundaki rakamlar birbiriyle uyuşmayabilecektir. Bizce kamulaştırma kararının bekletici mesele yapılmasına gerek yoktur. Tespit isteminde hukuki yarar olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi gerekir. Çünkü kamulaştırma kararı sonucunda belli bir miktar hak sahibine ödenecek ve taşınmaz ayni sermaye olma niteliğini kaybedecektir. Kamulaştırma kararının idare mahkemesince iptal edilmesi durumunda taşınmaz ayni sermaye olarak değerlendirilebilir duruma gelecektir ancak bu bugünkü koşullarda bu durum çok uzun zaman alacağı için ve kamulaştırma tarihinden sonra gelecekte belirsiz bir durum yaratacağı için bu belirsizlik ortadan kalkıncaya kadar davanın görülmesinde bizce hukuki yarar yoktur.

Hacizli taşınmazların sermaye olarak konulması hukuken mümkün değildir. Bu durumda olan taşınmazların üzerindeki haczin kaldırılmasından sonra ancak sermaye olarak konulabilir. Bu durumda olan taşınmaz varsa mahkeme başvuran şirkete haczin kaldırılması için uygun bir süre verebilir. Bu süre içinde haciz kaldırılmazsa bu taşınmazla ilgili sermaye arttırımına konu tespit istemini reddeder. Hacizli taşınmazdan başka taşınmazlarda varsa o taşınmazlar hakkında tespit kararı verilebilir.

Benzer durum ipotekli taşınmazlar içinde geçerlidir. İpotekli bir taşınmaz borç karşılığı rehin verildiği anlamına gelir ki borcun ödenmemesi durumunda ipoteğin paraya çevrilmesi yöntemiyle satışına konu olabilir. Bu durumda da yukarıda belirttiğimiz gibi hacizli taşınmazlardaki yöntem uygulanmalı ve ipoteğin kaldırılması için uygun bir süre verilmelidir. Gerekirse ipoteğin kaldırılması davası için de süre verilebilir. Ancak bu durumda başka taşınmazlar için de tespit isteniyorsa gecikme olacağından ipotekli taşınmaza ilişkin talebin atiye bırakılması sağlanarak hukuki sorunu olmayan diğer taşınmazlar için tespit kararı verilebilir.

Taşınmaz üzerinde ihtiyati tedbir varsa bu tedbirin niteliğine da bakılmalıdır. Belli bir alacağın teminatı için tedbir konulduysa bu durumda bu tedbirin teminat mektubu ya da belli miktardaki bir paranın tedbiri koyan mahkemenin veznesine yatırılmak suretiyle kaldırılması mümkün olacağından tedbirin kaldırılması için süre verilebilir. Ancak tedbir taşınmazın üçüncü kişilere devrinin önlenmesi için dava sonuna kadar geçerliliği gereken bir nitelikteyse bu durumda taşınmazın mülkiyeti üzerinde çekişme var demektir ki bu durumda olan bir taşınmaz TTK m. 342’de belirtiler “nakden değerlendirilebilen ve devrolunabilen” nitelikte olmayacağı için talebin reddi gerekir. Davacı bu taşınmazla ilgili istemini atiye de bırakabilir.

V. BİLİRKİŞİ RAPORUNUN HAZIRLANMASI:

Bilirkişi raporunun hazırlanması için mahkemenin keşif kararı vermesi gerekmektedir. Mahkeme keşif kararı ile birlikte belli konularda uzman bilirkişileri de belirlemelidir. Öncelikle fen bilirkişisi olarak kadastro bilirkişisinin belirlenmesi gerekir. İkinci olarak taşınmazın niteliğine göre belirleme yapılmalıdır. Taşınmaz tarım arazisi ise bu durumda ziraat bilirkişisi mutlaka hazır bulunmalıdır. Arsa niteliğinde bir taşınmazsa emlak bilirkişisi ve emlak değerleme uzmanı da hazır bulunmalıdır. Taşınmaz üzerinde eğer yapı varsa bu yapılar için de inşaat bilirkişisinin hazır bulunması gerekir. Bilirkişi heyeti bu şekilde oluşturulduktan sonra keşif yapılır ve bir bilirkişi raporu hazırlanır.

TTK m. 343’e göre hazırlanacak değerleme raporunda, uygulanan değerleme yönteminin somut olayın özellikleri bakımından herkes için en adil ve uygun seçim olduğu; sermaye olarak konulan alacakların gerçekliğinin, geçerliğinin ve 342’nci maddeye uygunluğunun yani taşınmazın üzerinde sınırlı ayni bir hak, haciz ve tedbir bulunup bulunmadığı ve nakden değerlendirilmesine engel bir durum bulunup bulunmadığının belirlendiği, tahsil edilebilirlikleri ile tam değerleri; ayni olarak konulan her varlık karşılığında tahsis edilmesi gereken pay miktarı ile Türk Lirası karşılığı, tatmin edici gerekçelerle ve hesap verme ilkesinin icaplarına göre açıklanır.

Bu rapora kurucular ve menfaat sahipleri itiraz edebilir. İtiraz üzerine mahkemenin yeniden bilirkişi raporu hazırlatması ya da ek rapor alması mümkündür. Rapor konusunda bir eksiklik ya da yanlışlık yoksa bu durumda mahkeme raporu onaylamak suretiyle tespit kararını verir. Mahkemenin onayladığı bilirkişi kararı kesindir.

VI. BİLİRKİŞİ RAPORU HAZIRLANDIKTAN SONRA ORTAYA ÇIKACAK DURUMLAR:

Bilirkişi raporu hazırlandıktan sonra ama henüz mahkemece raporun onaylanması ve tespit kararı verilmezden önce söz konusu taşınmaz üzerine haciz konulması ya da kamulaştırma şerhi konulması durumunda ise haczin kaldırılması başvuran taraftan istenmelidir. Haciz kaldırılmadığı takdirde yeniden bilirkişi raporu aldırılmasına gerek yoktur. O taşınmaz değerlendirme dışı bırakılarak tespit istenen diğer taşınmazlar hakkında karar verilebilir. Tek bir taşınmaz hakkında tespit kararı isteniyorsa bu durumda haczin kaldırılmaması gerekçe gösterilerek ret kararı verilecektir. Kamulaştırma da ise bizce kamulaştırma kararının bekletici mesele yapılmasına gerek yoktur. Tespit isteminde hukuki yarar olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi gerekir. Çünkü kamulaştırma kararı sonucunda belli bir miktar hak sahibine ödenecek ve taşınmaz ayni sermaye olma niteliğini kaybedecektir. Kamulaştırma kararının idare mahkemesince iptal edilmesi durumunda taşınmaz ayni sermaye olarak değerlendirilebilir duruma gelecektir ancak bu, bugünkü koşullarda çok uzun zaman alacağı için ve kamulaştırma tarihinden sonra gelecekteki belirsiz bir durum yaratacağı için bu belirsizlik ortadan kalkıncaya kadar davanın görülmesinde bizce hukuki yarar yoktur. Bu durumlarla karşılaşılmaması için bilirkişi raporu hazırlandıktan sonra da taşınmazın en son takyidatlarını gösterir tapu kayıtlarının getirtilmesinde fayda vardır.

11 Kasım, 2016

KAMULAŞTIRMA DAVALARI KISA KARAR VE HÜKÜM ÖZETİ ÖRNEĞİ


KAMULAŞTIRMA DAVALARI
KISA KARAR VE HÜKÜM ÖZETİ ÖRNEĞİ

Uygulayıcı olarak hakimlerin en çok sıkıntı çektikleri konuların başında kısa karar örneği bulmak ve gerekçeli kararların hüküm fıkralarının yazımında örnek bulabilmektir. Kamulaştırma davalarında çok sık uyguladığım kısa karar ve hüküm örneğini aşağıda yayınlıyorum.

G.D.:

1- Davacının davasının kabulüne,

2- Dava konusu (...) ili (...) İlçesi (...) Köyü / Mahallesi (...) mevkiinde bulunan (...) parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma bedelinin (...) TL olarak tespitine,

3- Bankaya bloke edilen kamulaştırma bedellerinin hak sahiplerine ödenmesine, Bu konuda ilgili bankaya müzekkere yazılmasına, (6459 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesinin 8. fıkrası gereğince bu bedele (...) tarihinden itibaren (dava tarihinden sonraki dört ay) yasal faiz işletilmesine)

4- İİK 28.maddesi gereğince kısa kararın bir suretinin tapu sicil müdürlüğüne gönderilmesine,

5- Davacı 492 Sayılı Kanun’un 13/(j) maddesinde belirtilen genel bütçeye dahil kamu idarelerinden olduğundan harç alınmasına yer olmadığına,

6- 4650 sayılı ile değişik, 2942 sayılı yasanın 29. Maddesi gereğince davacı tarafından yapılan yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına,

7- Davacı kendisini vekille temsil ettirdiğinden hüküm tarihinde yürürlükte bulunan avukatlık asgari ücret tarifesi gereğince vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacı tarafa verilmesine,

8- Davalılardan kendisini vekille temsil ettirenler lehine vekalet ücretinin takdirine


HÜKÜM: Yukarıda açıklandığı üzere;

1- Davacının davasının kabulüne,

2- Dava konusu (...) ili (...) İlçesi (...) Köyü / Mahallesi (...) mevkiinde bulunan (...) parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma bedelinin (...) TL olarak tespitine,

3- Bankaya bloke edilen kamulaştırma bedellerinin hak sahiplerine ödenmesine, Bu konuda ilgili bankaya müzekkere yazılmasına, (6459 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesinin 8. fıkrası gereğince bu bedele (...) tarihinden itibaren (dava tarihinden sonraki dört ay) yasal faiz işletilmesine)

4- İİK 28.maddesi gereğince kısa kararın bir suretinin tapu sicil müdürlüğüne gönderilmesine,

5- Davacı 492 Sayılı Kanun’un 13/(j) maddesinde belirtilen genel bütçeye dahil kamu idarelerinden olduğundan harç alınmasına yer olmadığına,

6- 4650 sayılı ile değişik, 2942 sayılı yasanın 29. Maddesi gereğince davacı tarafından yapılan yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına,

7- Davacı kendisini vekille temsil ettirdiğinden hüküm tarihinde yürürlükte bulunan avukatlık asgari ücret tarifesi gereğince vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacı tarafa verilmesine,

8- Davalılardan kendisini vekille temsil ettirenler lehine vekalet ücretinin takdirine


AÇIKLAMA:

Kamulaştırma davalarında kamulaştırma işlemini yapan kurumun mahkemeden talebi kamulaştırılan taşınmazın değerinin tespitidir. Çünkü Kamulaştırma Kanununa göre artık kamulaştırılacak taşınmazlar ilgili idare tarafından öncelikle satın alma yoluna gidilmekte kamulaştırma bedeli konusunda anlaşma sağlanamaması durumunda ise ilgili idare tarafından kamulaştırma bedelinin tespiti için asliye hukuk mahkemesinde dava açılmaktadır. Bu nedenlerle taşınmazın bütün bilgilerinin hüküm özetine yazılması ve daha sonra da kamulaştırma bedelinin miktarının tespit hükmü olarak hüküm özetinde yer alması gerekmektedir. Dikkat edilecek bir diğer konu ise karar öncesinde kamulaştırma bedelinin mahkeme veznesine ya da bir bankada hak sahipleri adına açılacak bir hesapta depo edilmesine karar verilmiş olacağı için bu paranın ilgililere ödemesi için de hüküm bulunmasıdır. Kamulaştırma kararlarının işleme konulacağı yer tapu müdürlüğüdür bu nedenle tapu müdürlüğüne de kararın bir örneğinin gönderilmesi gerekmektedir. Bazı kurumlar harçtan muaf oldukları için harç hesaplamalarında bu durumda dikkate alınarak hüküm özetinde belirtilmelidir. Kamulaştırma davaları hukuken tespit davası olması nedeniyle tespit davasında davacı olarak gözüken ilgili kurum yargılama giderlerinden doğrudan sorumlu olup diğer bütün yargılama giderlerinin ilgili kurum üzerinde bırakılmasına karar verilir. Taraflar kendilerini avukat ile temsil ettirmişlerse her iki taraf lehine de vekâlet ücretine hükmedilir.


09 Kasım, 2016

GEÇİT HAKKI KISA KARAR VE HÜKÜM ÖRNEĞİ


GEÇİT HAKKI KISA KARAR VE HÜKÜM ÖRNEĞİ

Uygulayıcı olarak hakimlerin en çok sıkıntı çektikleri konuların başında kısa karar örneği bulmak ve gerekçeli kararların hüküm fıkralarının yazımında örnek bulabilmektir. Geçit hakkı davalarında çok sık uyguladığım kısa karar örneğini aşağıda yayınlıyorum.

G.D.:

1- Davacı (...) ada (...) parsel lehine (...) ada (...) parsel aleyhine bilirkişi (...)'in .../.../... tarihli krokisinde (...) renkle gösterilen (...) m2 kısımda (...) -TL bedel karşılığında GEÇİT HAKKI TESİSİ İLE TAPUYA TESCİLİNE,

2- Yargılama giderlerinin davacılar üzerinde bırakılmasına,

3- (...) -TL vekalet ücretinin davalı (...)'dan alınarak davacıya verilmesine,

4- Kadastro dosyasının Tapu müdürlüğüne iadesine,

Dair Davacı vekili ile davalılara karşı gerekçeli kararın tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içerisinde (...) Bölge Adliye Mahkemesi’ne istinaf yolu açık olmak üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı. .../.../...

HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle;

1- Davacı (...) ada (...) parsel lehine (...) ada (...) parsel aleyhine bilirkişi (...)'in .../.../... tarihli krokisinde (...) renkle gösterilen (...) m2 kısımda (...) -TL bedel karşılığında GEÇİT HAKKI TESİSİ İLE TAPUYA TESCİLİNE,

2- Yargılama giderlerinin davacılar üzerinde bırakılmasına,

3- (...) -TL vekalet ücretinin davalı (...)'dan alınarak davacıya verilmesine,

4- Kadastro dosyasının Tapu müdürlüğüne iadesine,

Dair Davacı vekili ile davalılara karşı gerekçeli kararın tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içerisinde (...) Bölge Adliye Mahkemesi’ne istinaf yolu açık olmak üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı. .../.../...

AÇIKLAMA:

Geçit hakkı Türk Medeni Kanununa göre kurulan ve doğrudan ilgili taşınmaz lehine verilen bir karardır. Bu hakkın sürdürülebilirliği ve taşınmazlar el değiştirse bile kullanılmaya devam edilebilirliği tapu kaydına tescil edilmesi ile mümkündür. Bu nedenle verilen hükümde sadece geçit hakkının kabul edilmesi değil aynı zamanda tapuya tesciline de karar verilmesi gerekir. Böylece lehine ya da aleyhine geçit hakkı kurulan taşınmaz el değiştirse de geçit hakkı hukuken varlığını devam ettirir. Hükümde dikkat edilecek en önemli konu geçit hakkının hangi taşınmaz lehine ve hangi taşınmaz aleyhine verildiğinin açıkça yazılı olmasıdır. Çünkü tapu müdürlüğü kaydı bu hükme göre oluşturacaktır. Bir diğer önemli konu ise geçit hakkı için hazırlatılan bilirkişi raporuna ekli krokilerdir. Bu krokiler geçit hakkının verilmesinden sonra kadastro müdürlüğü tarafından yeni kadastro haritalarının hazırlanmasında kullanılmaktadır. Bu yüzden hükümde krokide işaretlenmiş olan kısmın da açıkça belirlenmiş olması gerekir.

MÜKERRER KAYDIN İPTALİNE İLİŞKİN NÜFUS DAVALARINDA KISA KARAR VE HÜKÜM ÖRNEĞİ


MÜKERRER KAYDIN İPTALİNE İLİŞKİN NÜFUS DAVALARINDA
KISA KARAR VE HÜKÜM ÖRNEĞİ

Uygulayıcı olarak hakimlerin en çok sıkıntı çektikleri konuların başında kısa karar örneği bulmak ve gerekçeli kararların hüküm fıkralarının yazımında örnek bulabilmektir. Mükerrer nüfus kayıtlarının iptali davalarında çok sık uyguladığım kısa karar ve hüküm örneğini aşağıda yayınlıyorum.

G.D.:

1- Davanın KABULÜNE,

2- (...) İli, (...) İlçesi, (...) Mahallesi / Köyü, Cilt No: (...), Hane No: (...), BSN: (...)'da (...) T.C. kimlik numarasıyla nüfusa kayıtlı (...) oğlu / kızı, .../.../... d.lu, (...)'ın nüfustaki mükerrer olan (...) İli, (...) İlçesi, (...) Mahallesi / Köyü, Cilt No: (...), Hane No: (...), BSN: (...)'deki kaydının İPTALİNE,

3-Karar kesinleştiğinde kararın bir örneğinin mahkeme Yazı İşleri Müdürlüğü tarafından ilgili (...) Nüfus Müdürlüğüne gönderilmesine,

4-Harç alınmasına yer olmadığına,

5-Davanın mahiyeti gereğince yargılama giderlerinin kamu üzerinde bırakılmasına,

Dair, davacı ve davalı kurum temsilcisinin yüzüne, karşı kararın tebliğinden itibaren iki haftalık yasal süre içerisinde (...) Bölge Adliye Mahkemesi’ne istinaf yolu açık olmak üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı. .../.../...


HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle;

1- Davanın KABULÜNE,

2- (...) İli, (...) İlçesi, (...) Mahallesi / Köyü, Cilt No: (...), Hane No: (...), BSN: (...)'da (...) T.C. kimlik numarasıyla nüfusa kayıtlı (...) oğlu / kızı, .../.../... d.lu, (...)'ın nüfustaki mükerrer olan (...) İli, (...) İlçesi, (...) Mahallesi / Köyü, Cilt No: (...), Hane No: (...), BSN: (...)'deki kaydının İPTALİNE,

3-Karar kesinleştiğinde kararın bir örneğinin mahkeme Yazı İşleri Müdürlüğü tarafından ilgili (...) Nüfus Müdürlüğüne gönderilmesine,

4-Harç alınmasına yer olmadığına,

5-Davanın mahiyeti gereğince yargılama giderlerinin kamu üzerinde bırakılmasına,

Dair, davacı ve davalı kurum temsilcisinin yüzüne, karşı kararın tebliğinden itibaren iki haftalık yasal süre içerisinde (...) Bölge Adliye Mahkemesi’ne istinaf yolu açık olmak üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı. .../.../...

AÇIKLAMA:

Mükerrer nüfus kaydının kaydın iptali davalarında aynı kişiye ait iki nüfus kaydının bulunması sebebiyle içlerinden birinin iptali talep edilir. İptaline karar verilen kaydın tam olarak kararda belirtilmesi gerekir. Çünkü nüfus müdürlüğü iptal edilecek kaydın hangi kayıt olduğunu mahkeme kararına bakarak belirler. Bu sebeple iptal edilen kayıt bütün unsurlarıyla kararın hüküm fıkrasına yazılmalıdır. Burada dikkat edilecek en önemli konu iptal edilecek kaydın T.C. kimlik numarasının yazılmış olmasıdır. Diğer bütün bilgilerin dışında en belirleyici olan T.C. kimlik numarasıdır. Hüküm fıkrasında ayrıca kararın bir örneğinin ilgili nüfus müdürlüğüne gönderilmesine de karar verilmelidir. Çünkü nüfus müdürlüğü bu karara göre işlem yapacağı için bilgi sahibi olmak zorundadır. Kaydın düzeltilmesi başka türlü olmaz.

MUHTESATIN TESPİTİ KISA KARAR ÖRNEĞİ


MUHTESATIN TESPİTİ KISA KARAR ÖRNEĞİ

Uygulayıcı olarak hakimlerin en çok sıkıntı çektikleri konuların başında kısa karar örneği bulmak ve gerekçeli kararların hüküm fıkralarının yazımında örnek bulabilmektir. Muhtesatın tespiti davalarında çok sık uyguladığım kısa karar örneğini aşağıda yayınlıyorum.

G.D.:

1- Davanın KABULÜNE;

2- (...) ili (...) ilçesi (...) Mahallesi / Köyü (...) ada (...) parsel sayılı taşınmaz üzerinde bulunan evin / kuyunun / ahırın T.C. kimlik numaralı (...) oğlu / kızı (...)’na adına tapunun beyanlar hanesine tesciline,


HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle;

1- Davanın KABULÜNE;

2- (...) ili (...) ilçesi (...) Mahallesi / Köyü (...) ada (...) parsel sayılı taşınmaz üzerinde bulunan evin / kuyunun / ahırın T.C. kimlik numaralı (...) oğlu / kızı (...)’na adına tapunun beyanlar hanesine tesciline,


AÇIKLAMA:

Muhtesatın tespiti çoğunlukla paydaşlığın giderilmesi davalarında paydaşlığın giderilmesi istenilen taşınmaz üzerindeki yapıların kime ait olduğunun tespiti için yapılır. Bu davalarda yetkili ve görevli mahkeme taşınmazın bulunduğu yer asliye hukuk mahkemesidir. Bu nedenle paydaşlığın giderilmesi davasına bakan sulh hukuk mahkemesi muhtesatın tespiti davası açmak üzere taraflardan birine yetki verir. Yetkiyi alan taraf bu yetki ile muhtesatın tespiti davasını açar ve dava sonunda kime ait olduğu tespit edilen muhtesatın aidiyeti resmileşir. Böylece muhtesatın taşınmazın kayıtlı bulunduğu tapu müdürlüğündeki kaydına şerh düşülerek resmiyet işlemi tamamlanır. Bu sebeple muhtesatın tespiti davalarında muhtesatın kime ait olduğunun tespiti ile yetinilmeyip aynı zamanda tapu kütüğünün beyanlar hanesine şerh verilmesinin de karara bağlanması gerekmektedir. Böylece muhtesatın kime ait olduğu resmi kayıtlara geçer ve paydaşlığın giderilmesi davasında paydaşlığın satış ya da paylaşma yoluyla giderilmesine karar verildiğinde ya o muhtesatın bulunduğu yer sahibine ayrılır ya da satış sonucu gelen satış parasından muhtesatın değeri aidiyetine karar verilen paydaşa teslim edilir.

ZORUNLU MALİ SORUMLULUK SİGORTASI DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATI İLİŞKİSİ


ZORUNLU MALİ SORUMLULUK SİGORTASI
DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATI İLİŞKİSİ

I. GİRİŞ:

Ülkemizde en çok karşılaşılan uyuşmazlıklardan biri de trafik kazalarıdır. Trafik kazaları sonucu meydana gelen ölüm ve yaralanmalarla maddi zararlar her yıl binlerce davaya konu olmaktadır. Bu makalemizde farklı görüşlerin olduğu bir konuya, zorunlu mali sorumluluk sigortasının araç işleteninin ölümü nedeniyle yakınlarının destekten yoksun kalma tazminatını kapsayıp kapsamadığı konusuna değineceğiz.

II. ZORUNLU MALİ SORUMLULUK SİGORTASININ HUKUKİ DAYANAĞI:

Zorunlu mali sorumluluk sigortası 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunun da düzenlenmiş olup bütün araç sahiplerinin yaptırmaları zorunlu olan sigorta türüdür. Bu kanun kapsamında sigortanın neleri kapsadığı ve neleri kapsamadığı, sorumluluk türleri açıkça sayılmıştır. Ancak kanunda yazılı durumlar bazen yorum gerektirmektedir ki incelemesini yaptığımız konu açıkça kanunda yazılı olmadığından ancak hukukçuların yorumu ile açıklığa kavuşturulabilecek bir konudur. Zorunlu mali sorumluluk sigortasının ölen araç işleticisinin yakınlarının destekten yoksun kalma tazminatı taleplerini karşılayıp karşılamayacağı konusunda bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak yasanın hukukçular tarafından yorumu yoluyla bu konu açıklığa kavuşturulabilir.

III. DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATINI KAPSAMADIĞINI SAVUNAN GÖRÜŞ:

Tartışma yaratan konu 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun “Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Dışında Kalan Hususlar” başlıklı 92’inci maddesidir. Bu madde de zorunlu mali sorumluluk sigortasının kapsamı dışında kalan konular sayılmıştır. Bu maddeye göre;

a) İşletenin; bu Kanun uyarınca eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilere karşı yöneltebileceği talepler,

b) İşletenin; eşinin, usul ve füruunun, kendisine evlat edinme ilişkisi ile bağlı olanların ve birlikte yaşadığı kardeşlerinin mallarına gelen zararlar nedeniyle ileri sürebilecekleri talepler,

c) İşletenin; bu Kanun uyarınca sorumlu tutulmadığı şeye gelen zararlara ilişkin talepler,

d) Bu Kanunun 105 inci maddesinin üçüncü fıkrasına göre zorunlu mali sorumluluk sigortasının teminatı altında yapılacak motorlu araç yarışlarındaki veya yarış denemelerindeki kazalardan doğan talepler,

e) Motorlu araçta taşınan eşyanın uğrayacağı zararlar,

f) Manevi tazminata ilişkin talepler

zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışındadır. Destekten yoksun kalma tazminatının ZMSS kapsamına girmediğini savunan görüş; ZMSS’nin aracın karıştığı trafik kazasında üçüncü kişilere karşı verilmiş olan zararları kapsadığı ancak üçüncü kişi durumunda olmayanların bedensel ve maddi zararlarını kapsamadığını savunmaktadır. Bu durumda işleten ya da yakınları eğer bedensel bir zarara uğramışsa ya da ölüm meydana gelmişse üçüncü kişi durumunda olmadıklarından bu sigorta kapsamında olmayacaklar ve her hangi bir hak talep edemeyeceklerdir. Nitekim Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 1990/825 Esas; 1990/963 Karar ve 16.02.1990 tarihli kararında “Bilindiği üzere zorunlu mali sorumluluk sigortası, sigorta ettirenin üçüncü kişilere verdiği zararları onun adına karşılamak üzere hem üçüncü kişileri hem de sigorta ettireni koruma amacı ile oluşturulmuş bir zarar sigortası türüdür. Bu bakımdan sigorta ettiren Erol üçüncü kişi durumunda olmadığından onun davasının reddi sonucu itibariyle doğru olmuştur.” (Ulaş, Işıl; Uygulamalı Sigorta Hukuku Mal ve Sorumluluk Sigortaları; Genişletilmiş ikinci baskı; s. 572; Turhan Kitapevi; Ankara; 1998)

Yargıtay 11. HD o tarihte yasanın bu hükmünün getiriliş amacından yola çıkarak bu yorumu yapmıştır. Yasanın bu hükmünün getiriliş amacının üçüncü kişilere karşı verilecek zararlara karşı bu zararları tazmin etmek amacı olduğu gerekçesiyle; yasanın bu maddesini bu şekilde yorumlamış ve işletenin kendisine gelen zararları sigortanın kapsamadığını kabul etmiştir. Ancak Yargıtay 11. HD bu görüşünde ısrarcı olmamış ve 2015 yılında içtihat değişikliğine gitmiştir.

IV. DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATINI KAPSADIĞINI SAVUNAN GÖRÜŞ:

ZMSS’nin işletenin ya da yakınlarının ölümü ya da bedensel zarar görmeleri durumunda uğradıkları zararları ya da destekten yoksun kalma tazminatını kapsadığını savunan görüş söz konusu yasa maddesinin aksi yorumundan, eski dildeki ifadesiyle mefhumu muhalifinden istinbat etmesinden yola çıkmaktadır.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun “Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Dışında Kalan Hususlar” başlıklı 92’inci maddesinde zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışında kalan durumlar sayılmıştır. Öncelikle bu saymanın hukuki niteliği üzerinde durulması gerekmektedir. Maddede ki sayma örnek olarak mı yoksa sınırlı sayı olarak mı (tahdidi ya da tadadi) sayılmıştır? Madde metni incelendiğinde ZMSS kapsamı dışında kalan konuların örnek olarak sayıldığını gösterir bir ibare bulunmamaktadır. Bu durumda maddede sayılan durumların tamamının sınırlı sayı ilkesine göre (tahdidi) yazılmış olduğunu söyleyebiliriz. Madde içinde sınırlı sayı ilkesine göre düzenleme bulunması o maddenin aksi yorumundan çıkarım yapmamızı da kolaylaştırır. Çünkü sayılanlar kesin olduğu için sayılanların kapsamına girmeyenler de bellidir. Söz konusu 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun “Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Dışında Kalan Hususlar” başlıklı 92. maddesi sigorta kapsamı dışında kalan durumları açıkça ve sınırlı sayıda belirtmiş olması nedeniyle işletenin kendisinin ve yakınlarının bedensel zararları ile işletenin kendisinin ölümü nedeniyle yakınlarının destekten yoksun kalma tazminatlarının bu madde kapsamında olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. Destekten yoksun kalma tazminatının bu madde kapsamına girdiğini savunan görüş maddenin aksi yorumundan yola çıkarak bu sonucu ulaşmaktadır.

İlk görüşün dayandığı ZMSS’nin üçüncü kişilerin zararlarını karşılamak için getirilmiş olduğu görüşü ise bu görüşle çelişmemektedir. Çünkü destekten yoksun kalma tazminatı talep eden işletenin yakınları sigorta sözleşmesinin tarafı olan sigorta şirketi ve işletene göre üçüncü kişi konumundadır. Bu nedenle Yargıtay’ın yeni kararı hukuken daha doğru ve hakkaniyet esaslarına daha uygun bir karardır. Ne var ki; bu kararın geçerliliğinin sağlam temellere dayandırılması iki karar arasındaki çelişkinin giderilmesine bağlıdır. Bu çelişki de ancak içtihadı birleştirme kararı verilmek suretiyle giderilebilir. Yargıtay’ın bu konuda verdiği en son kararın metnini aşağıda sunuyoruz.

V. YARGITAY KARARI:

YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2014/4969
KARAR NO : 2015/10313

MAHKEMESİ: Adana 1. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 02/04/2009
NUMARASI : 2008/2-2009/175

DAVACILAR : 1-Muhside Ulucan
                          2-Can Ulucan
                          3-Gülbin Ulucan

DAVALI : Anadolu Anonim Türk Sigorta Şirketi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR:

Davacı vekili; 12.05.2007 tarihinde meydana gelen tek taraflı trafik kazasında müvekkillerinin murisi Muhettin Ulucan'ın vefat ettiğini belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile eş Muhside ulucan için 2.000,00 TL, çocuklar Can Ulucan için 2.000,00 TL, Gülbin Ulucan için 2.500,00 TL, destekten yoksun kalma maddi tazminatın dava tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalı şirketten tahsilini talep etmiştir.

Davalı vekili; davanın reddini talep etmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma ve toplanan delillere göre; davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 91/1.maddesinde, “işletenlerin, bu kanunun 85/1 maddesine göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmaları zorunludur”, aynı yasanın 85/1 maddesinde, “bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yararlanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, araç işletenin bu zarardan sorumlu olacağı”, aynı yasanın 85/son maddesinde ise, “ işleten ve araç işleticisi teşebbüsün sahibi, aracın sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumludur.” hükümlerine yer verilmiş, Karayolları Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının A-1.maddesinde de, “sigortacı bu poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermesinden dolayı 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’na göre işletene düşen hukuki sorumluluğu, zorunlu sigorta limitlerine kadar temin eder” şeklinde ifade edilmiştir.

Yukarıda açıklanan madde hükümlerinden, Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası; motorlu bir aracın karayolunda işletilmesi sırasında, bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına neden olması halinde, o aracı işletenin zarara uğrayan 3. kişilere karşı olan sorumluluğunu belli limitler dahilinde karşılamayı amaçlayan ve yasaca yapılması zorunlu kılınan bir zarar sigortası türü olduğu anlaşılmaktadır.

Motorlu araçların işletilme tehlikesine karşı, zarar gören üçüncü şahısları, korumak amacıyla getirilmiş olan bu düzenleme ile öngörülen sorumluluğunun bir kusur sorumluluğu olmayıp, sebep sorumluluğu olduğu; böylece araç işletenin sorumluluğunun sebep sorumluluğunun ikinci türü olan tehlike sorumluluğuna ilişkin bulunduğu, öğretide ve yargısal içtihatlarla kabul edilmektedir (Fikret Eren, Borçlar Hukuku, 9. Bası, s. 631 vd.; Ahmet Kılıçoğlu, Borçlar Hukuku, Genişletilmiş 10. Baskı, s. 264 vd).

2918 sayılı Kanunun 86. maddesinde ise, bu Kanunun 85.maddesinde düzenlenen sorumluluktan kurtulma ve sorumluluğu azaltma koşullarına yer verilmiştir.

Bu düzenlemelere göre, araç işleteni veya araç işleteninin bağlı bulunduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulabilecek; sorumluluktan kurtulamayan işleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi ise kazanın oluşunda zarar görenin kusurunun bulunduğunu ispat ederse, hakim, durum ve şartlara göre tazminat miktarını indirebilecektir.

Burada kanun koyucu zarar görenin kusuru nispetinde indirim yapılabileceğini öngörmüş ve indirimi zorunlu tutmayarak hakimin taktirine bırakmıştır. Uygulama ve öğretide de (S. Ünan, “Ergün A. Çetingil ve Rayegan Kender’e 50. Birlikte Çalışma Yılı Armağanı 2007”, s. 1180) bu husus kabul edilmektedir.

Kanun koyucu, açıklanan düzenlemeler yanında 2918 sayılı KTK’nun 91. maddesiyle de; işletenin Aynı Kanunun 85. maddesinin birinci fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası (Karayolları Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası) yaptırma zorunluluğunu getirmiştir.

Hemen belirtmelidir ki, işletenin sorumluluğu hukuki nitelikçe tehlike sorumluluğuna ilişkin bulunmakla, işletenin hukuki sorumluluğunu üstlenen zorunlu sigortacının 91.maddede düzenlenen sorumluluğu da bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Öyle ise, hem işleten hem de sigortacının sorumluluğu, hukuki niteliği itibariyle tehlike sorumluluğuna ilişkin bulunduğundan, uyuşmazlığın bu çerçevede ele alınıp, çözümlenmesi gerekmektedir.

Karayolları Trafik Kanununda zorunlu trafik sigortasına ilişkin olarak, sorumluluğun kapsamı yanında, bu kapsam dışında kalan haller de açıkça düzenlenmiştir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun “Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Dışında Kalan Hususlar” başlıklı 92. maddesinde:

“Aşağıdaki hususlar, zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışındadırlar.

a) İşletenin; bu Kanun uyarınca eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilere karşı yöneltebileceği talepler,

b) İşletenin; eşinin, usul ve füruunun, kendisine evlat edinme ilişkisi ile bağlı olanların ve birlikte yaşadığı kardeşlerinin mallarına gelen zararlar nedeniyle ileri sürebilecekleri talepler,

c) İşletenin; bu Kanun uyarınca sorumlu tutulmadığı şeye gelen zararlara ilişkin talepler,

d) Bu Kanunun 105 inci maddesinin üçüncü fıkrasına göre zorunlu mali sorumluluk sigortasının teminatı altında yapılacak motorlu araç yarışlarındaki veya yarış denemelerindeki kazalardan doğan talepler,

e) Motorlu araçta taşınan eşyanın uğrayacağı zararlar,

f) Manevi tazminata ilişkin talepler.”

hükmü ile, zorunlu trafik sigortacısının hangi zararlardan sorumlu olmadığı düzenleme altına alınmış; burada örnekseme yoluna gidilmeyip; tek tek ve tahdidi olarak sorumlu olunmayan haller sıralanmıştır.

Bu noktada üzerinde durulması gereken hususlardan birisi, 2918 sayılı KTK’nun 92/b maddesinde yer alan “İşletenin; eşinin, usul ve füruunun, kendisine evlat edinme ilişkisi ile bağlı olanların ve birlikte yaşadığı kardeşlerinin mallarına gelen zararlar nedeniyle ileri sürebilecekleri taleplerin zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışında olduğuna” ilişkin hükümdür.

Bu hükümle kanun koyucu; tehlike sorumlusu zorunlu mali sorumluluk sigortacısının sorumluluğu kapsamından sadece, tehlike sorumlusu olan işletenin eşinin, usul ve füruunun, kendisine evlat edinme ilişkisi ile bağlı olanların ve birlikte yaşadığı kardeşlerinin mallarına gelen zararları çıkarmıştır.

Şu haliyle, anılan kişilerin mallarına gelen zararlar dışında kalan ölüm ve yaralanmaya ilişkin cismani zararlar ise sigortacının sorumluluğu kapsamında bırakılmış; böylece tehlike sorumlusunun yakınlarının dahi belirtilen anlamda sigorta kapsamında olduğu benimsenmiştir.

Durum bu olunca, işletenin; eşinin, usul ve füruunun, kendisine evlat edinme ilişkisi ile bağlı olanların ve birlikte yaşadığı kardeşlerinin ölüm veya yaralanmaları halinde bundan kaynaklanan zararlarının zorunlu sigorta kapsamında olduğu kabul edilmelidir.

Araç sürücüsünün veya yakınlarının talepleri ise 92.madde kapsamında yer almamakla sigortacının sorumluluğu kapsamında kabul edilmiştir.

Destekten yoksun kalma tazminatı, B.K'nun 45/II. maddesinde düzenlenmiş olup; "Ölüm neticesi olarak diğer kimseler müteveffanın yardımından mahrum kaldıkları takdirde onların bu zararını da tazmin etmek lazım gelir." şeklinde hükme bağlanmıştır.

Görülmektedir ki, destekten yoksun kalma tazminatının konusu, desteğin yitirilmesi nedeniyle yoksun kalınan zarardır. Buradaki amaç, destekten yoksun kalanların desteğin ölümünden önceki yaşamlarındaki sosyal ve ekonomik durumlarının korunmasıdır. Olaydan sonraki dönemde de, destek olmasa bile, onun zamanındaki gibi aynı şekilde yaşayabilmesi için muhtaç olduğu paranın ödettirilmesidir.

Haksız bir eylem sonucu desteğini yitiren kimse BK'nun 45/II. maddesine dayanarak uğradığı zararın ödetilmesini isteyebilir. Ancak, destekten yoksun kalma tazminatına hükmedilmesi için öncelikle, ölen ile destekten yoksun kalan arasında maddi yönden düzenli ve eylemli bir yardımın varlığı gerekir.

Borçlar Kanunu’nun 45.maddesinde sözü geçen destek kavramı hukuksal bir ilişkiyi değil, eylemli bir durumu hedef tutar ve ne hısımlığa ne de yasanın nafaka hakkındaki hükümlerine dayanır; sadece eylemli ve düzenli olarak geçimini kısmen veya tamamen sağlayacak şekilde yardım eden ve olayların olağan akışına göre eğer ölüm vuku bulmasaydı, az çok yakın bir gelecekte de bu yardımı sağlayacak olan kimse destek sayılır.

O halde destek sayılabilmek için yardımın eylemli olması ve ölümden sonra da düzenli bir biçimde devam edeceğinin anlaşılması yeterli görülür.

Bununla birlikte destekten yoksun kalan kimse devamlı ve gerçek bir ihtiyaç içerisinde bulunmalıdır. Genel olarak bakım ihtiyacı, sosyal düzeye uygun olan yaşamın devamını sağlamak için gerekli olanaklardan yoksun kalmayı anlatır. Eğer ölenin eylemli olarak baktığı davacı, ölüm yüzünden bu bakımın sağladığı yaşama düzeyinin altına düşmüş olursa, ihtiyaç bulunma koşulu gerçekleşmiş sayılır. Burada önemli olan, destekten yoksun kalan kimsenin ve ailesinin temsil ettiği sosyal ve ekonomik düzeye göre normal karşılanan giderlerdir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 21.04.1982 gün, 979/4-1528 E., 1982/412 K. sayılı kararı).

Diğer taraftan, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nun 06.03.1978 tarih ve 1/3 sayılı kararının gerekçesinde de: "Destekten Yoksun Kalma Tazminatının eylemin karşılığı olan bir ceza olmayıp, ölüm sonucu ölenin yardımından yoksun kalan kimsenin muhtaç duruma düşmesini önlemek ve yaşamının desteğin ölümünden önceki düzeyde tutulması amacına yönelik sosyal karakterde kendine özgü bir tazminat olduğu” hususu vurgulanmış; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 30.11.2005 gün ve 2005/4-648 E.-2005/691 K. sayılı ilamında da aynı esaslar benimsenmiştir.

Önemle vurgulanmalıdır ki, Borçlar Kanunu’nun 45/III. maddesine göre destekten yoksun kalma tazminatı, desteğin mirasçısı olarak geride bıraktığı kişilere değil, desteğinden yoksun kalanlarına aittir. Destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilecek kişiler, mirasçılardan başka kişiler de olabileceği hususunda da herhangi bir ihtilaf yoktur. Murisin trafik kazasından kaynaklanan bir sorumluluğu söz konusu olduğunda ve koşulları oluştuğunda mirasçıları bundan sorumlu olduğu halde, aynı olay nedeniyle destekten yoksun kalan ve fakat mirasçı olmayan kişiler bundan sorumlu değildir (HGK.nun 15.06.2011 gün ve 2011/17-142 E. -411 K. sayılı ilamı).

Davacıların destekten yoksun kalma tazminatı talebine dayanak olarak gösterdikleri zarar; işletenin ölümü sonucunda meydana gelmekle birlikte işleten üzerinde doğan bir zarardan ayrı ve salt onun desteğinden yoksun kalınması olgusuna dayalı, mirasçılık sıfatıyla bağlı olmaksızın uğranılabilen bir zarardır. Böyle bir zararın işletenin kendisinin sahip olacağı hakla bir ilişkisi olmadığı gibi, doğrudan işletenin zararıyla bağlı ve onunla sınırlı bir zarar da değildir. İşletenin ölümü zararı doğuran olay olmakla birlikte, zarar doğrudan üçüncü kişi durumundaki destekten yoksun kalanlar üzerinde oluşmuştur. Buradaki zarar, mirasçıların salt bu sıfatla devraldıkları murislerinin uğradığı ve ondan intikal eden bir zarar da değildir.

Destekten yoksun kalma tazminatına dayanak teşkil eden hak, salt miras yoluyla geçen bir hak olsa idi doğrudan işleten üzerinde doğup ondan mirasçılarına intikal edeceğinden, bu yöndeki savunmalar ölenin desteğinden yoksun kalanlara karşı ileri sürülebilecekti. Oysa yukarıda da açıklandığı üzere, destekten yoksun kalma tazminatına konu davacıların zararı, desteklerinin ölümü nedeniyle destekten yoksun kalan sıfatıyla doğrudan kendileri üzerinde doğan zarardır. Bu zarardan doğan hak desteğe ait olmadığına göre, onun kusurunun bu hakka etkili olması da düşünülemez.

Şu hale göre; işleten murisin, ister kendi kusuru ister bir başkasının kusuru ile olsun salt ölmüş olması, destekten yoksun kalanlar üzerinde doğrudan zarar doğurup; bu zarar gerek Kanun gerek poliçe kapsamıyla teminat dışı bırakılmamış olmakla, davacıların hakkına, desteklerinin kusurunun olması etkili bir unsur olarak kabul edilemez ve destekten yoksunluk zararından kaynaklanan hakkın sigortacıdan talep edilmesi olanaklıdır.

Davacıların üçüncü kişi konumunda oldukları hem mahkeme, hem de özel dairenin kabulünde olduğu gibi, işletenin yakınlarının uğradıkları destek zararlarının trafik sigortacısının sorumluluğu kapsamı dışında kaldığına ilişkin Kanunda ve buna bağlı olarak poliçede açık bir düzenleme bulunmadığı da, uyuşmazlık konusu değildir.

Davacıların uğradıkları zarara bağlı olarak talep ettikleri hak, salt miras yoluyla geçen bir hak olmayıp, bilimsel ve yargısal içtihatlarda kabul edildiği üzere destekten yoksun kalanın şahsında doğrudan doğruya doğan, asli ve bağımsız bir talep hakkıdır.

Davacıların ölenin salt mirasçısı sıfatıyla değil, destekten yoksun kalan üçüncü kişi sıfatıyla dava açtıklarına, ölüm nedeniyle doğrudan davacılar üzerinde doğan destekten yoksunluk zararının oluşumundaki kusurun davacılara yansıtılamayacağına; dolayısıyla araç sürücüsünün veya işletenin tam kusurlu olmaları halinde, desteğinden yoksun kalan davacıları etkilemeyeceğine; 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları’na göre, aracın zorunlu mali sorumluluk sigortacısı davalı sigorta şirketi, işletenin üçüncü kişilere verdiği zararları teminat altına aldığına ve olayda işleten veya sürücü tam kusurlu olsalar bile, destekten yoksun kalan davacılar da zarar gören üçüncü kişi konumunda bulunduğundan, davalı sigorta şirketinin sorumlu olacağına karar vermek gerekir. (HGK'nun 15.6.2011 gün ve 2011/17-142 esas-411 karar, HGK'nun 22.2.2012 gün 2011/17-787 esas 2012/92 karar sayılı ilamları uyarınca, 16.1.2013 gün HGK 2012/17-1491 esas, 2013/74 karar sayılı ilamı)

Somut olayda, davacıların ölen murisi sürücüsü olduğu araçta %100 kendi kusuruyla vefat ettiği anlaşılmaktadır. Mahkemece yukarıda açıklanan yasa hükümleri doğrultusunda davacılar 3.kişi konumunda olduğundan davanın esasına girilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanlış gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru olmamıştır.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 08.10.2015 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

Başkan Üye Üye Üye Üye

A.Ş.Sertkaya M.Özcan S.Kul H.Tuztaş B.Aydın