29 Mart, 2012

6102 SAYILI YENİ TÜRK TİCARET KANUNU’NA GÖRE TAŞINMAZLARIN SERMAYE OLARAK GÖSTERİLMESİ

YENİ TÜRK TİCARET KANUNU’NA GÖRE
TAŞINMAZLARIN SERMAYE OLARAK GÖSTERİLMESİ  
VE
BU TAŞINMAZLARIN TAPUYA TESCİLİ

I. GİRİŞ:

6102 sayılı yeni Türk Ticaret Kanunu ile ticaret hayatımızı tamamen etkileyecek yeni düzenlemeler getirilmektedir. Bu düzenlemelerin bazıları TTK yürürlüğe girmeden önce yapılmış olan hukuki işlemleri de kapsamaktadır. Bu makalemizde taşınmazların şirketlere sermaye olarak konulması konusunu inceledik.

II. 6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NDAKİ DÜZENLEME:

6102 sayılı yeni Türk Ticaret Kanunu m. 128/V ve VI’ya göre;

“Taşınmaz mülkiyetinin veya diğer ayni bir hakkın sermaye olarak konulması hâlinde, şirketin bunlar üzerinde tasarruf edebilmesi için tapu siciline tescil gereklidir.

Mülkiyet ve diğer ayni hakların tapu siciline tescili istemi ile diğer sicillere yapılacak tescillerle ilgili bildirimler, ticaret sicili müdürü tarafından, ilgili sicile resen ve hemen yapılır. Şirketin tek taraflı istemde bulunabilme hakkı saklıdır.”

Bu maddeye göre taşınmaz mülkiyetinin şirkete sermaye olarak konulması durumunda şirketin bu taşınmaz üzerinde tasarrufta bulunabilmesi için taşınmazın tapu siciline tescil ettirilmesi gerekmektedir. Söz konusu tescilin gecikmemesi için ticaret sicili müdürlerine de tescil için tapu siciline resen başvuru yetkisi tanınmıştır. TTK yürürlüğe girdikten sonra kurulacak şirketler eğer bir taşınmazı sermaye olarak gösterirlerse şirketin ticaret siciline bildirilmesinden sonra ticaret sicili müdürü tarafından kendiliğinden tapu siciline bildirilecektir.

Bu konuda şirketlere tek taraflı istemde bulunma hakkı da tanınmıştır. Yani şirket yetkilileri sermaye olarak gösterdikleri taşınmazın şirket adına tapuya tescili için kendileri de başvuruda bulunabileceklerdir. Böylece ticaret sicili müdürünün tapu siciline bildirimde gecikmesi halinde şirket yetkililerinin ticaret sicili müdürünü beklemeleri de gerekmeyecektir.

III. 6103 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NUN YÜRÜRLÜĞÜ VE UYGULAMA ŞEKLİ HAKKINDA KANUN’DA Kİ DÜZENLEME:

6103 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun taşınmazların şirketlere sermaye olarak konulması hali için özel bir düzenleme getirmiştir. 6103 sayılı kanun m. 16/I’e göre;

“Türk Ticaret Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önce bazı taşınmazlar bir şirkete sermaye olarak konulmuş, ancak bunların tapu sicilinde tescillerinin şirket adına  yapılmamış olması hâlinde, şirket alacaklıları, ortakları veya pay sahipleri tescil isteminde bulunabilecekleri gibi, tescilin, ticaret sicili müdürlerince  yaptırılması talimatını Sanayi ve Ticaret Bakanlığı da verebilir. Tescil harcı ile diğer harç ve masraflar, 21.7.1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri çerçevesinde şirketten alınır.”

6103 sayılı kanun m. 16/I’de ki bu hüküm TTK yürürlüğe girmeden önce şirkete sermaye olarak bir taşınmazın gösterildiği ancak taşınmazın şirket adına tapuya tescilinin yapılmadığı halleri düzenlemektedir. Düzenleme ile TTK yürürlüğe girmeden önce kurulmuş ve sermaye olarak da bir taşınmaz gösterilmiş şirketlerin alacaklıları, ortakları veya pay sahipleri taşınmazın şirket adına tapu siciline tescili talebinde bulunabileceklerdir.

6103 sayılı kanun m. 16/I hükmü aynı zamanda TTK m. 128/VI hükmü ile de uyum içindedir. Buna göre Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın talimatı ile ticaret sicili müdürlerinin de TTK yürürlüğe girmeden önce bir taşınmazı sermaye olarak göstermiş olan şirketlerin bu taşınmazı hakkında tapuya tescil talebinde bulunabileceğini hüküm altına almıştır. Bu tescil başvurusu Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın talimatı ile ticaret sicili müdürleri tarafından yapılırsa tescilden doğan harç ve masraflar 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre taşınmazı hakkında tescil başvurusunda bulunulan şirketten alınacaktır. 6183 sayılı yasaya göre söz konusu harç ve masrafların tahsili yoluna gidilmesi şirketlere bir de icra masrafları çıkartacaktır. Bu sebeple TTK yürürlüğe girmeden önce ya da yürürlüğe girdikten sonra sermaye olarak konulmuş olan taşınmazların şirket adına en kısa sürede tapuya tescili işlemlerinin yapılması gerekir.  

            TTK yürürlüğe girdikten sonra kurulacak şirketlerin sermaye olarak gösterilecek taşınmazlarının ticaret sicili müdürleri tarafından yapılacak olan tescil işlemlerinin masrafları konusunda da aynı yol izlenecektir.

IV. ALACAKLILAR AÇISINDAN TESCİL BAŞVURUSU:

Sermayesinde taşınmaz gösterilen bir şirketin alacaklıları şirketin sermaye olarak gösterdiği ancak şirket adına tapuya tescil ettirilmeyen taşınmazın şirket adına tapuya tescilini talep edebilecektir. Böylece şirket aleyhinde alacağı için takip başlatmış ancak borçlu şirketin mal varlıkları alacaklarını karşılamayan alacaklılar borçlu şirkete sermaye olarak gösterilmiş ve şirket adına tescilli olmadığı için üzerinde haciz işlemi uygulayamadıkları taşınmazların satış ya da benzeri tasarruflarla elden çıkartılması gibi durumlarla karşılaşmaları bu hükümle engellenmiş olacaktır.

26 Mart, 2012

ÇEKLERDE KEŞİDE YERİNİN KISALTILMASI

ÇEKLERDE KEŞİDE YERİNİN KISALTILARAK YAZILMASININ HUKUKİ DEĞERLENDİRMESİNİ YAPAN İÇTİHADI BİRLEŞTİRME KARARININ YENİ TÜRK TİCARET KANUNU KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ 

I. İÇTİHADI BİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU KARARI:

Esas 1992/1
Karar 1992/5

GEREKÇE:

A- USUL YÖNÜNDEN YAPILAN İNCELEME:

1- Altıncı Ceza Dairesi’nin 20.02.1991 gün ve 8474/1305 sayılı kararında “…çekteki (İst) yazısının keşide yeri olarak kabulünün mümkün olmadığı, bu itibarla özel evrak sayılması gerektiği dikkate alınmadan Türk Ceza Kanunu’nun 345. maddesi yerine 342/I maddesi ile ceza tayini …” 26.02.19991 gün ve 762/1556 sayılı kararında “…çek metninde (Brs) harflerinin keşide yerini belirtemeyeceği gözetilmeden Türk Ceza Kanunu’nun 345. maddesi yerine 342/I maddesi ile ceza tayini…” ve 10.10.1991 gün ve 5163/6153 sayılı kararında “…keşide yerinin tam olarak çek üzerine yazılmasında zorunluluk vardır. Olayımızda suça konu çekteki (İst) yazısının keşide yerini tam olarak ifade eder nitelikte bulunmadığı gözetilerek Türk Ceza Kanunu’nun 345 ve 80. maddeleri ile uygulama yapılması gerekirken 342 ve 80 maddeleriyle hüküm kurulmak suretiyle ceza tayini…” denilmiş;

2- Yedinci Ceza Dairesi’nin 19.06.1990 gün ve 10791/7859 sayılı kararında “…keşide yeri ibaresinin altında bulunan (İ.S.T.) harfleri İstanbul kelimesinin kısaltılmış şekli olup keşide yerini ifade ettiği cihetle… 3167 sayılı Kanunun 16. maddesine muhalefet suçunun oluştuğu…” denilmiş, 20.12.1991 gün ve 9315/14690 sayılı kararı ile çekteki (İst) kısaltmasının keşide yerini gösterir sayan Yerel Mahkeme hükmü onanmış;

3- Onuncu Ceza Dairesi’nin 24.03.1992 gün ve 1201/3020 sayılı kararında “…anılan çeklerde keşide yeri de (ANT) olarak belirlendiği, çek üzerindeki kaşe damgalardan Antalya olduğunun açıkça anlaşıldığı, bu nedenle yasal unsurların tamam olduğu…” ve 25.06.1992 gün ve 9575/7508 sayılı kararında “…suç konusu çekteki (İst) kelimesinin İstanbul ilini temsil ettiği…” vurgulanmış;

4- On Birinci Hukuk Dairesi’nin 30.01.1987 gün ve 384/391 sayılı kararında “…çekte keşideci kaşesi basılmış, kaşenin (...) ibaresinin altına matbu isimler arasına (İst) yazılmış bulunmasına ve keşide yeri gösterilmemiş olan çekin keşidecinin ad ve soyadı yanına yazıl yerde çekilmiş sayılacağına…” denilmiş;

5- 12. Hukuk Dairesi’nin 27.10.1980 gün ve 6054/7719 sayılı kararında “…keşidecinin imzasının yanında (B.Köy) kelimesinin bulunmasına ve bu kelimenin Bakırköy olarak kabul edilmesinin gerekmesine ve diğer koşulları da kapsaması nedeniyle belgenin çek niteliğinde olmasına…”  denilmiş;

Olduğu görülmekle Altıncı Ceza Dairesi’nin kararları ile Yedinci ve Onuncu Ceza, On Birinci ve On ikinci Hukuk Dairelerinin kararları ararında içtihat aykırılığı bulunduğuna oy birliği ile karar verildikten sonra esasın görüşülmesine geçilmiştir.

B-ESAS YÖNÜNDEN YAPILAN İNCELEME:

Çek, Türk Ticaret Kanunu’na göre kıymetli evrak mahiyetinde bir kambiyo senedidir ve hukuk niteliği itibariyle bir havaledir. Bu havalenin yazılı şekilde yapılması, belli şekil şartlarını içermesi ve kayıtsız şartsız bir ödeme yetkisi biçiminde olması gerekir. Diğer kambiyo senetlerinde olduğu gibi çekte de sıkı sıkıya şekli bağlılık esası geçerlidir. Zorunlu unsurlardan birinin bile eksikliği çekin bu niteliğini ortadan kaldırır. Çekin zorunlu unsurları Türk Ticaret Kanunu’nun 3. maddesi de dikkate alındığında: a) Banka tarafından mevzuattaki tanıma uygun şekilde bastırılmış çek yaprağı olması; b) Bu çek yaprağının çek kelimesini; c) Hesabın bulunduğu muhatap banka şubesinin adını ve keşidecinin hesap numarasını; ç) Kayıtsız şartsız bir bedelin ödenmesi için havaleyi; d) Keşide gününü ve keşide yerini ihtiva etmesi zorunludur.

İçtihadı birleştirmenin konusu çekte “keşide yeri” ile ilgilidir. Çekin yazıldığı, ihdas edildiği yerin çekin yüzüne yazılması zorunludur. Keşide yeri çekin zorunlu unsuru olduğu için keşide yeri gösterilmeyen çek bu nitelikte sayılmamaktadır. Ancak Türk Ticaret Kanunu’nun 693. maddesinde “Yukarıdaki madde de gösterilen hususlardan birini ihtiva etmeyen bir senet aşağıdaki fıkralarda yazılı haller dışında çek sayılmaz… keşide yeri gösterilmemiş olan çek, keşidecinin ad ve soyadının yanında yazılı olan yerde çekilmiş sayılır” denilmiş ve çekle ilgili düzenlemeler Türk Ceza Kanunu’nda, Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında 3167 sayılı kanunda, Türk Ceza Kanunu’nda ve İcra ve İflas Kanunu’nda yer almaktadır. Türk Ceza Kanunu açısından çek resmi Evrak sayılmaktadır. Türk Ceza Kanunu’nun 349/II maddesine göre “Emre veya hamiline yazılı olarak tanzim edilen kambiyo senetleri resmi evrak hükmündedir.” Bu nedenle çekler üzerinde işlenen sahtecilik suçları resmi evrakta sahtekârlık hükümlerine tabi olacağından Türk Ceza Kanunu’nun 342. maddesinin uygulanmasını gerektirmektedir. Ayrıca çekin talimata aykırı olarak doldurulması Türk Ceza Kanunu’nun 509. maddesini de devreye sokabilecektir. 3167 sayılı kanunda karşılıksız çek keşide edenler yönünden caydırıcı olabilecek cezai yaptırımlar getirilmektedir. Bu kanun Türk Ticaret Kanunu’na göre hem özel kanun, hem de daha sonraki kanun olması dolayısıyla öncelikle uygulanması gerekmekle beraber, kanunun birinci maddesindeki “Bu kanunda hüküm bulunmayan hallerde genel hükümler uygulanır” hükmü nedeniyle çek yasasında hüküm bulunmayan hallerde Türk Ticaret Kanunu’nun çekle ilgili hükümleri uygulama alanı bulacaktır. Şunu belirtmek gerekir ki bu kanunun uygulanması bakımından çek Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabi olmakta devam etmektedir. Karşılıksız bir çek dolayısıyla cezai tatbikat yapılabilmesi için ilk şart, şekil açısından Türk Ticaret Kanunu’na göre geçerli bir çekin bulunmasıdır. Çekle ilgili düzenlemelerin değişik kanunlarda yer alması, uygulamada bu işe bakan dairelerden değişik kararlar çıkmasına neden olduğundan, bu durum çeklerde özellikle keşide yerinin kısaltma biçiminde yazılması halinde gösterilmiş sayılıp sayılmayacağı konusunda içtihat birliğini sağlamayı zorunlu kılmaktadır. Bir belgenin çeşitli kanun uygulamaları bakımından, yine kanunda tanımı yapılmış ve unsurları gösterilmiş olan çek niteliğinde olup olmadığını tartışıp saptamanın hukuki bir sorun olduğu da kuşkusuzdur.

Sıkı şekilcilik kanunun aradığı zorunlu unsurları çek yaprağı üzerine yazmayı gerektirir. Zira çek keşideci ile lehtar arasında havale ilişkisi doğuran bir akittir. Keşideci çeki düzenlemekle o konudaki iradesini beyan etmiş olmaktadır. İrade beyanı olmadan çekin vücut bulması mümkün değildir. Bu irade beyanının anlaşılabilir olması en önemli özelliğidir. Kanun beyan için yazılı olması dışında başkaca bir şekil şartı koymamıştır. Çekin bu niteliği dikkate alındığında keşidecinin çekte kısaltma kullanmasını engelleyen bir düzenleme olmadığı söylenebilir. Bunun gibi keşide yerinin yazılması da bir irade beyanı olduğundan, anlaşılabilir olması koşulu ile bu irade beyanının kısaltılarak yapılması da mümkündür. Okunduğunda hiçbir duraksama söz konusu olmaksızın anlamları belirlenebilen kısaltmaların keşide yeri olarak yazılması çeki sadece bu kısaltma sebebiyle geçersiz hale getirmez. G. Antep, Ş. Urfa, K. Maraş, G. Hacıköy, Ş. Koçhisar, Ş. Karahisar gibi kısaltmaların neyi ifade ettikleri kolaylıkla ve hiçbir tartışmaya yol açmaksızın belirlenebilecek keşide yeri olarak yazılması halinde çek bu niteliğini korumalı, buna karşın ne anlama geldiği bilinmeyen kısaltmaların yazılması halinde keşide yeri gösterilmemiş sayılmalıdır. Bu konuda ölçü keşidecinin irade beyanının hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde anlaşılabilir olup olmamasıdır.

Medeni Kanun’un 2. maddesindeki iyi niyet kuralı ve hukuk güvenliği de çeklerde keşide yerinin kısaltılmış olarak yazılmasına olumlu bakılmasını gerektirmektedir. Öğretide de keşide yerinin aynen yazılması konusunda katı bir görüş yoktur.

Çekin önemi de yukarıdaki görüşü doğrulamaktadır. Çek ekonomik ve ticari faaliyetlerle çeşitli yararlar sağlamakta ve önemli ihtiyaçları karşılamaktadır. Her şeyden önce çek bir ödeme aracıdır. Gelişmiş batı ülkelerinde ödemelerin çok büyük bir kısmı çekle yapılmaktadır. Bu sayede de yatırımlar kolaylaşmaktadır. O nedenle ülkeler çek kullanımını yaygınlaştırmak amacıyla yasal düzenlemeler yapmaktadır. Ülkemizde 3167 sayılı kanunun yürürlüğe konulması da bu ihtiyaçtan doğmuştur ve çek hamillerini koruyucu hükümler getirilmek suretiyle bu amaca ulaşılmak istenmiştir. Böyle bir amaç keşidecinin iradesini ortadan kaldıracak yolda aşırı müdahaleciliğe cevaz vermemektedir.

Bu doğrultuda olmak üzere Türk Ticaret Kanunu’nun 693. maddesine göre keşide yeri gösterilmemiş olan çek keşidecinin ad ve soyadı yanında yazılı olan yerde çekilmiş sayılmaktadır.

Bu itibarla çeklerde keşide yerinin hiçbir duraksamaya meydan vermeyecek şekilde anlaşılabilir olması koşulu ile kısaltılmış olarak yazılması halinde, sadece bu nedenle çekin geçersiz sayılamayacağı doğrultusunda içtihatların birleştirilmesine karar verilmelidir.

Kararlar arısındaki içtihat aykırılığı, esas itibarı ile hangi kısaltılmış yer adlarının geçerli olduğu veya olmadığı noktasında değildir. Aykırılık, keşide yerinin kısaltılmış olarak yazılmış olmasının, çekin bu özelliğini ortadan kaldırıp kaldırmayacağı, çekin sadece bu sebeple geçersiz hale gelip gelmeyeceği hususunda bulunduğundan kısaltılmış şekillerin nitelikleri, neden geçerli sayıldıkları veya sayılmadıkları hususları üzerinde durulmamış, çekte keşide yerinin kısaltılarak yazılmasının hiçbir duraksamaya yer vermeyecek şekilde anlaşılabilir olması koşuluyla çeki sadece bu sebeple geçersiz hale getirilmeyeceğinin belirtilmesi ile yetinilmiştir. Yukarıda ki bazı kısaltmalara da sadece konunun aydınlığa kavuşması için değinilmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle çeklerde keşide yerinin, hiçbir duraksamaya yer vermeyecek şekilde anlaşılabilir olması koşuluyla kısaltılmış olması yazılması halinde, çekin sadece keşide yerinin kısaltılmış olarak yazılmış olması sebebiyle geçersiz sayılamayacağına, içtihatlar arasındaki aykırılığın bu yolda giderilmesine, 14.12.1992 yılında yapılan ilk toplantıda üçte ikiyi geçen çoğunlukla Yargıtay Kanunu’nun 45. maddesi uyarınca karar verildi.

II. KARARIN 6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU KAPSAMINDA İNCELENMESİ:

Yukarıda tam metni yazılı olan İBBGKK’nın verildiği dönemde 01.07.2012 tarihinde yürürlükten kalkacak olan 6762 sayılı TTK m. 692 ve 693 hükümleri Türkçeleştirme yapılmak yoluyla 6102 sayılı TTK’nun 780 ve 781. maddelerinde aynen korunmuştur.

TTK m. 780/I,e hükmüne göre düzenleme tarihi ve yerinin bulunması çekin unsurları arasında sayılmıştır. TTK m. 781/III’e göre “Düzenlenme yeri gösterilmemiş olan çek, düzenleyenin adı yanında yazılı olan yerde düzenlenmiş sayılır.” İBBGKK’da tamamen düzenleme yerinin çek üzerinde gösterilmesi ve düzenleme yerinin kısaltılarak yazılması durumunda çekin düzenleme yeri unsurunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hakkındadır. Çünkü TTK m. 781/I  “780 inci maddede gösterilen unsurlardan birini içermeyen bir senet, ikinci ve üçüncü fıkralarda yazılı hâller dışında çek sayılmaz” hükmünü içermektedir. Çekin düzenleme yerinin bulunup bulunmaması ya da düzenleme yeri olarak yazılı olan ifadenin geçerli olup olmaması söz konusu belgenin çek vasfına sahip olup olmadığını göstermesi açısından önemlidir.

Yargıtay yukarıda tam metnini verdiğimiz kararında “Keşideci çeki düzenlemekle o konudaki iradesini beyan etmiş olmaktadır. İrade beyanı olmadan çekin vücut bulması mümkün değildir. Bu irade beyanının anlaşılabilir olması en önemli özelliğidir. Kanun beyan için yazılı olması dışında başkaca bir şekil şartı koymamıştır. Çekin bu niteliği dikkate alındığında keşidecinin çekte kısaltma kullanmasını engelleyen bir düzenleme olmadığı söylenebilir. Bunun gibi keşide yerinin yazılması da bir irade beyanı olduğundan, anlaşılabilir olması koşulu ile bu irade beyanının kısaltılarak yapılması da mümkündür. Okunduğunda hiçbir duraksama söz konusu olmaksızın anlamları belirlenebilen kısaltmaların keşide yeri olarak yazılması çeki sadece bu kısaltma sebebiyle geçersiz hale getirmez” tespitini yapmıştır. Buna göre;

— Çeki düzenlemek bir irade beyanı olup bu irade beyanının anlaşılabilir olması gerekmektedir.

— Kanun irade beyanı için yazılı olması dışında başkaca bir şekil şartı koymamıştır.

— Başkaca bir şekil şartı konulmadığından çekte kısaltma kullanılmasını engelleyen düzenleme yoktur.

— Keşide yerinin yazılması da bir irade beyanı olduğundan, anlaşılabilir olması koşulu ile bu irade beyanının kısaltılarak yapılması da mümkündür.

— Okunduğunda hiçbir duraksama söz konusu olmaksızın anlamları belirlenebilen kısaltmaların keşide yeri olarak yazılması çeki sadece bu kısaltma sebebiyle geçersiz hale getirmez.

Yargıtay bu kararı ile çekte keşide yerinin kısaltılarak yazılmasının hiçbir duraksamaya yer vermeyecek şekilde anlaşılabilir olması koşuluyla kısaltma kullanılmasının çeki geçersiz hale getirmeyeceğine karar vermiştir. Yargıtay’ın bu kararı vermesine dayanak oluşturan 6762 sayılı TTK m. 692 ve 693 hükümleri 6102 sayılı TTK’nun 780 ve 781. maddelerinde aynen korunduğundan İBBGKK, 6102 sayılı TTK 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe girdikten sonra da geçerliliğini korumaya devam edecektir. 

09 Mart, 2012

ZİNA SEBEBİYLE BOŞANMA DAVALARI

ZİNA SEBEBİYLE BOŞANMA DAVALARI

I. GİRİŞ:

Ülkemizdeki boşanma davalarının konularının başında zina gelmektedir. Ancak zina sebebiyle boşanma davası açılması ve bu davada zina eyleminin ispatı dışarıdan görüldüğü kadar kolay olmamaktadır. Bu makalemizde zina nedenine dayalı boşanma davalarını anlatacağız.

II. HUKUKİ ŞARTLARI:

TMK m. 161 eşlerden birinin zina yapmasını mutlak boşanma nedeni olarak kabul etmiştir. Zinaya dayalı boşanma davası hak düşürücü süreye bağlıdır. TMK m. 161/II’ye göre “Davaya hakkı olan eşin boşanma sebebini öğrenmesinden başlayarak altı ay ve her hâlde zina eyleminin üzerinden beş yıl geçmekle dava hakkı düşer.” Bu maddede belirtilen altı ay ve beş yıllık süreler hak düşürücü sürelerdir. Zamanaşımı gibi kesilmesi ya da durması söz konusu değildir. Altı aylık sürenin üst sınırını beş yıllık süre belirler. Zina eyleminin üzerinden beş yıllık süre geçtikten sonra zina eylemi öğrenilse de altı aylık süreye dayanılarak boşanma davası açılamaz.

Zinaya dayalı boşanma davası açacak olan eşin zina eyleminden ötürü eşini affetmemiş olması gerekir. Çünkü TMK m. 161/III’e göre “Affeden tarafın dava hakkı yoktur.” Eşini affeden diğer eş daha sonra başka bir zina eyleminin gerçekleşmesi üzerine ikinci zina eylemi için zinaya dayalı boşanma davası açma hakkına sahiptir. Yukarıda açıkladığımız hak düşürücü süreler ve af beyanı her bir zina eylemi için ayrı ayrı değerlendirilir.

III. AİLE MAHKEMELERİNİN KURULUŞ, GÖREV VE YARGILAMA USULLERİNE DAİR  KANUN’A GÖRE GÖREVLİ MAHKEME:

4787 sayılı Aile Mahkemeleri’nin Kuruluş Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun’un “Aile Mahkemelerinin görevleri” başlıklı 4. maddesine göre Aile mahkemeleri, aşağıdaki dava ve işleri görürler:

1. 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun Üçüncü Kısım hariç olmak üzere İkinci Kitabı ile 03.12.2001 tarihli ve 4722 sayılı Türk Medenî Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanuna göre aile hukukundan doğan dava ve işler,

2. 20.5.1982 tarihli ve 2675 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanuna göre aile hukukuna ilişkin yabancı mahkeme kararlarının tanıma ve tenfizi,

3. Kanunlarla verilen diğer görevler.  

Buna göre aile mahkemeleri TMK m. 118 ve m. 395 arasındaki konulardan doğan dava ve işlere bakmaya görevlidir. Zinaya dayalı boşanma davaları TMK m. 161 hükmüne göre görülmekte olduğundan görevli mahkeme aile mahkemeleridir.

4787 sayılı kanun m. 2’ye göre “Aile mahkemesi kurulamayan yerlerde bu Kanun kapsamına giren dava ve işlere, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca belirlenen Asliye Hukuk Mahkemesince bakılır.”

IV. TÜRK MEDENİ KANUNU’NA GÖRE YETKİLİ MAHKEME:

TMK m. 168’e göre “Boşanma veya ayrılık davalarında yetkili mahkeme, eşlerden birinin yerleşim yeri veya davadan önce son defa altı aydan beri birlikte oturdukları yer mahkemesidir.” Eşler boşanmadan önce yerleşim yerlerini ayırmışlarsa her birinin yerleşim yeri mahkemesi davaya bakmaya yetkilidir. Ancak yerleşim yerinin ayrılması fiilen ayrı yerde oturmayı değil ikametgâh adresinin bağlı bulunduğu muhtarlıktan başka yer muhtarlığına nakledilmesidir. Yani devletin resmi adres sisteminde yerleşim yerinin değiştirilmesidir. İkametgâh adresinin kayıtlı olmadığı yerde dava açılabilmesi mümkün değildir. Ancak uygulamada yerleşim yerinin başka muhtarlığa alınmasını yeterli görmeyip tanık dinleyen mahkemeler de bulunmakta. Yerleşim yerini değiştirmiş olmakla beraber adresini yeni yerleşim yerinin muhtarlığına geçerli bir sebeple aldıramamış olanlar içinde tanık dinleyerek yetkili olup olmadığına karar veren mahkemeler bulunmaktadır. Bu uygulama farklılıklarının giderilmesi gerekir.

V. AİLE MAHKEMELERİNİN KURULUŞ, GÖREV VE YARGILAMA USULLERİNE DAİR  KANUN’A GÖRE YARGILAMA YÖNTEMİ:

Boşanma davalarında üç ayrı kanundaki yargılama yöntemi uygulanır. Bunlardan en özel hükümlü olanı 4787 sayılı Aile Mahkemeleri’nin Kuruluş Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun’un “Usul hükümleri” başlıklı 7. maddesidir. Bu maddeye göre Aile mahkemeleri, öncelikle eşlerin ve çocukların karşı karşıya oldukları sorunları tespit ederek bunların sulh yoluyla çözümünü sağlamaya çalışır. Sulh yöntemini uygularken gerektiğinde uzmanlardan da yararlanır. Mahkeme sulh sağlanamadığı takdirde davanın esasını karara bağlamak durumundadır.

VI. TÜRK MEDENİ KANUNU’NA GÖRE YARGILAMA YÖNTEMİ:

Boşanma davalarında ikinci özel yargılama yöntemi Türk Medeni Kanunu’nun “Boşanmada yargılama usulü” başlıklı 184. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre;

1. Hâkim, boşanma veya ayrılık davasının dayandığı olguların varlığına vicdanen kanaat getirmedikçe, bunları ispatlanmış sayamaz.

2. Hâkim, bu olgular hakkında gerek re'sen, gerek istem üzerine taraflara yemin öneremez.

3. Tarafların bu konudaki her türlü ikrarları hâkimi bağlamaz.

4. Hâkim, kanıtları serbestçe takdir eder.

5. Boşanma veya ayrılığın fer’i sonuçlarına ilişkin anlaşmalar, hâkim tarafından onaylanmadıkça geçerli olmaz.

6. Hâkim, taraflardan birinin istemi üzerine duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir.

Bu maddeye göre hâkimin taraflara yemin teklif etmesi mümkün değildir. Tarafların ikrarda yani ileri sürülen maddi olayın doğruluğu hakkında beyanda bulunmaları da hâkimi bağlamaz. Hâkim her türlü ikrarı kendi araştırmak ve ikrarın doğru olup olmadığını tespit etmek zorundadır.

VII. HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU’NA GÖRE YARGILAMA YÖNTEMİ:

Gerek 4787 sayılı Aile Mahkemeleri’nin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun’un “Usul hükümleri” başlıklı 7. maddesi gerekse Türk Medeni Kanunu’nun “Boşanmada yargılama usulü” başlıklı 184. maddesi bu kanunlarda hüküm olmayan hallerde Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’ndaki hükümlerin uygulanacağını hüküm altına almıştır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu yürürlükten kalktığı için bu hükümlerin 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu olarak anlaşılması gerekir. HMK m. 140/II’ye göre de hâkim tarafları önce sulha teşvik etmek zorundadır.

VIII. DAVANIN ESASI:

Zina nedenine dayanan boşanma davalarında davanın esasını eşlerden birinin zina yaptığının davacı eş tarafından ispatlanması oluşturur. Davacı taraf diğer eşin zina yaptığını ispatlamak amacıyla cep telefonu mesajları, bilgisayar iletileri, başka kişilerle çekilmiş samimiyet içeren fotoğrafları, fuhuş esnasında gözaltına alınan eşin karakol tutanaklarını delil olarak gösterebileceği gibi zina yapan eşin başkaları ile birlikte beraberliklerini görmüş kişilerin tanıklığına da dayanabilir.

Zina eyleminin ispatı yukarıda belirttiğimiz delillere rağmen oldukça zordur. Bu sebeple zina eyleminin farkında olan ancak bunu ispatlama güçlüğü çeken eşler daha çok şiddetli geçimsizlik nedenine dayalı boşanma davası açma yoluna gitmektedirler. Zina eylemine dayalı boşanma davasının hak düşürücü süreye bağlı olması ve ispatı konusunda da inandırıcı deliller gerektirmesi nedeniyle dava öncesinde yeterli araştırma yapılmadan davanın açılmaması gerekir.

Bazı durumlarda eşlerden birinin zina amacıyla evi terk ettiği görülmekte ancak zina eylemini ispatlayan deliller elde edilememektedir. Bu durumda zina nedenine dayalı dava yerine evi terk nedenine dayalı dava açmak gerekebilir. Ancak her iki davanın koşulları farklı olduğu için dava öncesinde durum ve koşullara en uygun olanı belirlenmelidir.

Zina nedenine dayalı boşanma davası ile birlikte davacı TMK m. 174’e göre “Mevcut veya beklenen menfaatleri boşanma yüzünden zedelenen kusursuz veya daha az kusurlu taraf, kusurlu taraftan uygun bir maddî tazminat isteyebilir.

Boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevî tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir.” Bu madde de öngörülen maddi tazminat boşanma nedeniyle boşanan tarafın menfaatinin zedelendiğini maddi delillerle ispatlamak zorundadır. Manevi tazminat ise hâkimin takdirindedir.

Boşanma nedeniyle davacı yoksulluğa düşecek ise TMK m. 175’e göre süresiz olarak nafaka talep edebilir.

Zina nedenine dayalı boşanma davası açacak olan eş dava dilekçesi ile birlikte çocukların velayetini ve çocukları için iştirak nafakası da talep edebilir. Çocukların velayetini alması durumunda ise hâkim diğer eş ile çocukların şahsi ilişkisinin nasıl kurulacağına karar verir. Zina nedenine dayalı olarak boşanma davası açan eşin dava sonucunda boşanmaya hükmedilmesi ve çocukların velayetini de alması çocukları diğer eşin asla göremeyeceği anlamına gelmez. Haftanın ve yılın belli günleri ile bayramlarda diğer eşin çocukları görebilmesi için belli günleri hâkimin belirlemesi zorunludur.  

IX. YARGILAMA GİDERLERİ:

Zina nedenine dayalı boşanma davalarında yapılacak yargılama giderleri 492 sayılı Harçlar Kanunu ve buna bağlı olarak çıkartılan Genel Tebliğ (1) sayılı tarife, Adalet Bakanlığı tarafından çıkartılan Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tanık Ücret Tarifesi, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Bilirkişi Ücret Tarifesi, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Gider Avansı Tarifesi ve Adalet Bakanlığı’nın onayından geçtikten sonra her yıl yenilenen Türkiye Barolar Birliği Avukatlık Ücret Tarifesi’ne göre belirlenir.

Yukarıda belirttiğimiz hukuki düzenlemelere göre yargı masrafları 2012 yılı rakamlarına göre sırasıyla şu şekilde alınır.

Dava açılırken alınan masraf ve gider avansı miktarları aşağıdaki gibidir.

21,15 TL Aile Mahkemesi başvurma harcı, (492 sayılı Harçlar Kanunu Genel Tebliği (1) sayılı tarife)

Eğer davacı avukat ile temsil ediliyorsa her bir vekâlet için 3,30 TL vekâlet harcı, (492 sayılı Harçlar Kanunu Genel Tebliği (1) sayılı tarife)

Taraf sayısının beş katı tutarında tebligat gideri, (Hukuk Muhakemeleri Kanunu Gider Avansı Tarifesi)

Dava dilekçesinde tanık deliline dayanılmış ve tanık sayısı belirlenmiş ise tanık sayısınca 15,00 ile 30,00 TL arası tanık asgari ücreti ve tebligat gideri; tanık sayısı belirtilmemiş ise en az üç tanık asgari ücreti ve tebligat gideri, (Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tanık Ücret Tarifesi ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu Gider Avansı Tarifesi)

Maddi tazminat talep edilmişse bilirkişi incelemesi için 200 TL bilirkişi ücreti, (Hukuk Muhakemeleri Kanunu Bilirkişi Ücret Tarifesi)

Diğer iş ve işlemler için 50 TL (Hukuk Muhakemeleri Kanunu Gider Avansı Tarifesi)

Dava sonuçlandığında alınan masraf miktarları aşağıdaki gibidir.

Eğer taraflar avukat ile temsil edilmişse 1.200,00 TL maktu avukatlık ücreti avukat ile temsil edilen tarafa verilir. Maddi tazminata hükmedilmesi halinde azalan oranlarda Avukatlık ücret tarifesi uygulanır. (HMK m. 330 ve Türkiye Barolar Birliği Avukatlık Ücret Tarifesi)

Kararın Yargıtay’a temyiz edilmesi halinde alınacak masraf miktarları aşağıdaki gibidir.

103,50 TL temyiz harcı ve dava açılırken yatırılmış gider avansı içinden karşılanamıyorsa eğer ayrıca posta ve tebligat masrafı alınır. (492 sayılı Harçlar Kanunu Genel Tebliği (1) sayılı tarife)

07 Mart, 2012

BELİRLİ SÜRELİ İŞ SÖZLEŞMELERİNDE BAKİYE MAAŞ ALACAĞI

BELİRSİZ SÜRELİ İŞ SÖZLEŞMELERİNE DÖNÜŞEN
BELİRLİ SÜRELİ İŞ SÖZLEŞMELERİNDE
BAKİYE MAAŞ ALACAĞININ İSTENEMEYECEĞİ HAKKINDA
YARGITAY KARARININ İNCELENMESİ


               T.C.
        YARGITAY
 9. HUKUK DAİRESİ

             SAYI

    Esas                    Karar
2009/19813       20011/33241

I. YARGITAY KARARI:

Davacı, maddi ve manevi tazminat ile bakiye ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkeme, isteği kısmen hüküm altına almıştır.

Hüküm süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için tetkik hâkimi (…) tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Davacı davalı şirketle belirli süreli sözleşme imzaladıklarını, sözleşme süresi dolmadan iş akdi haksız feshedildiğinden bakiye ücret alacağı ile maddi ve manevi tazminat alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.

Davalı davanın reddini talep etmiştir.

Mahkemece maddi -  manevi tazminat taleplerinin reddine bakiye ücret alacağının kısmen kabulüne karar vermiştir.

Hüküm yasal sürede davalı tarafından temyiz edilmiştir.

Uyuşmazlık taraflar arasındaki ilişkinin belirli süreli iş sözleşmesinin unsurlarını taşıyıp taşımadığı noktasında toplanmaktadır.

Belirli süreli iş sözleşmesinden söz edilebilmesi için sözleşmenin açık veya örtülü olarak süreye bağlanması ve yapılması için objektif nedenlerin varlığı gerekir.

Borçlar Kanunu’nun 338. maddesinde “Hizmet akdi, muayyen bir müddet için yapılmış yahut böyle bir müddet işin maksut olan gayesinden anlaşılmakta bulunmuş ise hilafı mukavele edilmiş olmadıkça feshi ihbara hacet olmaksızın bu müddetin müruru ile akit nihayet bulur” kuralı mevcuttur. Anılan hükme göre tarafların belirli süreli iş sözleşmesi yapma konusunda iradelerinin birleşmesi yeterli görüldüğü halde, 1475 sayılı yasa uygulamasında da Yargıtay kararı ile belirli süreli iş sözleşmelerine sınırlama getirilmiş ve sürekli yenilenen sözleşmeler bakımından ikiden fazla yenilenme halinde sözleşmenin belirsiz süreli hale dönüşeceği kabul edilmiştir. (Yargıtay 9. HD 07.12.2005 gün 2005/12625 E, 2005/38754 K)

İş güvencesi hükümlerinin yürürlüğe girmesi ile belirli – belirsiz süreli iş sözleşmesi ayrımının önemi artmış durumdadır. (Yargıtay 9. HD 13.06.2008 Gün 2007/19368 E, 2008/15558 K) 4857 sayılı İş Kanunu’nun 11. maddesinde “İş ilişkisinin bir süreye bağlı olarak yapıladığı halde sözleşme belirsiz süreli sayılır. Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi arasında yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir. Belirli süreli iş sözleşmesi esaslı bir neden olmadıkça birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamaz. Aksi halde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren belirsiz süreli kabul edilir. Esaslı nedene dayalı zincirleme iş sözleşmeleri, belirli süreli olma özelliğini korurlar” şeklinde düzenleme ile bu konudaki esaslar belirlenmiştir. Borçlar Kanunu’ndaki düzenlemenin aksine iş ilişkisinin süreye bağlı olarak yapılmadığı hallerde sözleşmenin belirsiz süreli sayılacağı vurgulanarak ana kural ortaya konulmuştur.

Öte yandan 11. madde 18.03.1999’da Sosyal Taraflar Arasında İmzalanan Çerçeve Antlaşması yasal nitelik kazandıran 1999/70 EC Konsey Yönergesi ile birlikte ele alınmalıdır.

Çerçeve sözleşmesinin 4. maddesinde ayrım gözetmeme ilkesi vurgulanmıştır. Buna göre iş koşulları açısından, belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışan işçilere, yapılacak farklı muamele esaslı nedenlere dayandırılmadığı sürece, yalnızca belirli süreli iş sözleşmesi ve iş ilişkisi ile çalışmadan dolayı, emsal kadrolu işçilerden daha kötü davranılmayacaktır.

5. madde de ise kötü niyete karşı önlem işlenmiştir. Birbirini takip eden belirli süreli iş sözleşmeleri veya istihdam ilişkisinden kaynaklanan istismarın önlenmesi için, istismarı önleyecek yasal yoksa üye devletler sosyal taraflara danıştıktan sonra uluslar arası yasalar, toplu sözleşmeler veya uygulamaya göre belli başlı bazı sektörlerin ihtiyaçları dikkate alınarak aşağıdaki tedbirlerden bazılarını alır.

1.(a) Bu türden akit veya istihdam ilişkilerinin yenilenmesinin haklı kılacak nesnel gerekçeler tespit edilmesi,

1.(b) Yinelenen belirli süreli iş sözleşmeleri veya istihdam ilişkilerinin azami toplam süresinin belirlenmesi,

1.(c) Bu türden sözleşmesi veya istihdam ilişkisinin kaç kez yenileneceğinin belirlenmesi,

1.2. Sosyal taraflara danıştıktan sonra üye devletler elverişli olan durumlarda belirli süreli iş sözleşmesi veya istihdam ilişkisinin

1.(a) Yenilenmiş sayılacağına

2.(b) Belirsiz süreli iş sözleşmesi veya istihdam ilişkisi sayılacağına dair koşullar belirleyeceklerdir.

Öte yandan 1999/70 sayılı Konsey Direktifinin ön sözünde (5), Essen Konseyi sonuç bildirgesi “çalışanların istemleri ve rekabetin gereklerini karşılaşacak daha esnet bir iş örgütlenmesini özellikle göz önünde tutan istihdam yoğun büyüme” anlayışına uygun olarak alınması gerekli önlemleri vurgulamaktadır. 1999 yılı istihdam politikası ana hatları hakkında 09.02.1999 tarihli “Konsey Tavsiye Kararı, Sosyal Tarafları İşletmeleri Daha Verimli Ve rekabetçi kılmak ve esneklik ile iş güvenliği arasında gereken dengeyi sağlayabilmek amacıyla bulundukları her düzeyde esnek çalışma düzenlemeleri dâhil iş örgütlenmesinin modernize edilmesi için sözleşme görüşmeleri yapmaya çalışmıştır” hizmet ilişkisine işveren tarafından son verilmesi hakkında 158 sayılı Uluslar Arası Çalışma Sözleşmesine göre; bu sözleşmenin koruyucu hükümlerinden kaçınmak amacıyla belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasına karşı yeterli güvenceler alınması gereği vurgulanmıştır. (m 2/3)

Gerek 158 sayılı ILO Sözleşmesi, gerek 1699/70 sayılı Konsey Direktifi bir taraftan esnek çalışmayı özendirirken diğer taraftan güvenliğe yer vererek bir denge amaçlanmıştır. Başka bir anlatımla esnek çalışma modellerinin kötüye kullanılmaması gereğini vurgulamıştır.

Sözü edilen normatif dayanaklara göre işçinin niteliğine göre sözleşmenin belirli ya da belirsiz süreli olarak değerlendirilmesi imkânı ortadan kalkmıştır. Buna karşın yapılan işin niteliği belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilmesi için önemlidir. Yasada belirli süreli işlerle, belirli bir işin tamamlanması veya belli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilecektir.

4857 sayılı İş Kanunu’nun 11. maddesinde esaslı bir neden olmadıkça belirli süreli iş sözleşmelerinin birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamayacağı kuralı ile belli bir koruma sağlanmak istenmiştir. Belirli süreli iş sözleşmesinin yapılması ve yenilenmesi işçinin iş güvencesi dışında kalması için kullanılamaz. Belirli süreli iş sözleşmelerinde 4857 sayılı yasanın 15. maddesinde belirtilen sürenin aşılmaması koşulu ile deneme süresi konulabilir.

Somut olayda 27.08.2003 – 27.02.2004 tarihleri için taraflar arasında belirli süreli sözleşme imzalandığı, 27.02.2004 tarihinde sona erdirilmediği takdirde sözleşmenin 4. maddesine göre altı aylık süre ile uzayacağının kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır.

Mimar olarak görev yapan davacının sadece bir projede görevlendirilmediği, yapılan işin niteliği gereği sürekli olduğu, belirli süreli hizmet akdinin objektif – nesnel unsuru bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu şekilde yapılan hizmet akdi belirsiz süreli olup davacının bakiye süre ücret alacağı talebinin reddi gerekirken aksine düşüncelerle kabulü bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine 22.09.2011 gününde oy birliği ile karar verildi.

II. KARARIN İNCELENMESİ:

Yukarıda tam metnini verdiğimiz Yargıtay kararı belirli ve belirsiz süreli iş sözleşmelerinin özellikleri ile Anayasanın 90. maddesine göre iç hukukumuza üstün tutulan uluslar arası antlaşmalar çerçevesinde aşağıdaki şekilde incelenmiştir.

III. DAVA KONUSU OLAYIN ÖZETİ:

Davacı ile işveren arasında 27.08.2003 – 27.02.2004 tarihleri için belirli süreli sözleşme imzalanmış, sözleşmenin 27.02.2004 tarihinde sona erdirilmediği takdirde altı aylık süre ile uzayacağı kararlaştırılmıştır. Sözleşme 27.02.2004 tarihinden sonra sona erdirilmeyerek altı ay süre ile uzamıştır. Altı aylık uzama süresi içinde aşağıdaki uyuşmazlık konusu meydana gelmiştir.

Davacı mimar olarak çalıştığı şirketin yurt dışı şantiyesinde görevlidir. Görevli olduğu şantiyedeki inşaat için Türkiye’de hazırlanmış olan mimari projeyi inşaatın bulunduğu ülke de bulunan mimarlardan birinin imzalaması için işveren tarafından davacıya talepte bulunulmuş ancak inşaatın bulunduğu ülke resmi makamları bu talebi kabul etmeyince aynı talep davacıya yapılmıştır. Davacının kendi hazırlamadığı projeyi imzalamayı reddetmesi üzerine işveren, davacının imzasını bilgisayar ortamında “kes” “yapıştır” seçeneklerini kullanarak mimari projenin altına bilgisayar ortamında yapıştırmış ve mimari projeyi bu şekilde inşaatın sürdüğü yabancı ülke yetkili makamlarına iletmiştir. Davacının bu durumu öğrenmesi ve itiraz etmesi üzerine mimari proje işveren tarafından geri çekilmiş ancak davacı ile yapılan iş akdi de feshedilmiştir.

IV. BELİRLİ SÜRELİ İŞ SÖZLEŞMELERİNİN BELİRSİZ SÜRELİ İŞ SÖZLEŞMESİNE DÖNÜŞMESİ KAPSAMINDA KARARIN İNCELENMESİ:

818 sayılı Borçlar Kanunu m. 338’de belirli süreli iş sözleşmelerinin tanımı yapılmıştır. Ancak belirli süreli iş sözleşmelerinin sözleşme süresinin her bitişinden sonra işveren tarafından yenilenmesi ve bu şekilde belirli süreli iş sözleşmelerinin işverene sağladığı fırsatları işçi aleyhinde kullanması üzerine Yargıtay belirli süreli iş sözleşmelerinin sürekli yenilenen sözleşmeler olması durumunda birden fazla yenilenme halinde sözleşmenin belirsiz süreli hale dönüşeceğini kabul etmiştir. (Yargıtay 9. HD 07.12.2005 gün 2005/12625 E, 2005/38754 K) Yargıtay kararına konu olan somut olayda da davacının belirli süreli iş sözleşmesi sözleşmede yer alan hükme dayanılarak altı ay uzatılmış ve bu uzatma dönemi içinde işveren tarafından feshedilmiştir. Sözleşmenin bir defa uzatılmış olmasını Yargıtay sözleşmenin belirsiz süreli iş sözleşmesine dönüşmesi olarak yorumlamış ve belirsiz süreli iş sözleşmelerinin haksız feshinde bakiye ücret alacağının istenemeyeceğine hükmetmiştir.

4857 sayılı İş Kanunu’nun 11. maddesinde “İş ilişkisinin bir süreye bağlı olarak yapılmadığı halde sözleşme belirsiz süreli sayılır. Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi arasında yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir. Belirli süreli iş sözleşmesi esaslı bir neden olmadıkça birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamaz. Aksi halde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren belirsiz süreli kabul edilir. Esaslı nedene dayalı zincirleme iş sözleşmeleri, belirli süreli olma özelliğini korurlar” hükmünü içermektedir. Bu madde de dikkat edilmesi gereken hüküm “Belirli süreli iş sözleşmesi esaslı bir neden olmadıkça birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamaz” ve “Esaslı nedene dayalı zincirleme iş sözleşmeleri, belirli süreli olma özelliğini korurlar” hükmüdür. Bu hükme göre esaslı bir nedenin olması durumunda kanun belirli süreli iş sözleşmesinin birden fazla üst üste yapılabileceğine izin vermektedir. Ayrıca davacının sözleşmesi birden fazla yapılma değil süresinin altı ay uzatılmasıdır. Davacının sözleşmesinin altı ay uzatılmasına neden olan olay ise davacının mimar olması ve çalıştığı şantiyede kontrolörlüğünü yaptığı inşaatın henüz bitmemiş olmasındandır. Bu durumun esaslı bir neden olarak kabul edilmesi ve bu sebeple davacının sözleşmesinin altı ay uzatılmasının sözleşmenin belirli süreli iş sözleşmesi niteliğini devam ettirmesi olarak kabul edilmesi gerekirdi. Bu sebeple Yargıtay somut olayda davacının yaptığı işi ve bu işin niteliğine göre sözleşmesinin altı ay uzatılmasını yanlış yorumlamıştır. Sözleşmenin uzatılmasına neden olan inşaatın bitmemiş olması durumunun esaslı neden olarak kabul edilmesi ve sözleşmenin belirli süreli iş sözleşmesi niteliğinin devam ettiğinin kabul edilmesi gerekirken sözleşmenin belirsiz süreli hale dönüştüğü gerekçesiyle bozma kararı verilmesi hukuken hatalı bir karar olmuştur.

V. ULUSLAR ARASI ANTLAŞMALARIN İÇ HUKUKA ÜSTÜNLÜĞÜ İLKESİNE GÖRE KARARIN İNCELENMESİ:  

Yargıtay gerekçeli kararında 18.03.1999’da Sosyal Taraflar Arasında İmzalanan Çerçeve Antlaşmasına yasal nitelik kazandıran 1999/70 EC Konsey Yönergesi ve 158 sayılı Uluslar Arası Çalışma Sözleşmesine (ILO Sözleşmesi) atıfta bulunmaktadır.

Anayasanın Milletlerarası antlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesine göre; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. (…) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” Anayasa’nın bu hükmüne göre Yargıtay’ın milletlerarası antlaşmalara atıfta bulunarak içtihatta bulunması iki farklı görüş halinde tartışılmaktadır.

Bu görüşlerden birincisi imzalanan ve Anayasa’nın 90. maddesine göre TBMM’nce onaylanan antlaşmalar artık kanun hükmünde olacağından bu antlaşma hükümlerine aykırı olan iç hukuk düzenlemelerini imzalanan antlaşmaya uygun hale getirmeden de antlaşma hükümleri iç hukukta uygulanmaya başlanmalıdır. Bu görüş yeni kanuni düzenleme yapılmasının beklenmemesini savunmaktadır.

İkinci görüş ise iç hukukta imzalanan antlaşmaya uygun bir düzenlemenin mutlaka yapılmasını savunmaktadır. Bu görüş de gerekçesini yine Anayasa’nın 90. maddesinden almaktadır. Buna göre Anayasa’nın 90. maddesinin ikinci fıkrası Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü antlaşmaların yapılmasında Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasını öngörmektedir.

Yargıtay’ın atıf yaptığı uluslar arası sözleşmenin 4. maddesinde iş koşulları açısından, belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışan işçiler arasında esaslı nedenlere dayandırılmadığı sürece farklı davranılmayacağı belirtilmiştir. Bu hüküm 4857 sayılı İş Kanunu’nun 11. maddesi ile uyum içindedir.

Bu uluslar arası sözleşmeye göre üye devletler bu türden iş sözleşmelerinin yenilenmesini haklı kılacak nesnel gerekçeler tespit etmek, yinelenen belirli süreli iş sözleşmelerinin azami toplam süresini belirlemek ve bu türden iş sözleşmelerinin kaç kez yenileneceğini belirlemek durumundadır. 4857 sayılı İş Kanunu’nda belirli süreli iş sözleşmelerinin kaç kez yenileneceğine ilişkin bir hüküm bulunmadığı gibi yenilenmeyi haklı kılacak nesnel gerekçelerde somut olarak belirlenmemiştir. Bu sebeple Yargıtay’ın atıfta bulunduğu diğer uluslar arası sözleşme olan 1999/70 sayılı Konsey Direktifinin ortaya koyduğu esnek bir iş örgütlenmesi anlayışı ile belirli süreli iş sözleşmelerinin hakkın kötüye kullanılmasını engelleyecek şekilde yenilenmesini sağlayacak nesnel gerekçelerin belirlenmesi yargı içtihatlarına bırakılmıştır. Bu da ancak somut olayın özelliğine göre yapılacak değerlendirme ile mümkün olacaktır.

VI. SONUÇ:

Yargıtay gerekçeli kararında yukarıda açıkladığımız uluslar arası sözleşmelere göre belirli süreli işlerle, belirli bir işin tamamlanması veya belli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak belirli süreli iş sözleşmesi yapılabileceği ancak normatif dayanaklara göre ve işçinin niteliğine göre sözleşmenin belirli ya da belirsiz süreli olarak değerlendirilmesi imkânının ortadan kalktığı tespitinde bulunmuştur. Hal bu ki gerekçeli kararda atıfta bulunulan uluslar arası sözleşmelerde nesnel koşullar somut olarak belirlenmediği gibi bu sözleşmelerde belirlenen ilkeler ile 4857 sayılı İş Kanunu’nun 11. maddesi arasında bir çelişki ya da kanun metninde bir hukuk boşluğu bulunmamaktadır. Tam tersine uluslar arası sözleşmeler taraf devletlere 4857 sayılı İş Kanunu’nun 11. maddesi de yargıya bu konuda geniş bir takdir yetkisi vermiştir.  

Dava konusu olayda davacı davalı şirketin şantiyesinde kontrol mimarı olarak çalışmakta ve inşaat bitinceye kadarda şantiye de kontrol mimarının bulunması gerekmektedir. Bu sebeple davacının iş sözleşmesinin süresi inşaatın bitim süresinden daha kısa sürdüyse bu durumda davacının işe alınma nedeni olan inşaat işinin bitmemiş olması nedeniyle sözleşmesinin altı ay daha uzatılması 4857 sayılı İş Kanunu’nun 11. maddesine göre bu ve benzeri durumlarda sözleşmenin sadece bir kez değil iş bitinceye kadar sözleşmenin yenilenmesi, sözleşmenin belirli süreli iş sözleşmesi olma özelliğini koruyan esaslı neden olarak kabul edilmesi gerekir. Bu sebeple sözleşmenin uzayan bölümünde işverenin haksız fesih yoluna gitmesi durumunda da bakiye ücret alacağının işverenden tahsil edilebileceğinin kabul edilmesi gerekirdi.

Yargıtay’ın vermiş olduğu karar yukarıda açıklanan nedenlerle hukuken tartışmaya açıktır.